Adam gelmiş 62 yaşına, cüssesinin ve kişiliğinin kaldıramayacağı ne kadar makam-mevki varsa sırayla oturmuş; şimdi de gözünü daha yüksek rakımlara diktiğini ayân beyan haykıracağım diye kirletmediği değer, çürütmediği kavram bırakmıyor. Konuştukça ruhlarımız çöplüğe dönüyor, ağzını açtıkça dünyayla irtibatımızı kesip inzivaya çekilme isteğine kapılıyoruz. “Her şey senin olsun, yeter ki sus; yeter ki o pişkin suratını televizyon ekranından uzatma!” diye yalvarasımız geliyor…
Şımarıklık, sorumsuzluk had safhada. Siyasi hayatında “başarı” namına tek bir örnek yok ama demagoji, ortalığı karıştırma, mağduru oynama, kin kusma deyince ikinci bir rakip bulamazsınız. Şaklaban, mağrur, bencil ve acımasız…
Hayatta acıdığı tek bir kişi var, o da kendisi. Kendine ne zaman acısa ağlamaya başlıyor ve onun ağlamasıyla birlikte başlıyor müthiş bir çevre kirlenmesi. Bu adam ağlamaya başlamışsa, anlıyoruz ki aç nefsi başta kendisi olmak üzere hepimize yeni bir oyun hazırlıyor. İçinde sürekli “Sen daha yukarılarda olmalısın, daha ön planda olmalısın, ikincil roller sana yakışmıyor” diye fısıldayan bir sesle dolaşıyor.
Aslında refikleriyle de sorunlu. “Üçüncü adam” olmayı bir türlü hazmedemiyor. “Birinci adam” olma fırsatını açıkça “Beni aday gösterin” diyemediği için kaçırdı. O noktada gösterdiği bu basiretsizlik üç yıldır içini yakıp kavuruyor. Mütevazı görünmek pahasına kaçırdığı post için ağıt yakıyor.
Hayatı travmalarla dolu. Tarihte hep kaybetmiş ve aslında hep kaybedecek olanların ruhları tarafından ele geçirilmiş zavallı bir zombi. Hayatının tek amacı, bu kötü ruhların intikamını almak. Bu ülkeyle, bu ülkenin temellerini oluşturan bütün değerlerle sorunu var. Her fırsatta kin kusuyor, kendince alaya alıyor, dalgasını geçiyor.
Bunu yaparken de orta malı esprilerden, reytingi yüksek eğlence programlarından başka referansı yok. Kullandığı her kelimeden yaşına başına yakışmayan ilgi alanlarına sahip olduğunu, vaktini ucuz televizyon programları seyrederek geçirdiğini, kaderin ve tarihin kahredici bir oyunu sonucu kendisine teslim edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti kurumlarına karşı hiçbir sorumluluk duymadığını, gününü gün etmekle meşgul olduğunu anlıyoruz.
Suratta devamlı ağlamakla sırıtmak arası bir ifade. Duruma göre biri veya diğeri devreye giriyor.Bazen konuşurken sesi titremeye başlıyor, sonra ardından hüngür hüngür bir ağlama geliyor. Koskoca adam kameraların önünde hiç hicap duymadan kadın gibi ağlıyor. Konuştuğu konuyla ağladığı konunun çoğu zaman alâkası bulunmuyor ama olsun, onun canı ağlamak istiyor. Çünkü hayatı zavallı olmak, zavallılığı oynamak ve zavallılıktan medet ummakla geçmiş. Bundan başka “kazanma” yöntemi bilmiyor.
Bazen de üstüne şımarık bir neşe geliyor. Gülmesini kontrol edemiyor, ergenlik çağındaki delikanlılar gibi kızarıp bozararak kötü espriler yapmaya başlıyor. Bu kontrolsüz neşe ne zaman ağlamaya dönüşecek diye ekran başında endişeye kapılıyorsunuz. Tam bir nevrotik. Kişiliği uç noktalarla merkez arasında sürekli gidip gidip geliyor. Bu çarpık ruh hali çevreyi rahatsız etmeye başlayınca, başından geçmiş bir aile faciası hatırlatılıyor, “Büyük bir acı yaşadı, anlamak lazım” diyerek merhamet duygularına sığınılmak isteniyor. Oysa, sevdiklerimizi kaybetmek, bizi daha kaderci, daha sakin yapmaz mı? Hırslarımızdan daha fazla arınmaz mıyız?
Ama hayır, hayatın bu kuralı onun için geçerli değil. Oturmamış bir kişilik, doymayan bir ruh ve hiç sönmeyen intikam ateşi…
Abartma, ortalığı birbirine katma, kendini dünyanın merkezi zannetme, yel değirmenleri ile savaş, maceracılık, devletin kurumları birbirine girdikçe surata yerleşen o arsız mutluluk…
O iflah olmaz şımarıklık, doymamışlık…
Ağız ishali olma, lafın nereye gideceğini bilemeyiş, kalıbının adamı olamayış…
Kıpır kıpır gözler, oynak bir kişilik ve bütün bunların arkasında saklı duran sefil bir korkaklık…
Televizyonda karşınıza her çıktığında ona dikkatlice bakın. Her gün biraz daha uçuruma yaklaşan ülkemizin en temel sorununun, “yavşaklık” olduğunu görmeye başlayacaksınız…
Şımarıklık, sorumsuzluk had safhada. Siyasi hayatında “başarı” namına tek bir örnek yok ama demagoji, ortalığı karıştırma, mağduru oynama, kin kusma deyince ikinci bir rakip bulamazsınız. Şaklaban, mağrur, bencil ve acımasız…
Hayatta acıdığı tek bir kişi var, o da kendisi. Kendine ne zaman acısa ağlamaya başlıyor ve onun ağlamasıyla birlikte başlıyor müthiş bir çevre kirlenmesi. Bu adam ağlamaya başlamışsa, anlıyoruz ki aç nefsi başta kendisi olmak üzere hepimize yeni bir oyun hazırlıyor. İçinde sürekli “Sen daha yukarılarda olmalısın, daha ön planda olmalısın, ikincil roller sana yakışmıyor” diye fısıldayan bir sesle dolaşıyor.
Aslında refikleriyle de sorunlu. “Üçüncü adam” olmayı bir türlü hazmedemiyor. “Birinci adam” olma fırsatını açıkça “Beni aday gösterin” diyemediği için kaçırdı. O noktada gösterdiği bu basiretsizlik üç yıldır içini yakıp kavuruyor. Mütevazı görünmek pahasına kaçırdığı post için ağıt yakıyor.
Hayatı travmalarla dolu. Tarihte hep kaybetmiş ve aslında hep kaybedecek olanların ruhları tarafından ele geçirilmiş zavallı bir zombi. Hayatının tek amacı, bu kötü ruhların intikamını almak. Bu ülkeyle, bu ülkenin temellerini oluşturan bütün değerlerle sorunu var. Her fırsatta kin kusuyor, kendince alaya alıyor, dalgasını geçiyor.
Bunu yaparken de orta malı esprilerden, reytingi yüksek eğlence programlarından başka referansı yok. Kullandığı her kelimeden yaşına başına yakışmayan ilgi alanlarına sahip olduğunu, vaktini ucuz televizyon programları seyrederek geçirdiğini, kaderin ve tarihin kahredici bir oyunu sonucu kendisine teslim edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti kurumlarına karşı hiçbir sorumluluk duymadığını, gününü gün etmekle meşgul olduğunu anlıyoruz.
Suratta devamlı ağlamakla sırıtmak arası bir ifade. Duruma göre biri veya diğeri devreye giriyor.Bazen konuşurken sesi titremeye başlıyor, sonra ardından hüngür hüngür bir ağlama geliyor. Koskoca adam kameraların önünde hiç hicap duymadan kadın gibi ağlıyor. Konuştuğu konuyla ağladığı konunun çoğu zaman alâkası bulunmuyor ama olsun, onun canı ağlamak istiyor. Çünkü hayatı zavallı olmak, zavallılığı oynamak ve zavallılıktan medet ummakla geçmiş. Bundan başka “kazanma” yöntemi bilmiyor.
Bazen de üstüne şımarık bir neşe geliyor. Gülmesini kontrol edemiyor, ergenlik çağındaki delikanlılar gibi kızarıp bozararak kötü espriler yapmaya başlıyor. Bu kontrolsüz neşe ne zaman ağlamaya dönüşecek diye ekran başında endişeye kapılıyorsunuz. Tam bir nevrotik. Kişiliği uç noktalarla merkez arasında sürekli gidip gidip geliyor. Bu çarpık ruh hali çevreyi rahatsız etmeye başlayınca, başından geçmiş bir aile faciası hatırlatılıyor, “Büyük bir acı yaşadı, anlamak lazım” diyerek merhamet duygularına sığınılmak isteniyor. Oysa, sevdiklerimizi kaybetmek, bizi daha kaderci, daha sakin yapmaz mı? Hırslarımızdan daha fazla arınmaz mıyız?
Ama hayır, hayatın bu kuralı onun için geçerli değil. Oturmamış bir kişilik, doymayan bir ruh ve hiç sönmeyen intikam ateşi…
Abartma, ortalığı birbirine katma, kendini dünyanın merkezi zannetme, yel değirmenleri ile savaş, maceracılık, devletin kurumları birbirine girdikçe surata yerleşen o arsız mutluluk…
O iflah olmaz şımarıklık, doymamışlık…
Ağız ishali olma, lafın nereye gideceğini bilemeyiş, kalıbının adamı olamayış…
Kıpır kıpır gözler, oynak bir kişilik ve bütün bunların arkasında saklı duran sefil bir korkaklık…
Televizyonda karşınıza her çıktığında ona dikkatlice bakın. Her gün biraz daha uçuruma yaklaşan ülkemizin en temel sorununun, “yavşaklık” olduğunu görmeye başlayacaksınız…
Kaynak: Açık İstihbarat.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder