13 Ocak 2009 Salı

Ne bileyim işte öyle birşey...






G. W. Bush bir ilkokulu ziyaret eder.* Çocuklara:

- Sorusu olan var mı?

der ve küçük Bob sözü alır.

- Benim üç sorum olacak;

1- Seçimlerde daha az oy almanıza rağmen nasıl oldu da Başkan oldunuz?

2- Hiroşima'ya atılan atom bombası sizce dünyanın en büyük terör faaliyeti değil midir?

3- Hiçbir neden yokken neden Irak'a saldırmak istiyorsunuz?

Aniden zil çalar ve çocuklar tenefüse çıkarlar. Çocuklar geri döndüğünde bu sefer sözü küçük Tom alır:

- Benim beş sorum olacak;

1- Seçimlerde daha az oy almanıza rağmen nasıl oldu da Başkan oldunuz?

2- Hiroşima'ya atılan atom bombası sizce dünyanın en büyük terör faaliyeti değil midir?

3- Hiçbir neden yokken neden Irak'a saldırmak istiyorsunuz?

4- Bugün neden zil 30 dakika erken çaldı?

5- Bob nerede?


(*) Alıntı






"İnsanları tanıdıkça hayvanları daha çok seviyorum" diye bir söz vardır...

Mühürlenmiş miydik?

Dinci mi?

Yüce Yaradanın;

"Yeryüzünde debelenen hiçbir canlı, iki kanadıyla uçan hiçbir kuş istisna olmamak üzere hepsi sizin gibi ümmetlerdir. Biz bu Kitap'ta, herhangi birşeyi ne eksik bıraktık ne fazla yaptık. Onlar, sonunda Rableri önünde haşredilirler." (En'am 38)

ayetini de bilmezmiydik ki "köpek giren eve melaike girmez" der Şeyhiniz, sizde yutturmaya kalkardınız bizlere...

İmtihanı unutturdular bizlere de Cennet'ten tapu sattılardı...

Kuran'ı bıraktırıp Talmud'un hadislerine baktırırlardı...

Yetmiş + bir yıldır cahil bırakıldık sanırsak...

114 gün sonra, ortalama 6000 gün önce kovduklarımızla güdümleşmedik mi?

Sonra bir gemi demirledi Dolmabahçe'nin karşısına...

Bizim Bomonti varken Tekel'e ne hacet demedi mi birileri?...

Bozkurt yapmakla Bozkurt mu olduk?

Cezayir hani bizim bir eyaletimiz idi? Ne oldu da Fransız olduk?

Doğrusu; diplomasi satrancına piyon mu olduk?

Gazze'nin yerini haritada bulursunda; ya Telafer'i?

Cesaret ödülünü alırsında; cesaret kendinden güçsüze cesur olmak değildir ki...

Şövalye olursunda; Türk'ten şövalye olur mu ki?...

Atilla'nın bin yıllık kılıcı olmadı mı sana Excalibur...

Dönerini "Gyros" yapmış ne olacak...

Herkes azınlık olmuşta "Türk'e ne olmuş" diyen var mı ki?

Yoksa biz toptan "delirium" mu olduk?

Beyin ölümümüz gerçekleşti de haberimiz mi yok ki?...

Zir-i zemin* değil, Rûy-i zemin... **

Ne bileyim işte öyle birşey...

Haydi size Allahaısmarladık...




(*) Zir-i zemin : Yerin altı.

(**) Rûy-i zemin : Yeryüzü.

10 Ocak 2009 Cumartesi

HAYALİ DİYALOGLAR ( inanmayın gerçek değildir)




Illuminati’nin çekirdek üyesi ve Amerikan Medya imparatoru Rupert Murdoch şöyle anlatıyor:

(…) Trokya Toplantısı, Illuminati’nin yemek buluşmasıydı. (...) David Rockefeller, Baron de Guy Rothschild ve Yale, Harvard, Princeton ve MIT üniversitelerinin yöneticileri ile buluşmuştuk.

Yemekten sonra Rockefeller ve Rothschild dışındaki konuklar okullarına dönmüş, üçümüz özel bir odada baş başa kalmıştık. Onlarla geçtiğimiz sohbetlerimizin hepsini vermiyorum ama sizin merak ettiğiniz ve bilmeniz isteyeceğimiz şeyleri de söyleyebilirim.

(…)


Rockefeller: Fransız İhtilali öncesinde Kraliyet ve Kilise mensuplarını halkın gözünden düşürmek için şöyle bir oyun oynandı. Kraliçe Marie Antoniette adına devrin ünlü bir kuyumcusuna iri elmaslardan oluşan bir gerdanlık siparişi verildi. Kuyumcu bu siparişi hazırlayıp Kraliçe’ye götürdü; ama Kraliçe doğal olarak gerdanlığı kabul etmedi ve para ödemedi. Fakat bu olay kraliçenin parayı çarçur ettiği şeklinde bütün basında yer aldı. Devrin kardinaline, durumu izah etmek isteyen Kraliçe adına; adamlarımız tarafından genelev olarak işletilen şehrin bir otelinde randevu verildi. Otele gelen Kardinale bir fahişe Kraliçe olarak tanıtıldı ve fahişe ile Kardinal bütün basında yer aldı. Böylece hem Kraliyet Ailesi, hem de en yüksek kilise makamı yıpratılmış oluyordu. Eski başkanlardan Nixon bizim yolumuzdan çıkınca, Watergate Skandalı ile bir anda gözden düşürülüp istifa etmek zorunda bırakılmıştır.”

“John F. Kennedy suikastı bir diğer güzel örnektir. Aslında yaramaz çocuk Kennedy tam bizim isteklerimiz doğrultusunda hareket ediyordu; fakat vücudunu bitkin düşüren rahatsızlıkları vardı. Devlet başkanlığı yapmak çok yorucu bir iş olduğu için uyarıcı ilaçlar kullanıyordu. Fakat son zamanlarda özellikle seks yaşamını sürdürebilmesi için bu ilaçların dozunu arttırmaya başlamıştı ve ilaçlar içkiyle karışınca ağzından çıkanların farkına varmıyordu. Marily Monroe ile yakın ilişkisi vardı ve biz bir gün yatak odasını dinlemeye aldırdık ve bize karşı çıkararak o sıralarda sürmekte olan Vietnam Savaşı’nı sona erdirmeyi planladığını öğrendik. Bizler ise bu savaşın çıkması için çok büyük paralar harcamış; ama henüz hedeflediğimiz cirolara ulaşamamıştık. Sonucu biliyorsunuz, her ikisi de dünyaya erken veda etmek zorunda kaldılar.

Bizim amacımız yeryüzündeki bütün devletleri birleştirip, tek bir dini olan tek bir dünya devleti kurmaktır. Bütün dünya tek bir merkezden yönetilecek, ve başkenti de Kudüs olacak. Böylece savaşlar, acılar, açlık gibi kavramları ortadan kaldıracağız.”

Ben de burada konuşmaya girmek isteyip “Peki bu dünya devletinin yönetim biçimi ne olacak, Hegel Diyalektiği konusunda neler söyleyeceksiniz, merak ediyorum. Yoksa komünizm geri mi geliyor?” diye sordum.

Rockefeller cevap veriyor; “Komünizmin kurucuları Marx ve Engel, Haham, Moritz Moses Hess’in öğrencileriydiler ve Hegel’e fikir babalığı yapmışlardır. Hegel diyalektiği kısaca tez ile anti-tezden bir sentez oluşacağını söyler. Bu sentez daha sonra yine tez olur ve karşısına yine bir anti-tez çıkarak yeni bir sentez oluştururlar. Bu böylece devam eder. Hegel’in diyalektiğine göre iki zıt gücü kontrol eden, yeni dünyanın da efendisi olur. Hegel’in politik sisteminde devlet aynı zamanda Tanrı’dır; köle olarak görülen vatandaşın tek görevi bu devlete hizmet etmesidir ve bu hizmeti Tanrı’ya tapmak olarak algılamasıdır. Vatandaş kendini ülkesi için feda etmeye her an hazır olmalıdır. İkiz Kuleler saldırısında ölen onbinlerce Amerikalı buna güzel bir örnektir
Seçimler tamamen bir aldatmaca olup, vatandaşın düşüncesine bir değer veriliyormuş gibi gösterilmektedir. Seçimlerde aday bol bol vaatlerde bulunarak seçmenin gururunu okşar ve seçmene sorunlarının farkında olduğu izlenimi verir. Seçmen için ise birisinin sorunlarını bilmesi yeterlidir, vaatlerin yerine getirilmesi onun için ikinci planda kalır. Hiçbir zaman da seçim öncesinde verilen sözler tutulmaz ve bir süre sonra da tamamen unutulur, gelecek seçimlere kadar. Seçimden sonra devlet yine Tanrı rolünü oynamaya devam edecektir. Zamanımızda, Amerika Birleşik Devletleri’nin kapitalizmi tez, Rusya’nın komünizmi anti-tez olmuştur ve sentezi dünya “Küreselleşme” olarak sunduğumuz “Yeni Dünya Düzeni” olacaktır. Bu yeni rejime faşizm diyebiliriz; çünkü otoriter bir devlet yönetimi, bizim anlayışımıza göre, dünyayı yönetebilmek için en ideal rejimdir. Böylece kişilerin yaşamı polis denetimiyle mutlak kontrol altına alınacak, varlıklarına devlet her an el koyabilecek, toplumlar bizim istediğimiz şekilde yönlendirilecek. Bu yeni düzende fakir yaşlı ve hastalara yer yoktur ve onların hemen yok edilmeleri gerekmektedir.

İkinci sorununuza gelirsek, yukarıda bahsettiğim gibi bir ülkenin Komünizm, Kapitalizm veya Sosyalizm’i benimsemesi hiç fark etmez. Hepsi sonuçta bizim eserimiz olan aynı şeyler. Başta akıllı ve zengin, yönetici bir avuç insan, geride hiçbir değeri olmayan ve istenildiği gibi yönlendirilen bir köle sürüsü. Fransız İhtilali neden yapıldı sanıyorsunuz, Fransız halkı çok fakirdi de açlıktan mı ölüyordu, ya da burjuvazi gerçekten çok mu zengindi? Hayır, hayır, sınıf farkı tarih boyunca hep olmuştur, bugün de böyledir. Asıl sebep Masonluğun en büyük kahramanlarından Jacques De Molay ve diğer Tapınak Şövalyeleri’nin, 1314 yılında o devrin Fransa kralı IV. Philip tarafından Tapınakçıların hazinesini kendisine vermediği için yakılarak öldürülmeleridir. Bu ihtilalin Masonlar tarafından kışkırtıldığını biliyorsunuz. Devrim sonunda XVI. Louis giyotinle idam edildiği zaman, bir devrimcinin; “Molay, intikamın alındı.” Diye haykırdığı bilinen bir gerçektir.

Rus Devrimi başta bir sebepten dolayı yapılmıştır. O zaman ki Illuminati yöneticileri, Hegel Diyalektiği gereği Amerika Birleşik Devletleri’nde oluşan kapitalist sisteme bir karşı sistem oluşturarak dünya yönetimini ellerine geçirmenin planlarını yapıyorlardı. Çünkü istediğiniz gibi yönlendirebilmek için bir şekilde insanları avuçlarınızın içinde devamlı baskı altında tutmanız ve korkutmanız gerekir. Rotschild ailesinin özel desteğiyle Rusya’da devrim gerçekleştirildi ve Komünizm ilan edildi. Amerikan Kapitalist sistemine karşı, Rusların Komünizm sistemi. Burada Hegel Diyalektik yönetimi gereği, Marksist yönetim antitez olarak yani Kapitalist yönetimin karşısına çıkarılıyordu. Bu iki zıt gücün sentezinden, Amerikan Bir Doları’nın arka yüzündeki piramitin altında yazdığı gibi, Yeni Dünya Düzeni ortaya çıkıyordu.

Böylece dünya ülkelerinin Komünist rejime dahil olmayan yarısı, Komünizm tehlikesine karşı devamlı korkutuldu. Bu sistem içindeki insanlar sahip oldukları mal ve mevkilerin Komünizm gelirse ellerinden gideceği korkusu içinde, devlet yönetimine sonsuz destek verdiler. Öte yandan eski Sovyetler Birliği ve Komünist sistemde yaşayan diğer insanlara ise Kapitalizmin ne kadar öcü olduğu anlatılıyordu. Onlar da yaşadıkları yaşam şartlarının en iyisi olduğuna inandırılmış, bunun da Komünist sistem sayesinde olduğunu düşünüyorlardı. Böylece insanlar devamlı baskı altında tutuluyor ve istediğimiz gibi yönlendirilebiliyorlardı. Tabii burada medyaya ve sinema endüstrisine büyük görevler düşmüştür.

Nükleer savaş tehdidi en büyük blöf olarak tarihe geçmiştir. Ama doğal olarak insanları öyle ya da böyle bir şekilde ömür boyu aldatmak imkansızdır. Bu yüzden Komünist rejimin sonunun gelmesine karar verdik, daha da önemlisi komünist ülkelerin serbest piyasa ekonomisine geçip Kapitalizme yönelmeleri gerektiği için sizin de bildiğiniz gibi birkaç günde durup dururken ve hiç kan dökülmeden o çok korkulan Sovyetler Birliği dağılıverdi; meşhur Berlin duvarı yıkıldı ve öcü komünizm balonu söndürüldü.

Rotschild ben hayretten faltaşı gibi açılan gözlerimize bakarak sözü devraldı.


Rotschild: Bu arada, dünyanın çeşitli ülkelerinde karışıklıklar çıkarılıyor, ülkeler provokasyonlar sonucu bir hiç yüzünden kanlı savaşlara giriyorlardı. Doğal olarak bütün paralarını bizlerden silah almak için harcıyorlar, daha sonra savaşta kaybedilen silahlarını yerine koymak ve savaşta harap olan şehirlerini yeniden inşa edebilmek için yine bizlerden borç alarak ömür boyu bize bağlı bir duruma düşüyorlardı. Eğer, bir ülke yöneticisi bizimle işbirliği yapmayı kabul etmezse, o ülkede hemen bir darbe ya da ayaklanma çıkarılıyor, daha önceden ayarlanmış ve istediklerimizi harfiyen yapacak bir kişi yönetime getiriliyordu.

Mesela Türkiye’yi ele alalım. Türkler de yıllar boyu komünizme karşı savaşmıştır. 1950’lerde ülke yönetimine bize desteğimizle Adnan Menderes gelmişti. Aslında Menderes bizimle başta gayet güzel bir diyalog kurmuştu. Bizden seçimde aldığı destek karşılığında, Marshall yardımı adı altında devamlı borç alıyor ve ülkesinde yatırımlar yaparak sanayi yapısını geliştiriyordu. Fakat o kadar plansız ve programsız harcama yapıyordu ki ödeme günleri geldiğinde, bizden, borç ödemek için tekrar tekrar borç istemeye başladı. Biz de kendisinden ülkesini yabancı sermayeye açmasını ve bizim şirketlerimize özel imtiyazlar tanımasını, diğer bir deyişle Osmanlı İmparatorluğu’na dayatılan kapitülasyonlar benzeri şeyler talep ettik Menderes bize bunu hiçbir zaman kabul etmeyeceğini söyledi ve bizden uzaklaşamaya başladı. Ülke insanı ilk defa asfalt yollarla tanışıyor, fabrikalar arka arkaya dikiliyordu. Ülkenin çoğunluğu Müslüman olduğu için ülkenin her yerine camiler yaptırıyordu. Menderes bu şartlarda iktidarda ki yerini uzunca bir süre için, sağlamlaştırdığını sanıyordu. Bir darbe ile bu işe bir son verildi ve sonunun öyle bitmesini istemediğimiz halde, çalışma arkadaşlarıyla beraber idam edildi. Sadece Celal Bayar kurtuldu, çünkü bir Masondu ve yakın arkadaşı Papa Roncalli ya da diğer adıyla 23. John, Vatikan’ın baskısıyla onu idamdan kurtardı.

Aynı ülkede gerçekleşen 1980 darbesi de bizim isteklerimiz doğrultusunda yapıldı. O zamanlar ülkede bir solcular, bir sağcılar iktidara geliyor ve bizim isteklerimiz doğrultusunda ülke ekonomisini yönlendiriyorlardı. Fakat Amerika ve Avrupa’da gelişmiş ülkelerin piyasaları doyuma ulaşmışlar ve biz yeteri kadar mal satamaz olmuştuk. Bunun üzerine diğer az gelişmiş ülkelere uyguladığımız planı onları da uygulamak istedik ve serbest piyasa ekonomisine geçmelerini ve ithalatın serbest bırakılmasını talep ettik. Bu istediğimizi kabul etmiş görünüyorlar, fakat işi uzatıyorlardı.

En sonunda bu ikilem yine bildiğimiz yollarla, Ordo Ab Chaos ile çözüldü. Yani önce kaos, sonra düzen. Provokatörlerimiz aracılığıyla sağ ve sol ideoloji kavgaları başlatıldı. Aslında başında onay vermiş gibi göründüğümüz Kıbrıs Savaşı’ndan sonra ülkeye uygulanan ambargo sayesinde halk canından bezmiş, ülkede yağ ve tuz bile bulunamaz olmuştu. Karaborsacılar zenginleşirken halk iyice sefalete düşmüştü. Ülkeye gönderilen provokatörlerimiz için bu halkı kışkırtmak hiç zor olmadı. Ülke halkı sağcı ve solcu olarak iyiye bölündü ve çatışmaya başladılar. Olaylar öyle bir dereceye geldi ki, hergün elli-altmış kişi sokak çatışmalarında ölmeye başlamıştı. Bütün ülke terör korkusu altında eziliyordu. İnsanlar akşamları sokağa çıkamaz olmuştu. Her an bir serseri kurşuna hedef olmak vardı. Binlerce Türk genci uydurma ideolojiler uğruna can vermişti. Hükümetler birbiri arkasına iktidara geliyor fakat olayları önleyemiyorlardı. Sonra darbe geldi ve bütün olaylar bıçak gibi kesiliverdi. Zavallı ülke halkı bu sözde başarıyı darbenin bir neticesi olarak gördüler. Çünkü nihayet terörizm sona ermiş, ülkeye huzur gelmişti. Aslında provokatörlerin görevi bitmiş, sahneden çekilmişlerdi. Burada oynanan oyun, halkı umutsuz ve çaresiz bir duruma düşürmek ve onlara bir “kurtarıcı” sunmaktır; ondan sonra bu kurtarıcı ne yaparsan yapsın hemen kabullenecektir.

Askeri hükümet bir süre devlet yöneticiliği yaptı ve bizim belirlediğimiz bir kişiye yönetimi devretti. Bu Turgut Özal’dı. Özal, tam da bizim isteklerimiz doğrultusunda ülkenin kapılarını bize sonuna kadar açtı. Bizim şirketlerimiz bu bakir piyasaya kurtlar gibi saldırdılar. İlk önceleri fiyatları çok düşük tutarak yerli sanayinin rekabet gücünü düşürdüler. Ülke artık Amerikan ve Avrupa yapımı mallarla dolmuştu. Sanayi şirketlerimiz stoklarını eritirken finans şirketlerimiz de ülkeyi artan ithalatı karşılayabilmeleri için yüksek faizlerle borç yatağına sürüklüyorlardı. Böylece, gelişmekte olan ülkeler olarak adlandırdığımız bu ülkelerin hemen hemen hepsinde uygulanan ve 80’li yıllarda başlatılan bu proje ile, bütün ülkeler, hem bizlerden aldıkları mallarla sanayi şirketlerimizi zenginleştirmeye devam ediyorlar, hem de bu malların karşılığı olan ödemelerini yapabilmek için bizim finans şirketlerimizden aldıkları yüksek faizli kredilerle, her sene artan bir borç batağına sürükleniyorlar.

Bu arada, Özal bütün bunların yapılabilmesi için gereken kanunları yavaş yavaş çıkarmıştı. Bu ülke vahşi kapitalist sistemle o kadar çabuk uyum sağladı ki, bizim bile düşünemediğimiz hayali ihracat gibi vurgun yöntemleri keşfettiler. İnsanlar artık en kısa ve en kolay yönden servet yapmanın peşine düştüler. Rüşvet, devlet bankalarının çeşitli entrikalarla soyulmaları, banker skandalları birkaç örnek. Arkadaş, dost, aile gibi kavramlar unutuldu ve sadece parası olanlar itibar görmeye başladı. Bu arada, yerli sanayi can çekişiyor, küçük işletmelerden başlayarak yavaş yavaş büyük işletmelere doğru bir iflas dalgası yayılıyordu. Devlet işletmeleri ise bizim istediğimiz yöneticilerin atanmaları sağlanarak zarar ettiriliyordu. Sonunda bu işletmeler ya kapatılıyor, ya da özelleştirme hikayesiyle, ucuz fiyatlarla şirketlerimiz tarafından ele geçiriliyordu.

Beyni yıkandığı için temiz hayallerle işe başlayan Özal, sonunda bu sistemin gerçeklerini görerek kendisini de kapitalizmin çarklarına kaptırdı. Ailesini ve yakın çevresini zengin etmeye başladı. Öyle bir duruma geldiler ki Özal’ın çevresinde prens ve prensesler ortaya çıkmaya başlamış, biz ülke monarşizme dönüyor diyerek kaygılanmaya başlamıştık. Aslında tam bir komedi oynanıyormuş. Her neyse, ülke insanının tepkisini ölçmek için kendisinden Kürt devleti fikirlerinden bahsetmesini istedik. Fakat bu düşünceler kendisine pahalıya maloldu. Biz de Kürt devleti projemizi hayata geçirmek için *** denilen bir örgüt yaratıl. Bu örgütle uğraşmak ülke ekonomisine çok büyük zarar verdi ve şu anda koskoca Osmanlı İmparatorluğu2ndan geriye kalan bir avuç toprakta varlığını sürdüren Türkiye, bizim hiçbir istediğimiz geri çevirecek durumda değil. Sanırım yakın gelecekte topraklarından biraz daha, bir süre sonra da bizim için hala geçerli olan Sevr Antlaşması uyarınca hemen hemen tamamından fedakarlık etmek zorunda kalacak.

Rockefeller de sözü devralarak başlıyor;

Türkiye hakkında biraz daha durmak istiyorum; çünkü dünyadaki en stratejik konumdaki ülkedir ve bizim için çok önemlidir. Nedenlerine gelince:

Bir kere Büyük İsrail Devleti topraklarının su kaynaklarının önemli bir kısmı şu anda Türkiye’ye aittir.

İkincisi, Müslüman ve demokratik bir ülke olarak bu konuda öncü bir ülkedir. İslamiyeti yıkmak istiyorsak önce Türkiye’den başlamalıyız.

Üçüncüsü, Avrupa ve Asya arasında bir köprü durumdadır. Maden, petrol, doğalgaz gibi zengin yer altı kaynaklarına sahip Ortadoğu ve Kafkasya’ya hakim olmak istiyorsak bu ülke elimizin içinde olmalıdır. Ortadoğu hemen hemen elimizde sayılır. Kafkasya ve Orta Asya’daki diğer Türk devletleri de yakında darbelerle kargaşaya boğulacaklar ve avucumuzun içine düşecekler. Bu Türkler aslında birleşip bir araya gelseler karşılarında hiçbir güç duramaz. Bu yüzden böyle bir olasılığa karşı, ajanlarımız her an tetikte bekliyorlar. Türk devletlerinde kilit mevkilerdeki adamlarımız, aralarında en ufak bir yakınlaşma sezdiklerinde hemen istikrarı bozacak olaylar ve darbelerle bunu önlüyorlar.

Dördüncüsü, ülke bor madenleri bakımından dünyanın en zengin ülkesidir ve bu maden dünyada yakın bir gelecekte, petrolden bile daha önemli bir hale gelecek.

Beşincisi ve belki de en önemli olanı Türkler medeniyetin beşiğidir. Türkler, Milattan Önce 4.000’lerde Orta Asya’da yaşayan büyük bir felaketten sonra yaşadıkları yerleri terk edip, Mezopotamya’ya ve Rusya üzerinden Avrupa’ya gelen Aryanlar, yani dünyadaki en medeni olarak kabul ettiğimiz Ari Irk’tandırlar ve Avrupa’daki Finliler, Macarlar gibi bazı uluslar Türk kökenlidir. Ayrıca Anadolu’da büyük uygarlıklar kuran Hititler ve Asurlular’ın da Türk kökenli olma ihtimali yüksektir.

Milattan Önce 3.500 yıllarında Mezopotamya’da yaşamış olan Sümerler ilk yazıyı bulan, toplumda adaleti sağlamak için ilk yasaları çıkaran ve mahkemeleri kuran, ilk para kullanan ve vergi toplaya, ilk okul açan ve tekerleği bulan ulustur: yani dünya medeniyetinin başlangıç noktasıdır ve soyları tarihçilerimizin araştırmalarına göre Türk kökenli insanlardır. Çünkü Sümerler o bölgenin yerli halkı değildirler; yani göçebedirler ve tarihçilerimizin araştırmalarına göre “kız” manasına gelen “kır” kelimesi, “öküz” manasına gelen “ökür” kelimesi gibi bugüne kadar çözülebilen 1000 civarında Sümerce kelime ve “Ayağını yere sıkı bas, Tatlı söz yılanı deliğinden çıkarır, Sel gibi silip süpürmek, Yağ gibi erimek” gibi yüzlerce atasözü bugün Türkçe’de kullanılmaktadır. Sümerlerin Ay Tanrısı’nın simgesi olan “Yarımay”, bugün Türk bayrağında kullanılmaktadır. Roma ve Yunan medeniyetleri Sümerlerden oldukça fazla faydalanmışlardır; mesela yapılarındaki süslemeleri ve Tanrıları Sümer tapınaklarından gelir.

Fakat biz bunu örtbas etmek için, Milattan Önce 2.000 yıllarında, yani Sümerlerden 1.500 yıl sonra başlamış olmasına ve Yunan medeniyetini, dünyadaki ilk medeniyet olarak dünyaya tanıttık. Daha da ilginç olanı, Yunanlılardan önce Mısır Medeniyeti başlamıştır; ama onlar da ancak Sümerlerden 1000 sene sonra piramitlerini yapabilecek uygarlık düzeyine gelebilmişlerdir. Mayalar ve İknalar; Sümerlerden 2000 sene sonra ziguratlarını aynı biçimde yapmışlardır.

Medeniyetin beşiği olarak Türkleri kabul edemezdik; tam aksine binbir entrika ile bu kültür miraslarına el koyarak biz onları bütün dünyaya barbar, hak hukuk tanımayan bir toplum olarak tanıttık ve bunda da oldukça başarılı olduk. Sümer Kralları Urukagina ve Urnammu, çok tanrılı bir toplum kurarak, insanlar arasında adaleti sağlamak ve haksızlıkları önlemek için yasalar çıkararak, çağımız toplumlarına öncü olurlarken, bugün tek tanrılı bir toplum olan Türkiye’de bizim çalışmalarımız sonucu, fuhuş, rüşvet, hırsızlık, haksız kazanç ve gelir dağılımı aşırı düzeylerdir.

Aslında insanlar tarih kitaplarını açıp okusalar, bütün gerçeği görecekler ama insanoğlu için duyduğuna inanmak yeterlidir, okumak çok zor gelir.

Ben de o ana kadar en medeni ulus olarak İngilizleri görüyordum. Duydukları hiç hoşuma gitmeyince konuyu değiştirmek istedim.

“Dünya ülkelerini nasıl ele geçirmeyi düşünüyorsunuz?” diye sordum. Rothschild kendimden emin bir tavırla konuşmayı sürdürdü.

Rothschild: Sana tarihten örnekler vererek gücümüzü göstermek istiyorum; Birinci Dünya Savaşı, Avrupa’da bize karşı olan imparatorlukları dağıtmak ve en önemlisi Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalayarak Ortadoğu’daki petrol yataklarını ele geçirmek ve İsrail devletinin yolunu açmak için çıkarılmıştı. İsrail devletinin kurucusu sayılan Theodor Herlz, o zamanki Osmanlı Padişahı II. Abdülhamit’e giderek, bizim ailemizin desteğiyle Filistin topraklarını satın almak istedi. Fakat padişah bize karşı çıktı. Bizim için Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmak çok zor olmadı. Çünkü padişahlar genellikle Türk kadınları yerine, fethettikleri ülkelerden köle olarak getirdikleri başka din ve ırklara mensup kadınlarla evleniyorlardı. Tabii Hürem Sultan gibi bu kadınlar zamanla ülke yönetiminde söz sahibi oldular ve kendileri gibi yabancı kökenli adamlarıyla bizim istediğimiz gibi, ülkeyi yıkıma götüren bir şekilde yönetmeye başladılar. Padişahlar ise devlet yönetiminin emin ellerde olduğu düşüncesiyle zevk ve sefaya dalmışlardı. Bu da Osmanlı’nın çöküş devrini başlattı. Mason örgütleri tarafından kışkırtılan insanların çıkardıkları isyanlarla topraklar kaybedilmeye başlandı. Hazine plansız harcamalarla tüketildi. Savaş sonunda hedefimize ulaşmamıza az kalmıştı; ama Atatürk adında bir lider ortaya çıkarak planlarımızı bir süreliğine ertelememize neden oldu. Tabii ki sonuçta bizim finans ve silah sanayi şirketlerimiz servetlerini onlarca kez katladılar. I. Dünya Savaşı sonunda Monarşizm tez olarak, Demokrasi antitez olarak, Komünizm’i yani sentezi oluşturdu.

İkinci Dünya Savaşı’nın asıl sebebi şu an olduğu gibi dünyada başlayan ekonomik krizlerdi; diğer bir önemli neden ise Diaspora’nın yani kutsal topraklar dışında yaşayan Yahudilerin, yeni İsrail devletini kurmaya yardımcı olmamaları ve bu ülkeye dönmeyi kabul etmemeleriydi. Hitler’in bulunduğu mevkiye gelmesi ve Alman ulusunu büyülemesi, yine bizim tarafımızdan aldığı mali yardımlar sayesinde olmuştur. Harriman, Guaranty tröstü gibi Amerikan finans devleri, Alman çelik kralı Thyssen’ın mali yardımları ve Thule Örgütü’nün desteğiyle Hitler, dünya savaşı başlatacak güce erişiyordu. Bu iş için Hitler seçilmişti; çünkü Yahudilerden nefret ediyordu. Sebebi ise, babaannesi o zamanlar zengin bir Yahudinin yanında hizmetçi olarak çalışıyordu ve babaannesi bu Yahudi patronu tarafından hamile bırakılmış, durumdan haberdar olan evin hanımı tarafından evden kovulmuştu. Babaanne kucağında bir bebek ile, yani Hitler’in babasıyla, başka bir iş bulamayınca koyu Katolik olan baba evine geri dönmüştü. Hitler zamanla bu gerçeği öğrenmiş, Yahudilere kin duymaya başlamıştı. İsrail topraklarına dönmemekte ısrar eden Yahudileri korkutmak amacıyla birkaç katliama izin verildi ve söylenenden çok daha az kişinin öldüğü bu katliamlar kullanılarak sözde milyonların yok edildiği Yahudi katliamı senaryoları üretildi. Şimdi aynı katliam senaryosu Ermeni Soykırımı adı altında Türklere uygulanmaktadır. Bu saçma soykırım masalı Türklere yüklenecek ve böylece Türkiye yüz milyarlarca dolar tazminat ödemek zorunda kalacak. Bu da Türk ekonomisi için büyük bir darbe olacaktır.

Almanlar’dan nefret eden o zaman ki Siyonist başkanımız Einstein’ın Amerikan Başkanı Roosevelt’e bir öneri mektubu göndermesiyle atom bombası çalışmaları Manhattan Projesi altında başlatılmış ve kısa sürede sonuç alınmıştı. Ama bir sorun vardı, bu bomba çok güçlüydü ve deneme yapılabilmesi için Amerika’nın halkın desteğiyle savaşa girmesi gerekiyordu. Ayrıca Alman şehirlerinde çok sayıda Yahudi yaşıyordu; bu ülkeye atom bombası atılamazdı. Japonlar kışkırtıldı ve daha önceden haber alınmasına rağmen, halkın duygularıyla oynanarak desteğinin kazanabilmesi için yüzlerce Amerikan askerinin ölmesiyle sonuçlanan Pearl Harbor baskınına göz yumulmuş ve bu sorun da aşılmış oluyordu.

Ve böylece Büyük İsrail İmparatorluğu’nun temelini oluşturan İsrail Devleti 1948 yılında Rotschild Ailesi’nin cömert mali desteğiyle kuruldu. Ordo Ab Chaos yine işe yaramıştı. Bu arada savaşta iflas eden ülkelerin ekonomilerinin düzeltilmeleri için Harriman, Rockefeller, Vanderblit ve Rothschild finans kurumlarından aldıkları borç paralar devreye giriyordu.

Sovyetler Birliği, Hegel Diyalektiği gereği bir karşıt güç yaratılması gerektiği için, Amerikan International Barnsdall Corporation şirketinin verdiği ekipman ve yine Amerikan W.A Harriman Company ve Guaranty Tröstü tarafından verilen mali desteklerle petrol kuyuları ve maden yatakları açarak, ekonomisini geliştirdi. Bu arada dünya ülkeleri komünizm ve kapitalizm arasında seçimlerini yapmaya başlamışlar; Sovyetler Birliği’ne kapitalizmi savunan bizlere karşı eşit bir güç oluşturması ve bu oyunun sürdürülebilmesi için yeteri kadar ülke tahsis edilmişti.

Çin ise Amerikan Bechtel Corporation’ın verdiği teknoloji ve beyin gücüyle süper bir güç haline geldi. Bu ülke henüz kontrol edemediğimiz, dünyadaki tek ülke. Fakat Amerikan ekonomisine büyük katkıda bulunuyorlar; çünkü iş gücü çok ucuz, ayda 30 dolara çalışacak işçi bulmak bizim ülkelerimizde patronların en tatlı rüyası olurdu.

Size dünyadan kısa örnekler vererek konuşmamıza devam edeceğim; Vietnam savaşında, Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği silah endüstrileri, yeni imal ettiği silahları deneme fırsatı bulmuştu ve silah sanayisini canlandırmak için devlet, eskileri kullanarak elden çıkarmıştı. ‘Agent Orange’ adlı kimyasal silah ile bu zehirin bitkiler üzerinde ölümcül etkileri görülmüş oldu. Bir ülke ekonomisi batağa sürüklendi.

Kore savaşı ile bu ülke iyiye bölündü ve kalkınma hayalleri suya düştü. Böylece ülke ekonomisi tahrip edildi. Ayrıca bu ülkede mikrop bombaları ve dioksin gibi çeşitli zehirler ile biyolojik savaş denemeleri yapıldı.

Kamboçya’da Amerika ile ticaret yapmayı reddeden lider Sihanuk 1970 yılında bir darbe ile devrildi ve yerlerine ülkeyi kaosa sürükleyen Pol Pot ve Kızıl Kmerler geçirildi.

Tayland’da yine ülke yönetimi devrilerek yerine diktatörlük rejimi kuruldu. Ülke ekonomisi yıllarca bize çalıştı.

Endonezya devlet başkanı Suharto 1957-58 yıllarında Amerika Birleşik Devletleri’nin verdiği silahlarla Doğu Timor’u işgal etti ve yıllarca sürecek bir kaos yarattı, binlerce insan öldü.

Afganistan savaşı Ruslara silah sanayisini geliştirmek için büyük fırsatlar sunmuştur. Biz de yeni üretilen silahların etkilerini deneyebilmek için büyük bir fırsat yakalamıştık. Ayrıca ülke çok zengin yer altı kaynaklarına sahiptir. Afganistan yönetimi şu anda tamamen bizim kontrolümüz altındadır.

İran-Irak savaşı Saddam’a büyük vaatler yapılarak başlatıldı. İlk iş olarak birbirlerinin petrol kuyularını ve tesislerini bombaladılar. Tabii sonunda petrol zengini bu iki bizlerden daha fazla silah satın alıp savaşı kazanabilmek için ülke ekonomilerini iflas ettirecek düzeye getirdiler. Sonuçta bütün şehirleri ve petrol tesisleri yine bizler tarafından yeniden kurulacaktı. Bu de yine bizlerden daha fazla borç almakla mümkün oluyordu.

Saddam dolduruşa getirilerek başlatılan 1990 yılındaki Körfez savaşı, ile ırak ekonomisi bir kez daha çökertildi; Kuveyt’i tekrar inşa etmek için milyarlarca dolarlık iş bağlantıları yapıldı; Amerikan askerleri bölgeye ilelebet yerleşti. Bu savaşta test amacıyla tüketilmiş uranyum bombaları kullanıldı. Bu bombalar, etkisi yıllarca sürecek radyoaktif maddeler yayarak bölgedeki yüz binlerce insanın, tabii bu arada bizim askerlerimizin de ölmesine yol açtı, hala da insanları öldürmeye devam ediyorlar.

1990 Yugoslav savaşında salkım bombaları kullanıldı. Bu teknoloji harikası bombalar yere yaklaştıklarında yüzlerce küçük bombalara ayrışıyorlar ve yere düştüklerinde hala patlamamış olanlar her zaman aktif birer bomba olarak kurbanlarını bekliyorlar.

Rotthschild konuşmasına “Bu ülkelerin şimdi tamamen bizim kontrolümüz altında olduğunu sanırım söylememe gerek yok” diyerek ara verdi. Onun kaldığı yerden Rockefeller devam etti.

Zaire devletinin başına CIA destekli bir darbe ile 1965 yılında geçen Mobutu, George Bush’un deyimiyle Afrika’daki en iyi adamımız oldu.

Çad Hükümeti 1982 yılında bir darbe ile devrildi ve yerine diktatör Hissen Harbe geçirildi. Bu geçiş sırasında on binlerce insan öldü.

Yemen 1990 yılına kadar iki ayrı devlet halinde uzun yıllar birbirleriyle savaştılar. Bizim şirketlerimiz zenginleşmeye devam ettiler.

Guatemala’da hükümet, komünist rejim tehlikesi bahane edilerek CIA yardımıyla 1953 yılında devrildi ve bugüne kadar bizim tayin ettiğimiz askeri hükümetlerle ülke sonsuz bir kargaşa içinde yönetilmektedir.

Şili’de General Pinochet, 1973 yılında iktidarı ele geçirerek, yıllarca bizim isteklerimiz doğrultusunda ülkeyi yönetti. Amerika Birleşik Devletleri’ne aktardığı milyarlarca dolarla ülke ekonomisi bataklığa sürüklendi. Ülke insanları sefalet içinde yüzerken, bizler daha zengin olduk.

Brezilya da komünizmden kurtarılan bir diğer ülkeydi. Ülke yönetimi 1964 yılında bir darbe ile devrildi, ülke Amerika Birleşik Devletleri’nin Güney Amerika’daki en güvenilir müttefiklerinden biri oldu.

Dominik Cumhuriyeti, aynı şekilde 1963 yılında bir darbe ile bizim istediğimiz yöneticilere kavuştu. Ülkenin serveti bizlere aktı.

1990’lı yıllarda Kolombiya’da uyuşturucu ile mücadele etmek maskesi altında ülke yönetimi ele geçirildi. CIA bu ülkeden gelen uyuşturucu parasıyla dünyanın çeşitli ülkelerindeki operasyonlarını finanse ediyor.

Fiji, Grenada, Panama, Somali, El Salvador işgal edildi. Sarin, hardal gazı gibi sinir gazları halk üzerinde denendi. Yüz binlerce insan öldü ve hala ölmeye devam ediyor.

Bolivya, Gana, Ekvator, Haiti, Filipinler, Peru, Uruguay, Angola, Seyşel adaları gibi üçüncü dünya ülkelerinde yapılan darbeler ve karışıklıklar hep bizim planlarımızın bir parçasıydı.

Avrupa ülkelerinde kurulan İtalya Gladio’su benzeri istihbarat örgütleri sayesinde, bütün ülke yönetimlerini kontrol altında tutmaktayız.

İstanbul’daki sinagoglara yapılan saldırılar ve Madrid’deki tren bombalama olayları, bu ülkelere bizim isteklerimizi görmezden geldiklerini hatırlatmak için yaptırıldı.

New York İkiz Kuleler, Pentagon saldırıları, Kenya ve Suudi Arabistan’daki bombalama olayları ise tamamen bizim planlarımız doğrultusunda icra edildiler.

Ben “dünyada el atmadıkları başka ülke kaldı mı acaba” diye düşünüyordum. Rockefeller böyle beni şaşkınlığa uğratmanın zevkiyle içkisini bir yudumda bitirerek sözlerini tamamladı;

“Bu arada, bütün organizasyonların çok yüksek olan maliyetleri konusu var. Onların kaynağı ise vergiden muaf olan vakıflarımızın topladığı bağışlardan ve mafya ile olan bağlantılarımız sayesinde finanse diliyor. Dünyanın hiçbir ülkesine mafya veya kaçakçılık faaliyetleri, o devletin haberi ve izni olmadan yapılamaz. Yapılması için, üst kademelerde işbirlikçilerin olması gerekir. Bu işbirlikçiler gözünü para hırsı bürümüş insanlar seçilir ve bir kere bu işlere bulaşıldı mı, bir daha çıkış yoktur. Dünyanın her yerinde tamamen bizim kontrolümüz altında çalışan mafya, özellikle uyuşturucu ve silah kaçakçılığı ile ilgilenir, çünkü en tatlı para bu alanlardadır. Bu paradan biz en büyük payı alırız ve bu parayla birlikte masum görünüşlü vakıflarımızın desteğiyle bütün bu faaliyetlerimiz finanse edilir ve buna işbirlikçilere dağıtılan para ve rüşvetler dahildir.

Bu örnekler inanın bana sadece buzdağının dışarıdan görünen başı. Gördüğünüz gibi dünyanın her noktası kontrolümüz altında. Hegel Diyalektiği’nin amacımız doğrultusunda ne kadar çok işe yaradığını görüyorsunuz. Hiç düşündünüz mü, Kuzey Amerika ve Batı Avrupa ülkeleri vatandaşlarına rahat ve varlıklı yaşam olanakları sunarken, dünyanın diğer ülkelerinde neden sefalet ve bitmeyen bir kargaşa var? Çünkü bizim ırkımız seçilmiş ırktır, diğerleri sadece köledirler. Eğer yaşamak istiyorlarsa ömür boyu bize bu şekilde hizmet etmek zorundadırlar. Dünyadaki 5 milyar insanı bizim toplumlarımızdaki 1 milyar insan için çalışıyorlar. Bütün zenginlikleri bizim şirketlerimize ve dolayısıyla bizim ülkelerimize atkılıyor. Biz gelişmiş ülkeler, her geçen gün daha da zenginleşirken, üçüncü dünya ülkeleri, ekonomileri çökertilmiş, halkı uydurma savaşlar ve olaylarla sefalete sürüklenmiş çaresiz bir halde; refah içinde yaşayan işbirlikçi yöneticileri ve zengin tabakları bizim emirlerimizi bekliyorlar.

Çok yakında bizim işbirliği yapanlar yeni dünya hükümetinde kendi bölgelerini bizim idaremiz altında yönetecekler. Üçüncü sınıf ülkelerin halkları eğitim düzeylerine göre işçi olarak çalışacaklar, bizim gibi gelişmiş halkları da bunların üstünde bir hiyerarşi içinde yönetici olarak görev yapacaklar. Bu sınıfa giren ülke insanları için cumartesi günleri dışında bütün bayram ve tatil günleri kaldırılacak ve ancak karınlarını doyurabilecekleri bir maaş karşılığında, bütün yıl boyunca haftanın altı günü çalışacaklar. Bizim insanlarımız günün çok az bir kısmını çalışmaya ayıracak ve günün geri kalan kısmını zevk ve eğlenceyle geçirecekler.

Ben ilkönce bütün bu anlatılanları çok büyük hayaller olarak görmüştüm; ama diğer ülkelerin durumları aklıma gelince gerçekleşme olasılıklarının olduğunu hesapladım. Gerçekten de çok az televizyon seyretmeme rağmen savaş ve ayaklanma haberleri gözüme çarpıyor, açlıktan ve sefaletten sürünen insanları seyrettiğimi hatırlıyorum. Ama ben medya adamıydım ve bütün bunların sebeplerini araştıracak zamanım yoktu.

(…)
www.bilderberg.org
www.biltmore.com
www.cfr.org
www.chataeuversailles.com.fr
www.crystalinks.com/templars.html
www.elvis.com
www.masonluk.net
www.renneslechatueau.com
www.rockefellercenter.com
www.rosslynchapel.org.uk
www.rothschild.com
www.solomonstemple.com
www.trilateral.org
www.waddeston.org.uk

8 Ocak 2009 Perşembe

"Dönülmez Akşamın Ufku" Mu?


"Mehmetçik Gazze`ye gidebilir."


"AB Ortak Dış Politika ve Güvenlik Yüksek Temsilcisi Javier Solana, temaslarda bulunmak üzere Ankara'ya geldi. (AA-2009-01-07 22:44:15) "


"Komutanlar toplandı."


"Lübnan'dan İsrail'in kuzeyine füze saldırısı."







Son üç günlük haberler, bir hafta-onbeş gün içinde Gazze'ye Türk askerinin gideceğini gösteriyor. Sonrası? Hizbullah'ın üstlenmediği bir saldırı!... Cephe Lübnan'a, sonra da Suriye'ye mi kayacak? Adımlar o kadar aceleyle atılıyor ki, görünürde İstanbul, sütre gerisinde Kudüs-Tel Aviv merkezli Yeni Osmanlı Devleti, "Dönülmez Akşamın Ufkunda" mı yoksa? (Bkz. Yorumsuz Alıntı...)




6 Ocak 2009 Salı

SÖMÜRGECİLİK = EMPERYALİZM = KÜRESELCİLİK = SERBEST TİCARET = YENİ DÜNYA DÜZENİ = MEDENİYETLER ÇATIŞMASI/İTTİFAKI = DİNLERARASI DİYALOG





Bloga eklenilen bir önceki yazıyı ve Rockefeller'ın "Standard Oil için iyi olan Amerika içinde iyidir" sözlerinide dikkate alarak okunabilecek bilimsel bir kitap... Ve bazı satırlar...





Yeni Emperyalizm Ekonomisi, Uluslararası Kalkınma Birliği'nin Yeni Emperyalizmin Ekonomisi Konferans Tebliğleri 22-24 Ocak, 2004 Yeni Delhi,


Çev: Erdal Yüzak, Yeni Hayat Kütüphanesi, İstanbul, 2005.




*****



Bir üçüncü dünya ekonomisine ne zaman bir net otonom finansal giriş olsa, hükümetin önünde iki seçenek vardır; ya ülke parasının değerlenmesine izin verecektir ya da yabancı döviz rezervlerine ekleyecektir. Birinci yol fiilen ekonominin borçla finanse edilen sanayisizleştirilmesine yol açtığı, yani kişinin kendi yıkımını finanse etmek için “sıcak para” borç alması anlamına geldiği için hükümet döviz rezervlerine ekleme eğiliminde olur (tabii ki şayet hükümet bu gibi konularda kontrolü hala elinde tutuyorsa ve Merkez Bankası henüz “özerkleştirilmemiş” ise, ki bu sadece Fon-Bankası kontrolü altına alınmış olmanın örtmecesidir). (…) Üçüncü Dünya ülkeleri her durumda dev boyutlarda ve toplu halde finansal girişlerle çok ender olarak karşılaşırlar (…) Çıkışlar ise, bunun tam aksine, ani, toplu halde ve dev boyutlarda olabilir ve bu, ülke önemli ölçüde döviz rezervine sahip olduğunda bile meydana gelebilir.

(…)

Giriş ve çıkış hızları arasındaki bu asimetrinin bir sonucu olarak, çıkış meydana geldiğinde, önemli miktarda rezervlere sahip olunduğu durumlarda bile hükümetler ister istemez bazı “ayarlamalar” yaparlar. Bu ayarlamalar bazen kendi beyinlerinin ürünüdür, bazen de çaresizlik içinde başvurdukları Bretton Woods kurumları tarafından dayatılırlar; ancak bu önlemler daima, daha önce tartıştığımız deflasyonun yanı sıra “ekonomide güven ortamını yeniden inşa etmek” için finans alanında verilecek bazı rüşvetler içerir. Sevilen bir rüşvet türü ulusal varlıkların kelepir fiyatlarla teklif edilmesidir. (…) Bu tür özelleştirmeler genellikle ve en azından zaman içerisinde dahili varlıkların “ulusallaştırılmışlıktan çıkarılması”nı içerir.

Bu iki süreçle meydana gelir: Birincisi, kamuya ait varlıklar özelleştirme çerçevesinde “yatırımcılar arasında güven oluşturmak” amacıyla doğrudan “ulusallaştırılmışlıktan çıkarılır”; ikinci olarak da, bu tür dönemlerde “ayarlamalar” kredilerin sıkılaştırılması biçimini de aldığından dolayı bir çok yerli girişim, ister kamuya ister özel sektöre ait olsun, finansal güçlüklerle karşılaşırlar ve çok uluslu şirketler veya bankalar tarafından ele geçirirler.

(…)

Malların ve sermayenin ülkeler arasında serbestçe akışı üzerindeki tüm kısıtlamaların kaldırılması, şimdi merkezileşmenin küresel ölçekte meydana geldiğine delalet etmektedir; yani büyük sermaye dünya ölçeğinde küçük sermayeleri ele geçirmekte ya da elimine etmektedir. (…) Çok uluslu şirketlerin ya da daha genel olarak metropol sermayesinin Üçüncü Dünya ülkelerine ait sermayeleri ele geçirmesi ya da el koyması anlamına gelmektedir ki, bu bir “ulusallıktan çıkarma” sürecidir. İkinci düzenek ise hiç kuşkusuz, Irak örneğinde tanık olduğumuz gibi güç kullanmak suretiyledir: Dünyanın ikinci en büyük petrol rezervlerine sahip olan bir ülke en büyük emperyalist güç tarafından uluslararası meşruiyetin bütün kural ve normları ihlal edilerek düpedüz işgal edilmiş, petrol rezervlerine el koyulmuştur.

Emperyalizm daima, metropol sermayesinin dünyanın her tarafındaki diğer bütün ülkelerin kaynaklarını, varlıklarını ve zenginliklerini müsadere etmek ve gasp etmekle ilgilidir. (…) Savaş sonrası dönemdeki siyasi sömürgesizleşme sırasında Üçüncü Dünya ülkelerinin bir çoğu, yeraltı kaynakları ve diğer varlıklarının kontrolünü yeniden ele geçirmek için acılarla dolu ve uzun bir süreç yaşamışlardır (ve Arbenz’den Musaddık’a kadar sayısız hükümet, bu sürecin kurbanı olmuşlardır).

Büyük ülkeler, Bretton Woods kurumlarına esir düştüklerinde ya da neo-liberal politikalara bağlandıklarında, emperyalist hegemonya için gene de bir potansiyel tehdit oluştururlar. Dolayısıyla, yeni emperyalizmin önündeki büyük görev, onları “daha yönetilebilir” bütünler haline gelecek şekilde parçalamaktır. Bu amaç için kuvvet kullanımı zorunlu değildir. Neo-liberal rejim altında, büyük bütünlerin bölünmesi yönünde kendiliğinden bir eğilim zaten mevcuttur ve kuvvet kullanımına sadece belirli bazı durumlarda, öldürücü son darbeyi vurmak için ve o da sadece de jure (yasal) bir bölünmenin gerekli olduğu düşünülüyorsa de facto (fiili) bir bölünmenin yetersiz olduğu düşünülüyorsa başvurulabilir. Her şeyden önce, neo-liberal rejimlerde gelişen temel bir ikiye bölünme vardır; bir yanda kentli burjuvazi ve seçkinler, diğer yanda da işçi kitleleri, köylülük ve kırsal kesimdeki yoksullar. İkinci kısımdakiler neo-liberal rejimin sözde “faydalarından” dışlanır ve fiilen onun kurbanlarıyken, birinci kısımdakiler değişik derecelerde bundan yararlanırlar. (…) Kentli burjuvazi ve seçkinler daha önce oldukları gibi metropolün bir parçası haline gelirken ülkenin geri kalan kısmı sıkı bir şekilde “üçüncü dünya” içerisinde kalır.

Dolayısıyla sömürgecilik karşıtı mücadele ve sonrasındaki sömürgeciliğin tasfiyesi sırasında, “ulus” sözcüğünün emperyalizme karşı çıkmak anlamına geldiği döneme kıyasla, neo-liberal yönetim altında ulus düşüncesinin de parçalanma eğilimi vardır.

(…)

Kısacası, neo-liberal politikaları izlemesinin kendiliğinden etkisi, emperyalizmin büyük federal ekonomilerin değişik kurucu öğeleriyle doğrudan ilişki içinde olacağı koşulların yaratılmasıdır ki, bunun da mantıki sonucu ülkenin de facto parçalanmasıdır. Ancak bazen de de facto parçalanma de jure parçalanmaya dönüşür; ki bunun sebebi ya emperyalizm öyle istediği içindir (Sovyetler Birliği örneğinde olduğu gibi) ya da kurucu birimler arasındaki çelişkilerin de facto parçalanma ile körüklenmesiyle başa çıkılamaz derecede düşmanca bir hal almasıdır (Yugoslavya’da olduğu gibi).

Yukarıda değinilen parçalanma türlerinin her ikisi de halklar arasındaki etnik, dini, bölgesel ya da toplumsal ayrımların keskinleştirilmesi yönünde genel bir eğilim bağlamında tuzağa düşürülmekle meydana gelir. Bu tür ayrımlar her zaman mevcut olmakla birlikte sadece belirli durumlarda, özellikle de büyük ölçekli kitlesel işsizlik ortamında keskinleşirler. Neo-liberal rejim tasmasını çıkarıp serbest bıraktığı deflasyon ve sanayisizleştirme yoluyla, tam olarak bu büyük ölçekli kitlesel işsizliği yaratır. (…) Bir çok Üçüncü Dünya ülkesinde sömürgeciliğe karşı mücadelenin telkin ettiği kapsayıcı bir ulus kavramının yakalamış olduğu birlikte aidiyet duygusu, yeni emperyalizmin şiddetli saldırısı ile imha edilmekte; bu koşullar altında büyük federal devletlerin bütünlüklerini korumaları zorlaşmaktadır.

Yeni emperyalizmin özellikle dikkate değer yanı, kendiliğinden çalışma tarzının Üçüncü Dünya’da kendisine karşı tüm örgütlü direnişin zayıflamasına katkıda bulunmasıdır.

(…)

Finansın akışkanlığı sebebiyle, “küreselleşmiş finans”ın burgacına yakalanmış herhangi bir hükümetin, finansın kaprislerinin dikte ettiğinden farklı bir ekonomik politika paketi uygulama yönündeki bir çabası, sermaye kaçışı uyarıcısı olma riski taşıyacaktır ki, bu da en başta çıkarları adına bu politikaların tasarlandığı kitleler için felaketle sonuçlanma potansiyeli içerir. Dolayısıyla, Üçüncü Dünya hükümetleri, siyasi eğilimleri hangi yönde olursa olsun, ihtiyatlı davranmaya, fevkalade önemli “yatırımcı güvenini” muhafaza etmek ihtiyacı önünde eğilmeye, yani uluslararası finans kapitalin tercih ettiği politikaları izlemeye zorlanırlar. (…) Eğer bir ülke başlangıçta sermaye kontrolleri uygulamak suretiyle küreselleşmiş finansın burgacından kendisini kurtarabilirse, (…) bunu yapmaya cüret edecek herhangi bir devlet, emperyalizmin günümüzdeki tartışmasız lideri, yani ABD tarafından “Haydut Devlet” olarak damgalanacak ve ekonomik ambargodan, düpedüz silahlı işgale kadar uzanan çok geniş silahlar dizisiyle saldırıya uğrayacaktır. (Patnaik, Prabhat. “Yeni Emperyalizm”, Yeni Emperyalizmin Ekonomisi, Çev: Erdal Yüzak, Yeni Hayat Kütüphanesi, İstanbul, 2005, s. 54-58).

(…)


Eğer Afrika 19. Yüzyıl’da ve öncesinde Avrupalıların askeri saldırı silahlarına dayanan yağmacılığına ve emperyalizmine maruz kalmışsa, 20. Yüzyıl’daki köleleştirmenin doğası daha çok, Dünya Bankası ve IMF’nin makroekonomik politika “danışmanları” ve kalkınma “uzmanları” olarak konuşlandırdığı politika “tacirlerine” dayanmıştır.

Afrika ülkelerinin çoğunun Bretton Woods kurumlarının mikro-yinetimi altında ve “bağışçı” ülkelerin aktif kışkırtıcılığı ile geçirdiği yirmi yıl sonunda açıkça görülen politika başarısızlığı –kamu sağlığı başarılarındaki gerilemenin mikro-düzeydeki felaketlerinden, sosyal iç patlamaya kadar– yeterli bir tanıklıktır. (Adésina, Jimi O. “Kalkınma Krizinden Kalkınma Trajedisine: Afrika’nın Neo-liberalizmle Çatışması”, Yeni Emperyalizmin Ekonomisi, Çev: Erdal Yüzak, Yeni Hayat Kütüphanesi, İstanbul, 2005, s. 62).

(…)

Sermayenin varlığı ve işlevi için hayati önem taşıyan koşul emeğe komuta etme eylemini uygulayabilmektir. Bu olmadığı taktirde, sermaye sermaye olmaktan çıkar ve tarih sahnesinden yok olur. (Buturak, Gökhan ve Yeldan, Erinç. “Sermayenin Küreselleşmeye Cevabı: Gelişmekte Olan Ülkelerde Serbestleştirme Sonrası Fiyat Artırımlarının Uyum Kalıplarının Mukayeseli Analizi”, Yeni Emperyalizmin Ekonomisi, Çev: Erdal Yüzak, Yeni Hayat Kütüphanesi, İstanbul, 2005, s. 85).

(…)

Sistemin genel analiz öncesi görünümü, gelişmiş ülkelerin arzu ettikleri korumacı politikaları uygulamaya koymalarına imkan verirken, gelişmekte olan ülkelerde ticarette serbestleşmeyi ve buna ilişkin düzenlemeleri zorlamak suretiyle ortaya çıkan tek yönlü pazar erişimidir. (Keklik, Mümtaz. “Kalkınma ve Günümüzün Çok Taraflı Ticaret Sistemi: Birlikte Düşünülemeyecek İki Sözcük”, Yeni Emperyalizmin Ekonomisi, Çev: Erdal Yüzak, Yeni Hayat Kütüphanesi, İstanbul, 2005, s. 102).


(…)

1990’lı yılların sonlarında doğrudan yabancı yatırımlarda görülen büyük artışın, büyük çok uluslu şirketlerin, kamu şirketlerinden elektrik-su-doğalgaz şirketlerine uzanan aralıktaki önemli devlet varlıklarını ele geçirdikleri, bir çok ülkede özelleştirme güdüsünün ateşlediği birleşme ve devralmalardan kaynaklandığı açıkça görülmektedir. (Ghosh, Jayati. “Bölgeselcilik, Yabancı Yatırımlar ve Kontrol: Dünya Ticaret Örgütü Dışında Oyunun Yeni Kuralları”, Yeni Emperyalizmin Ekonomisi, Çev: Erdal Yüzak, Yeni Hayat Kütüphanesi, İstanbul, 2005, s. 146).

(…)

Mevcut eğilim, daha güçlü olan ortağın doğrudan ihracat çıkarlarının olduğu belirli sektörlerde önemli ölçüde serbestleştirme istenmesi ve daha fazla hizmetin anlaşmalara eklenmesi yönündedir. (Ghosh, a.g.m., s. 153).


(…)

Bir çok durumda, sermaye hesabının tamamen serbestleştirilmesinin gelişmekte olan ülkelerin çıkarlarına uygun olmadığına işaret etmektedir. (Epstein, Gerald., Grabel, Ilene ve K.S. Jomo. “Gelişmekte Olan Ülkelerde Sermaye Yönetim Teknikleri”, Yeni Emperyalizmin Ekonomisi, Çev: Erdal Yüzak, Yeni Hayat Kütüphanesi, İstanbul, 2005, s. 181).

(…)

Küresel devlet ekonomik yönetişim kuruluşlarının yapıları (…) Bunlar emperyal kartalın bir kanadını temsil ederler: Piyasa kurallarının küresel sermayenin en güçlü fraksiyonları tarafından yorumlandıkları şekilleriyle olabildiğince geniş bir alanda benimsenmeleri ve bu egemen oyuncuların tercih ettikleri yollarla tatbik edilmelerinin alanını genişletme yöntemi olarak çok taraflı müzakereleri tercih eden liberal enternasyonalistlerin kanadını. Emperyal kartalın diğer kanadı ise hareketlerini düşmanlarının oluşturdukları tehditlerle açıklayan ve diğerlerini baskıdan özgürleştirme arzusunun yaygın bir şekilde ve oldukça farklı bir şey olarak görüldüğü demir yumruğudur. Bill Clinton yönetimi, birinci yöntemi tercih etti. George W. Bush ise ikinci yöntemi doruklarına (veya belki de derinliklerine) taşıdı. Bu stratejik yönelimlerin her ikisi de gerek tarihsel ve gerekse de ideolojik olarak koşulludur ve zamanın belli bir noktasında vurgulanmayı gerektirirler. Her ikisi de emperyal egemenliğin aynı amacına hizmet ederler. Her ikisi de kapitalizmin gül rengi şafağından beri altında yatan sürekliliği yansıtan yollarla dünya sistemine şekil verdiler.

(…)

Niyetlerinin ulusal özerkliği azaltmak, ekonomik alandaki devlet egemenliği azaltmak ve sermayenin sosyal kısıtlardan uzak, serbestçe hareket edebileceği alanı genişletmek olmasıdır. (Tabb, William K. “Küresel Devlet Ekonomik Yönetişimini Anlamak”, Yeni Emperyalizmin Ekonomisi, Çev: Erdal Yüzak, Yeni Hayat Kütüphanesi, İstanbul, 2005, s. 236-238).

(…)

Hüküm verme sistemi daha güçlü olanlardan yanadır.

(…)

Kapitalizmin kalbinde çürümenin sınır tanımazlığını hatırda tutmakta yarar vardır. (Tabb, a.g.m., s. 247-248).

(…)

Ekonomi canlanırken “sıcak para” hızlı bir kar elde etmek için aceleyle gelir; fakat bu aynı zamanda finansal istikrarsızlığın tohumlarını atar.

(…)

Endonezya şimdi, doğrudan yabancı yatırımlar değil, kısa vadeli portföy yatırımları çekmektedir; fakat bu tür “sıcak para” sadece ülkenin yeni bir krize olan savunmasızlığını büyütmektedir.

(…)

Devlete ait işletmelerin ve arsa ve konut gibi kamuya ait diğer varlıkların özelleştirilmesi, neo-liberal ekonomik reformların bütünsel bir bileşeni olmuştur.

(…)

Oligarkların ekonomik gücünü muazzam bir şekilde artırmak suretiyle özelleştirme, olsa olsa daha fazla yolsuzluğa ve ekonomik rantların daha çılgınca kapışılmasına katkıda bulunmuştur. (McKinley, Terry. “Büyüme ve Yoksulluğu Azaltma İçin Ekonomik Politikalar: Yoksulluk Azaltma Stratejileri Çalışmaları, Neo-liberal Zorunlu Koşullar ve ‘Mutabakat Sonrası’ Alternatifler”, Yeni Emperyalizmin Ekonomisi, Çev: Erdal Yüzak, Yeni Hayat Kütüphanesi, İstanbul, 2005, s. 261-264).

(…)

Finansal başarısızlık bir potansiyel olarak ortaya çıktığında ya da gerçekleşme tehdidi görüldüğünde fonlar kurur ve sermaye kaçışı meydana gelir; sonuçta ortaya çıkan krizin yoğunluğunu arttırır. (Chandrasekhar, C.P. “Mali Serbestleştirme, Kırılganlık ve Riskin Sosyalizasyonu: Sermaye Kontrolleri İşe Yarayabilir Mi?”, Yeni Emperyalizmin Ekonomisi, Çev: Erdal Yüzak, Yeni Hayat Kütüphanesi, İstanbul, 2005, s. 298).

(…)

Finansal serbestleştirme yapıları parçalayarak, uluslararası eşitsizliğin yarattığı üretim yapılarının çeşitlendirilmesi suretiyle, büyümeyi güvence altına almanın zorluklarıyla başa çıkabilmek için geç sanayileşenlerin tarihsel olarak evrilmiş olan çok önemli bir aracını imha etmektedir. Bu da, tercihini bu tür bir serbestleştirme yönünde kullanan ülkelerde büyüme üzerinde, getirdiği deflasyonist eğilim dışında başka yollarla da çöküntüye yol açıcı etkilerde bulunmasının muhtemel olduğunu göstermektedir. (Chandrasekhar, a.g.m., s. 301).

(…)

Finansal serbestleşmenin sadece gelişmekte olan ülkeleri krize eğilimli hale getirmekle kalmayıp bir de deflasyon ortamına girmeye zorlamasıdır; bu ortam da büyüme ve insani gelişmeyi olumsuz yönde etkiler, dahili varlıkların yabancı yatırımcılar tarafından kelepir fiyatlarla ele geçirilmelerine imkan verir. (Chandrasekhar, a.g.m., s. 319).

(…)

Görünüşe bakılırsa, bazı ekonomik politikaların demokratik karar alma sürecine tabi tutulamayacak kadar önemli oldukları anlaşılmaktadır. (McKinley, a.g.m., s. 260).

(…)

“Herkes başının çaresine baksın, arkada kalanı bırak şeytan kapsın.” (Adésina, a.g.m., s. 82).

(…)

“Um outro mundo é possivél! – Başka bir dünya mümkündür” (Yeldan, Erinç. “Önsöz 2001’den 2005’e Dünya Sosyal Forumları”, Yeni Emperyalizmin Ekonomisi, Çev: Erdal Yüzak, Yeni Hayat Kütüphanesi, İstanbul, 2005, s.y.).

(…)

“Gezegenimiz satılık bir ticari mal değildir.” (Yeldan, a.g.e., s.y.).

(…)

“Aynı dillerde konuşuyor olmamız, aynı düşleri paylaşmamızı engellemiyor.” (Yeldan, a.g.e., s.y.).

(…)

Amerika’nın “refahının” bedeli diğerlerinin durgunluğudur.

(…)

“Avrupa ya sola gidecek ya da olmayacaktır.”

(…)

Amerika’nın çıkarları parçalanmadan hiçbir sosyal ve demokratik ilerleme olmayacaktır. (Amin, Samir. “Günümüz Emperyalizminin Jeopolitiği”, Yeni Emperyalizmin Ekonomisi, Çev: Erdal Yüzak, Yeni Hayat Kütüphanesi, İstanbul, 2005, s. 21-22).

(…)

ABD’nin seçtiği ve ast konumdaki Avrupalı müttefiklerinin takip ettikleri yol, sadece kesin olarak yanlış olan yol olmayıp aynı zamanda, operasyonun gerçek hedeflerini gizleyen ve bizim öyle inanmamızı sağlamaya çabalayan medya yıldırım savaşına karşın insan haklarına saygı ile de hiçbir ilgisi bulunmaktadır. (Amin, a.g.m. s. 25).

(…)

Dünya’nın her kısmında, büyüyen bir ortak heyecanla şu sesi duyalım: ABD Evine Dön! (Amin, a.g.m. s. 31).

Paranın Gücü: Rothschild Ailesi (*)





Özellikle 19. yüzyılda Avrupalıların aldığı birçok hayati kararın perde arkasında varlığını hissettiren bu Musevi banker aile, Osmanlı’nın yıkılmasında da etkili olmuştur. Ailenin kurucusu olan Mayer Amschel Rothschild (1744-1812), Frankfurt’un Yahudi mahallesinde (Frankfurter Judengasse) yaşayan bir bankerdi. Henüz 6 yaşında iken ailesi ile birlikte bu mahalleye yerleşmiş, çocukluğu babası Moses Amschel Bauer’in açtığı ve para değiş tokuşu, kuyumculuk ve tekstil üzerine çalışan dükkanda, ona yardımcı olarak geçmişti. Babasının ölümünden sonra Hannover’de Oppenheimer’in yanında bankacılık işlerinde çırak olarak çalışmış ve kendini kanıtlayarak onun genç ortağı durumuna gelmişti. İşte bu aşamada Rothschild soyadını alıp, [bauer almancada çiftçi demektir. asalet çağrıştıran Rothschild 'al kalkan' anlamına gelir.æ] bir banker olarak Frankfurt’taki baba ocağına dönmüştü.


Kırılan gururların bitmeyen intikamı


Ne var ki paranın getirdiği belirli bir saygınlığa karşın, yine de bu bölgede yaşayan diğer Yahudilere uygulanan birçok küçük düşürücü sınırlama, onun için de geçerli olmaya devam etti. 13. yüzyıldan beri Yahudilere ‘teşhis edilebilmeleri’ için kıyafetlerinde göğüslerinin üzerinde taşıtılan sarı halka (nam-ı diğer sarı leke), onun kıyafetleri için de, aşağılayıcı bir aksesuardı. Ayrıca o da, diğer Yahudi komşuları gibi, ailesini koluna takıp, akşamları ya da tatil günleri mahallenin dışına çıkamazdı. Çünkü, iş saatleri dışında söz konusu mahalleden [getto] çıkmak, Yahudiler için yasaktı! bu mahallede evlenmek için bile sıraya giriliyordu. Çünkü yılda en fazla 12 düğüne izin veriliyordu!


Bir çok aile şirketinin örnek aldığı vasiyet!


Bu şartlarda 5 erkek ve 5 kız çocuğu yetiştiren baba Rothschild, öldüğünde ailesine şunları vasiyet etti:
* İş yerinde kilit işlevindeki önemli pozisyonlar, sadece aileden kişilere emanet edilecektir..
* İşlerde ailenin sadece erkek üyeleri görev alacaktır.
* Ailenin çoğunluğu karşı bir karar almadıkça, her zaman en büyük oğlun en büyük oğlu, ailenin başkanıdır..
* Ailede evlilikler, birinci veya ikinci dereceden kuzenler arasında gerçekleştirilecektir.
* Hukuki bir envanter tanzimi ve servet neşri asla yapılmayacaktır.


Rothschild’in ölümünden sonra oğulları Avrupa’nın en önemli merkezlerine gidip, bankerlik faaliyetlerini oralarda sürdürdüler. Ailenin en büyük oğlu olan ve babası ile aynı adı taşıyan Amschel Mayer Rothschild (1773-1855) Frankfurt’ta kaldı ve bankerliğe babasının bıraktığı yerden devam etti.


Salomon Rothschild (1774-1855) bankerlik hizmetlerine Avusturya’da başladı. Ülkedeki tren yollarının yapımını da üstlenen Rothschild, Avusturya’nın en zenginleri arasına girdi. Kurduğu bankanın bir devamı olarak 1855’te faaliyete geçen Viyana’daki Credit Anstalt , onun torunu olan Albert Salomon Anselm Freiherr von Rothschild’in döneminde Reji Şirketi’ni kuran sermayedarlardan biri oldu.


Nathan Mayer Rothschild (1777-1836) ise ailenin İngiltere kolunu oluşturdu. Oraya tekstil tüccarı olarak gidip, 18 yıl sonra Londra’da bugün de faaliyette olan N.M.Rothschilds & Sons Bankası’nı kuran bu üçüncü kardeş, İngiltere ’de öylesine etkili ve zengin oldu ki, Waterloo savaşında bile hangi aşamalarda hisse satıp, hangi aşamalarda hisse alımı yapılması gerektiğini bilebildi. [“top sesinde al, piyano sesinde sat” Kuralı onundur.æ] Savaş sırasında çarpışan taraflara borç veren aile, buğday, pamuk, sömürgelerden gelen ürünler ve silah gibi malların ticaretini, gerektiğinde kaçakçılığını da yaptı. Ayrıca Napoleon’un İngiliz ticaretinden uzak tutmaya çalıştığı kara Avrupası ile Britanya Adaları arasındaki uluslar arası ödemelerin transferlerini gerçekleştiren Rothschild Ailesi, bu dönemde çok büyük bir servet biriktirdi.


Elmas için Afrikalılar’a, tütün için Türkler’e kıydılar. Onunla aynı adı taşıyan torunu Nathan Mayer Rothschild (1840-1915) ise, Baron ünvanı alan ilk Rothschild oldu. Kral 7. Eduard’ın çocukluk arkadaşı olan Rothschild, İngiliz Lordlar Kamarası’nda 24 yıl boyunca üyelik yapmanın yanı sıra, yaklaşık 40 yıl boyunca da birleşik sinegogların (United Synagogue) başkanı olarak görev aldı. İngiltere’yi Güney Afrika sömürgeciliğinde destekleyen Baron 1. Rothschild, yine bir Yahudi olan De Beer’in kurucusu Cecil Rhodes’i finanse edip, onunla birlikte güney Afrika elmasının nimetlerinden yararlanırken, yerli halk korkunç katliamlarla karşı karşıya kalmıştı. [Ellerindeki tütünü çok ucuza kapatmaya çalışan Rothschild’lerin Reji Şirketi’nden tütününü kaçırıp, biraz daha pahalıya başkalarına satmaya çalışan türk tütün üreticileri de kendi topraklarında 'kaçakçı' durumuna düşürülmüş ve Reji Şirketi’nin tuttuğu kolcular tarafından acımasızca öldürülmüşlerdi. æ]


Suç kimdeydi?… Rothschild’ler gibi, ‘parayı veririm, istediğimi alırım. İster unvan (baronluk), ister ülke (örneğin İsrail), canım ne isterse alırım’ diyen para hükümdarlarının mı, yoksa ‘liberal’ politikalar uygulayan devlet yöneticilerinin mi?..


Kutsal topraklara adım adım…


Baron 1. Rothschild’in en büyük arzusu, kutsal topraklarda İsrail devletinin kurulmasıydı. 1875 yılında İngiltere için çok büyük önemi olan Süveyş Kanalı Kumpanyasının hisselerinin çoğunu alabilsin diye, Kraliçe Viktorya’ya birkaç saat içinde 4 milyon sterlin bulan Rothschild ailesi, politik iradede gittikçe daha büyük güç sahibi oluyordu.


Bu arada Osmanlı İmparatorluğu, kendine bağlı farklı milletlerin başkaldırmaları ile uğraşırken, Rusya ile süren savaşlarla başlayan dış borçları onu iyice zor duruma sokmuştu. Sonunda, sözde müttefiklerin inceden inceye yaptıkları plan bir bir gerçekleşti ve Osmanlı Devleti, Kutsal Toprakları da sonunda İngiltere’ye kaptırdı. İşte, Rothschild Ailesi için, 100 yılı aşkındır sürdürülen en büyük düş, artık gerçekleşebilecek duruma gelmişti. Belki de bu aileyi, Frankfurt’taki Yahudi Mahallesi’nden bugünlere kadar getiren ‘hırs’ bu istek olmuştu.Baron 1. Rothschild’in oğlu, Baron 2. Rothschild, yani Lionel Walter Rothschild, ailenin bu isteğini gerçekleştirmeyi başardı.


1. Balfour Deklarasyonu, onlara yollanan bir mektuptu!


Ailenin Britanya İmparatorluğu üzerine baskısı o derece büyüktü ki, İngiliz savaş kabinesinde Dışişleri Bakanı olan Lord Arthur Balfour, 2 Kasım 1917 tarihinde uluslararası Siyonist hareketin liderlerinden sayılan Lord Rothschild’e bir mektup göndererek, Filistin topraklarında bir Musevi devleti kurulması konusunda İngiliz hükümetinin destek vereceğini bildirdi. Tarihe 1. Balfour Deklarasyonu olarak geçen bu mektuptan sonra söylenenler bir bir gerçekleştirilmiştir. Mektubun gönderildiği tarihte Filistin topraklarının henüz Osmanlı’da olduğu düşünülürse, yaklaşık bir ay sonra buraları ele geçiren İngiliz askerlerin nasıl da planlı olarak oralara yollandığı anlaşılır. Peki ama bu plan gerçek anlamda ne zaman yapılmaya başlanmıştı?…


Çeşitli kışkırtmalarla savaşlara sürüklenen Osmanlı’nın o zamanlar yanında dostu olarak görünen İngiltere (ve Fransa) ve ona borç vermek için çırpınan Yahudi bankerler… demek ki her şeyi o zamandan planlanmıştı?.. Reji Şirketi de, bu planın sadece bir parçasıydı…


Sonunda İsrail devletini kurdular


Sonuçta, Balfour’un bu mektubu üzerine yürütülen girişimler, 1918 yılında Fransa’nın, hemen ardından da İtalya’nın desteğini sağladı. ABD başkanı Thomas Woodrow Wilson da, 1918 yılının Ekim ayında deklarasyonu desteklediklerini açıkladı. Söz konusu deklarasyon, Orta Doğu’da bir İsrail Devletinin kurulmasına giden sürecin önemli bir kilometre taşı olmuştur.


Kalman Rothschild (1788-1855): Kendini daha sonraları Carl Mayer von Rothschild olarak anan bu dördüncü kardeş, ağabeyi Salomon Rothschild’in verdiği görevle önce Napoli’ye gitti. Orada, Avusturya birlikleri için gönderilen paraya göz kulak oldu ve Sicilya’da Rothschild şubesi kurdu. Ancak bu, 1863’e kadar açık kalabildi.İtalyada tutunamadılar..


Fransa’daki etkileri Mitterand’dan sonra azaldı


Jakop Rothschild (1792-1868) Bu en küçük kardeş de Paris’e gidip, orada banka kurdu ve iki ayrı kralın parasal danışmanlığını yapıp, Fransa’da ailesi için çok etkili bir konuma geldi. Adını da James de Rothschild olarak değiştirdi. Kurduğu banka 1982 yılında Mitterand hükümeti tarafından diğer bankalarla birlikte devletleştirildi. O zamandan beri daha küçük bir Rothschild & Cie Banque adı altında bir bankaları faaliyet gösteriyor. Ağabeyi Salomon’un kızı ile yani kendi yeğeni ile evlenen James de Rothschild’in bu evlilikten beş çocuğu oldu.


Osmanlı’yı borçlardıran paraların çoğu onların kasasından çıkmıştı. İşte burada gördüğümüz gibi, Almanya’nın Frankfurt şehrindeki Yahudi Mahallesi’nden çıkıp, Prusya, Avusturya, İngiltere ve Fransa’da yönetimler için çok etkili birer finansör haline gelen Rothschild Ailesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünde de çok önemli bir rol oynamıştır. Osmanlı’ya kaşıkla verilip, kepçeyle geri alınan dış borçların çoğu onların kasasından çıkarken, Osmanlı’yı bu borçlara iten birçok savaşın arka planında bile bu ailenin gölgesinin bulunduğu iddia edilmektedir. Hatta, yaptıkları baskılarla İsrail’in kurulmasında büyük söz sahibi olan bu ailenin, Filistinliler’e ait topraklarının satın alınmasında da, kasalarını sonuna kadar açtıkları ifade edilmektedir. Aileyi kuran baba Rothschild’in oğullarına ve torunlarına vasiyet ettiği üzere, aile, işlerini genellikle el altından yapmaya çalışmıştı…[Bu gün, ABD FED dahil, dünyayı yöneten 12 aileden biri Rothschild ailesidir. æ]

(*) Alıntı




4 Ocak 2009 Pazar

BİR KAÇ PARAGRAF...

Dünya sahnesinde dönen soytarılığın farkındasınız değil mi? Güçlü haklıdır değil mi? Nerede o Türk Ordusuna "hemen çık" diye çemkiren soytarı aydınlar? Neredesiniz?

*****

Akşam tvleri gezerken bir evlilik programına konuk olarak katılan Yıldız Tilbe'ye rastladık. Gıyabında tanıdığımız Yıldız Tilbe; Allah senden razı olsun...

*****



Milli irade diyenlere bir kaç söz: Milli irade, 4 Ocak'ta Çağlayan'da idi. "Melanet"lerden nasıl iyilik doğuruyor Yüce Allah!... Yıllardır sağ, sol, komünist vs. diye böldüğünüz insanlar nasılda birleşti... Gayrısını kukla krallar düşünsün artık...

*****


Bir lafta oy verecek olana; küfrediyorsunda oyuna da sahip çık kardeşim... Hem milli hem emperyalist olunmaz!...



Son söz: Her sakallıyı dedeniz sanmayacağınız gibi her secde edeni de Müslüman zannetmeyin... deriz biz... Söylemesi...



*****



EK-5 Ocak : Mehmetçik Filistin'e gidecekmiş!... Niye? Telafer bombalanırken kimsenin sesi çıkmıyordu? Bu arada Lübnan'da ne yapıyor Mehmetçik; birileri açıklasa? Mehmetçik niye gidecek Gazze'ye; İsrail ile savaşmaya mı? Yoksa İsrail, Gazze'de işini bitirince, dümeni once Lübnan'a sonra Suriye'ye mi kıracak? Mehmetçik, Gazze'de İsrail'in arkasını mı koruyacak? İsrail Dış İşleri Bakanı sırıtarak "bu iş uzun sürecek" derken, ne kadar bir zamandan söz ediyordu? Cevap bekleyen çooook soru var....

1 Ocak 2009 Perşembe

YILIN İLK KAYDI...


ÖNCELİKLE

SEN VE ARKADAŞLARIN, TÜKENMİŞ BİR ÜLKEDE,
ON YILDA, SIFIRDAN, 140 FABRİKA AÇMIŞTINIZ...
ISRARLA G.M.K....


YILIN İLK FIKRASI: "EVROPA BİRLİĞİ" (*)




Yıl 2050. AB Komisyonu Başkanı odasında otururken,yardımcısı içeriye heyecanla girer:

- Efendim, Türkiye tüm isteklerimizi yerine getirdi. OnlarıAB'ye alacak mıyız? Başkan:
- Yok canım, henüz olmaz. Git, duyur, tüm Türkiye İngilizce konuşacak, Türkçe'yi yasaklıyorum.
- Efendim, onu 5 sene önce yaptılar. Hatırlamıyor musunuz?
- O zaman Kıbrıs'ı versinler...
- Efendim, onu da 40 sene önce verdiler zaten...
- O zaman söyle Güneydoğu'ya özerklik versinler.
- Aman efendim, Türkiye'de Güneydoğu mu kaldı, 2020'de bağımsız bir devlet oldu ya orası zaten...
- O zaman söyle (sözde) Ermeni soykırımını tanısınlar.
- Efendim, sadece Ermeni değil, Pontus, Yunan, Bulgar, Rus, Ukrayna,Moldova soykırımını bile tanıdılar, hatta Çanakkale Savaşından dolayıİngiliz, Avustralya, Yeni Zelanda soykırımını bile tanıdılar ya... Nasıl unuttunuz.
- Hmm. O zaman söyle kokoreç yasaklansın.
- Aman efendim, onu yemeyi 2008'de bıraktılar.
- İsa aşkına, ya ne bileyim? Kınayı yasaklayın, yakmasınlar.
- Ooooo, beyefendi. Onu da çoktan bıraktılar. Başkan düşünüp taşınır ve:
- EEEE... DAĞITIN O ZAMAN AVRUPA BİRLİĞİ'Nİ...





(*) Alıntı

--------------------------------------------------------------






EK : Parası olanın doğalgaz sistemi kurabildiği bir ülkede, gençlerimizin de diğer vatandaşlar gibi Allah'a emanet olması normal değil midir? Her olay sonrasında olduğu gibi 1-2 gün konuşulacak, sonrada herkes olayına dönecek, ateş düştüğü yeri yakacak...Suçlu kim? Allah sabır versin...