Yeni Emperyalizm Ekonomisi, Uluslararası Kalkınma Birliği'nin Yeni Emperyalizmin Ekonomisi Konferans Tebliğleri 22-24 Ocak, 2004 Yeni Delhi,
Çev: Erdal Yüzak, Yeni Hayat Kütüphanesi, İstanbul, 2005.
*****
Bir üçüncü dünya ekonomisine ne zaman bir net otonom finansal giriş olsa, hükümetin önünde iki seçenek vardır; ya ülke parasının değerlenmesine izin verecektir ya da yabancı döviz rezervlerine ekleyecektir. Birinci yol fiilen ekonominin borçla finanse edilen sanayisizleştirilmesine yol açtığı, yani kişinin kendi yıkımını finanse etmek için “sıcak para” borç alması anlamına geldiği için hükümet döviz rezervlerine ekleme eğiliminde olur (tabii ki şayet hükümet bu gibi konularda kontrolü hala elinde tutuyorsa ve Merkez Bankası henüz “özerkleştirilmemiş” ise, ki bu sadece Fon-Bankası kontrolü altına alınmış olmanın örtmecesidir). (…) Üçüncü Dünya ülkeleri her durumda dev boyutlarda ve toplu halde finansal girişlerle çok ender olarak karşılaşırlar (…) Çıkışlar ise, bunun tam aksine, ani, toplu halde ve dev boyutlarda olabilir ve bu, ülke önemli ölçüde döviz rezervine sahip olduğunda bile meydana gelebilir.
(…)
Giriş ve çıkış hızları arasındaki bu asimetrinin bir sonucu olarak, çıkış meydana geldiğinde, önemli miktarda rezervlere sahip olunduğu durumlarda bile hükümetler ister istemez bazı “ayarlamalar” yaparlar. Bu ayarlamalar bazen kendi beyinlerinin ürünüdür, bazen de çaresizlik içinde başvurdukları Bretton Woods kurumları tarafından dayatılırlar; ancak bu önlemler daima, daha önce tartıştığımız deflasyonun yanı sıra “ekonomide güven ortamını yeniden inşa etmek” için finans alanında verilecek bazı rüşvetler içerir. Sevilen bir rüşvet türü ulusal varlıkların kelepir fiyatlarla teklif edilmesidir. (…) Bu tür özelleştirmeler genellikle ve en azından zaman içerisinde dahili varlıkların “ulusallaştırılmışlıktan çıkarılması”nı içerir.
Bu iki süreçle meydana gelir: Birincisi, kamuya ait varlıklar özelleştirme çerçevesinde “yatırımcılar arasında güven oluşturmak” amacıyla doğrudan “ulusallaştırılmışlıktan çıkarılır”; ikinci olarak da, bu tür dönemlerde “ayarlamalar” kredilerin sıkılaştırılması biçimini de aldığından dolayı bir çok yerli girişim, ister kamuya ister özel sektöre ait olsun, finansal güçlüklerle karşılaşırlar ve çok uluslu şirketler veya bankalar tarafından ele geçirirler.
(…)
Malların ve sermayenin ülkeler arasında serbestçe akışı üzerindeki tüm kısıtlamaların kaldırılması, şimdi merkezileşmenin küresel ölçekte meydana geldiğine delalet etmektedir; yani büyük sermaye dünya ölçeğinde küçük sermayeleri ele geçirmekte ya da elimine etmektedir. (…) Çok uluslu şirketlerin ya da daha genel olarak metropol sermayesinin Üçüncü Dünya ülkelerine ait sermayeleri ele geçirmesi ya da el koyması anlamına gelmektedir ki, bu bir “ulusallıktan çıkarma” sürecidir. İkinci düzenek ise hiç kuşkusuz, Irak örneğinde tanık olduğumuz gibi güç kullanmak suretiyledir: Dünyanın ikinci en büyük petrol rezervlerine sahip olan bir ülke en büyük emperyalist güç tarafından uluslararası meşruiyetin bütün kural ve normları ihlal edilerek düpedüz işgal edilmiş, petrol rezervlerine el koyulmuştur.
Emperyalizm daima, metropol sermayesinin dünyanın her tarafındaki diğer bütün ülkelerin kaynaklarını, varlıklarını ve zenginliklerini müsadere etmek ve gasp etmekle ilgilidir. (…) Savaş sonrası dönemdeki siyasi sömürgesizleşme sırasında Üçüncü Dünya ülkelerinin bir çoğu, yeraltı kaynakları ve diğer varlıklarının kontrolünü yeniden ele geçirmek için acılarla dolu ve uzun bir süreç yaşamışlardır (ve Arbenz’den Musaddık’a kadar sayısız hükümet, bu sürecin kurbanı olmuşlardır).
Büyük ülkeler, Bretton Woods kurumlarına esir düştüklerinde ya da neo-liberal politikalara bağlandıklarında, emperyalist hegemonya için gene de bir potansiyel tehdit oluştururlar. Dolayısıyla, yeni emperyalizmin önündeki büyük görev, onları “daha yönetilebilir” bütünler haline gelecek şekilde parçalamaktır. Bu amaç için kuvvet kullanımı zorunlu değildir. Neo-liberal rejim altında, büyük bütünlerin bölünmesi yönünde kendiliğinden bir eğilim zaten mevcuttur ve kuvvet kullanımına sadece belirli bazı durumlarda, öldürücü son darbeyi vurmak için ve o da sadece de jure (yasal) bir bölünmenin gerekli olduğu düşünülüyorsa de facto (fiili) bir bölünmenin yetersiz olduğu düşünülüyorsa başvurulabilir. Her şeyden önce, neo-liberal rejimlerde gelişen temel bir ikiye bölünme vardır; bir yanda kentli burjuvazi ve seçkinler, diğer yanda da işçi kitleleri, köylülük ve kırsal kesimdeki yoksullar. İkinci kısımdakiler neo-liberal rejimin sözde “faydalarından” dışlanır ve fiilen onun kurbanlarıyken, birinci kısımdakiler değişik derecelerde bundan yararlanırlar. (…) Kentli burjuvazi ve seçkinler daha önce oldukları gibi metropolün bir parçası haline gelirken ülkenin geri kalan kısmı sıkı bir şekilde “üçüncü dünya” içerisinde kalır.
Dolayısıyla sömürgecilik karşıtı mücadele ve sonrasındaki sömürgeciliğin tasfiyesi sırasında, “ulus” sözcüğünün emperyalizme karşı çıkmak anlamına geldiği döneme kıyasla, neo-liberal yönetim altında ulus düşüncesinin de parçalanma eğilimi vardır.
(…)
Kısacası, neo-liberal politikaları izlemesinin kendiliğinden etkisi, emperyalizmin büyük federal ekonomilerin değişik kurucu öğeleriyle doğrudan ilişki içinde olacağı koşulların yaratılmasıdır ki, bunun da mantıki sonucu ülkenin de facto parçalanmasıdır. Ancak bazen de de facto parçalanma de jure parçalanmaya dönüşür; ki bunun sebebi ya emperyalizm öyle istediği içindir (Sovyetler Birliği örneğinde olduğu gibi) ya da kurucu birimler arasındaki çelişkilerin de facto parçalanma ile körüklenmesiyle başa çıkılamaz derecede düşmanca bir hal almasıdır (Yugoslavya’da olduğu gibi).
Yukarıda değinilen parçalanma türlerinin her ikisi de halklar arasındaki etnik, dini, bölgesel ya da toplumsal ayrımların keskinleştirilmesi yönünde genel bir eğilim bağlamında tuzağa düşürülmekle meydana gelir. Bu tür ayrımlar her zaman mevcut olmakla birlikte sadece belirli durumlarda, özellikle de büyük ölçekli kitlesel işsizlik ortamında keskinleşirler. Neo-liberal rejim tasmasını çıkarıp serbest bıraktığı deflasyon ve sanayisizleştirme yoluyla, tam olarak bu büyük ölçekli kitlesel işsizliği yaratır. (…) Bir çok Üçüncü Dünya ülkesinde sömürgeciliğe karşı mücadelenin telkin ettiği kapsayıcı bir ulus kavramının yakalamış olduğu birlikte aidiyet duygusu, yeni emperyalizmin şiddetli saldırısı ile imha edilmekte; bu koşullar altında büyük federal devletlerin bütünlüklerini korumaları zorlaşmaktadır.
Yeni emperyalizmin özellikle dikkate değer yanı, kendiliğinden çalışma tarzının Üçüncü Dünya’da kendisine karşı tüm örgütlü direnişin zayıflamasına katkıda bulunmasıdır.
(…)
Finansın akışkanlığı sebebiyle, “küreselleşmiş finans”ın burgacına yakalanmış herhangi bir hükümetin, finansın kaprislerinin dikte ettiğinden farklı bir ekonomik politika paketi uygulama yönündeki bir çabası, sermaye kaçışı uyarıcısı olma riski taşıyacaktır ki, bu da en başta çıkarları adına bu politikaların tasarlandığı kitleler için felaketle sonuçlanma potansiyeli içerir. Dolayısıyla, Üçüncü Dünya hükümetleri, siyasi eğilimleri hangi yönde olursa olsun, ihtiyatlı davranmaya, fevkalade önemli “yatırımcı güvenini” muhafaza etmek ihtiyacı önünde eğilmeye, yani uluslararası finans kapitalin tercih ettiği politikaları izlemeye zorlanırlar. (…) Eğer bir ülke başlangıçta sermaye kontrolleri uygulamak suretiyle küreselleşmiş finansın burgacından kendisini kurtarabilirse, (…) bunu yapmaya cüret edecek herhangi bir devlet, emperyalizmin günümüzdeki tartışmasız lideri, yani ABD tarafından “Haydut Devlet” olarak damgalanacak ve ekonomik ambargodan, düpedüz silahlı işgale kadar uzanan çok geniş silahlar dizisiyle saldırıya uğrayacaktır. (Patnaik, Prabhat. “Yeni Emperyalizm”, Yeni Emperyalizmin Ekonomisi, Çev: Erdal Yüzak, Yeni Hayat Kütüphanesi, İstanbul, 2005, s. 54-58).
(…)
Eğer Afrika 19. Yüzyıl’da ve öncesinde Avrupalıların askeri saldırı silahlarına dayanan yağmacılığına ve emperyalizmine maruz kalmışsa, 20. Yüzyıl’daki köleleştirmenin doğası daha çok, Dünya Bankası ve IMF’nin makroekonomik politika “danışmanları” ve kalkınma “uzmanları” olarak konuşlandırdığı politika “tacirlerine” dayanmıştır.
Afrika ülkelerinin çoğunun Bretton Woods kurumlarının mikro-yinetimi altında ve “bağışçı” ülkelerin aktif kışkırtıcılığı ile geçirdiği yirmi yıl sonunda açıkça görülen politika başarısızlığı –kamu sağlığı başarılarındaki gerilemenin mikro-düzeydeki felaketlerinden, sosyal iç patlamaya kadar– yeterli bir tanıklıktır. (Adésina, Jimi O. “Kalkınma Krizinden Kalkınma Trajedisine: Afrika’nın Neo-liberalizmle Çatışması”, Yeni Emperyalizmin Ekonomisi, Çev: Erdal Yüzak, Yeni Hayat Kütüphanesi, İstanbul, 2005, s. 62).
Sermayenin varlığı ve işlevi için hayati önem taşıyan koşul emeğe komuta etme eylemini uygulayabilmektir. Bu olmadığı taktirde, sermaye sermaye olmaktan çıkar ve tarih sahnesinden yok olur. (Buturak, Gökhan ve Yeldan, Erinç. “Sermayenin Küreselleşmeye Cevabı: Gelişmekte Olan Ülkelerde Serbestleştirme Sonrası Fiyat Artırımlarının Uyum Kalıplarının Mukayeseli Analizi”, Yeni Emperyalizmin Ekonomisi, Çev: Erdal Yüzak, Yeni Hayat Kütüphanesi, İstanbul, 2005, s. 85).
(…)
Sistemin genel analiz öncesi görünümü, gelişmiş ülkelerin arzu ettikleri korumacı politikaları uygulamaya koymalarına imkan verirken, gelişmekte olan ülkelerde ticarette serbestleşmeyi ve buna ilişkin düzenlemeleri zorlamak suretiyle ortaya çıkan tek yönlü pazar erişimidir. (Keklik, Mümtaz. “Kalkınma ve Günümüzün Çok Taraflı Ticaret Sistemi: Birlikte Düşünülemeyecek İki Sözcük”, Yeni Emperyalizmin Ekonomisi, Çev: Erdal Yüzak, Yeni Hayat Kütüphanesi, İstanbul, 2005, s. 102).
(…)
1990’lı yılların sonlarında doğrudan yabancı yatırımlarda görülen büyük artışın, büyük çok uluslu şirketlerin, kamu şirketlerinden elektrik-su-doğalgaz şirketlerine uzanan aralıktaki önemli devlet varlıklarını ele geçirdikleri, bir çok ülkede özelleştirme güdüsünün ateşlediği birleşme ve devralmalardan kaynaklandığı açıkça görülmektedir. (Ghosh, Jayati. “Bölgeselcilik, Yabancı Yatırımlar ve Kontrol: Dünya Ticaret Örgütü Dışında Oyunun Yeni Kuralları”, Yeni Emperyalizmin Ekonomisi, Çev: Erdal Yüzak, Yeni Hayat Kütüphanesi, İstanbul, 2005, s. 146).
Mevcut eğilim, daha güçlü olan ortağın doğrudan ihracat çıkarlarının olduğu belirli sektörlerde önemli ölçüde serbestleştirme istenmesi ve daha fazla hizmetin anlaşmalara eklenmesi yönündedir. (Ghosh, a.g.m., s. 153).
(…)
Bir çok durumda, sermaye hesabının tamamen serbestleştirilmesinin gelişmekte olan ülkelerin çıkarlarına uygun olmadığına işaret etmektedir. (Epstein, Gerald., Grabel, Ilene ve K.S. Jomo. “Gelişmekte Olan Ülkelerde Sermaye Yönetim Teknikleri”, Yeni Emperyalizmin Ekonomisi, Çev: Erdal Yüzak, Yeni Hayat Kütüphanesi, İstanbul, 2005, s. 181).
Küresel devlet ekonomik yönetişim kuruluşlarının yapıları (…) Bunlar emperyal kartalın bir kanadını temsil ederler: Piyasa kurallarının küresel sermayenin en güçlü fraksiyonları tarafından yorumlandıkları şekilleriyle olabildiğince geniş bir alanda benimsenmeleri ve bu egemen oyuncuların tercih ettikleri yollarla tatbik edilmelerinin alanını genişletme yöntemi olarak çok taraflı müzakereleri tercih eden liberal enternasyonalistlerin kanadını. Emperyal kartalın diğer kanadı ise hareketlerini düşmanlarının oluşturdukları tehditlerle açıklayan ve diğerlerini baskıdan özgürleştirme arzusunun yaygın bir şekilde ve oldukça farklı bir şey olarak görüldüğü demir yumruğudur. Bill Clinton yönetimi, birinci yöntemi tercih etti. George W. Bush ise ikinci yöntemi doruklarına (veya belki de derinliklerine) taşıdı. Bu stratejik yönelimlerin her ikisi de gerek tarihsel ve gerekse de ideolojik olarak koşulludur ve zamanın belli bir noktasında vurgulanmayı gerektirirler. Her ikisi de emperyal egemenliğin aynı amacına hizmet ederler. Her ikisi de kapitalizmin gül rengi şafağından beri altında yatan sürekliliği yansıtan yollarla dünya sistemine şekil verdiler.
(…)
Niyetlerinin ulusal özerkliği azaltmak, ekonomik alandaki devlet egemenliği azaltmak ve sermayenin sosyal kısıtlardan uzak, serbestçe hareket edebileceği alanı genişletmek olmasıdır. (Tabb, William K. “Küresel Devlet Ekonomik Yönetişimini Anlamak”, Yeni Emperyalizmin Ekonomisi, Çev: Erdal Yüzak, Yeni Hayat Kütüphanesi, İstanbul, 2005, s. 236-238).
(…)
Hüküm verme sistemi daha güçlü olanlardan yanadır.
(…)
Kapitalizmin kalbinde çürümenin sınır tanımazlığını hatırda tutmakta yarar vardır. (Tabb, a.g.m., s. 247-248).
(…)
Ekonomi canlanırken “sıcak para” hızlı bir kar elde etmek için aceleyle gelir; fakat bu aynı zamanda finansal istikrarsızlığın tohumlarını atar.
(…)
Endonezya şimdi, doğrudan yabancı yatırımlar değil, kısa vadeli portföy yatırımları çekmektedir; fakat bu tür “sıcak para” sadece ülkenin yeni bir krize olan savunmasızlığını büyütmektedir.
(…)
Devlete ait işletmelerin ve arsa ve konut gibi kamuya ait diğer varlıkların özelleştirilmesi, neo-liberal ekonomik reformların bütünsel bir bileşeni olmuştur.
(…)
Oligarkların ekonomik gücünü muazzam bir şekilde artırmak suretiyle özelleştirme, olsa olsa daha fazla yolsuzluğa ve ekonomik rantların daha çılgınca kapışılmasına katkıda bulunmuştur. (McKinley, Terry. “Büyüme ve Yoksulluğu Azaltma İçin Ekonomik Politikalar: Yoksulluk Azaltma Stratejileri Çalışmaları, Neo-liberal Zorunlu Koşullar ve ‘Mutabakat Sonrası’ Alternatifler”, Yeni Emperyalizmin Ekonomisi, Çev: Erdal Yüzak, Yeni Hayat Kütüphanesi, İstanbul, 2005, s. 261-264).
Finansal başarısızlık bir potansiyel olarak ortaya çıktığında ya da gerçekleşme tehdidi görüldüğünde fonlar kurur ve sermaye kaçışı meydana gelir; sonuçta ortaya çıkan krizin yoğunluğunu arttırır. (Chandrasekhar, C.P. “Mali Serbestleştirme, Kırılganlık ve Riskin Sosyalizasyonu: Sermaye Kontrolleri İşe Yarayabilir Mi?”, Yeni Emperyalizmin Ekonomisi, Çev: Erdal Yüzak, Yeni Hayat Kütüphanesi, İstanbul, 2005, s. 298).
(…)
Finansal serbestleştirme yapıları parçalayarak, uluslararası eşitsizliğin yarattığı üretim yapılarının çeşitlendirilmesi suretiyle, büyümeyi güvence altına almanın zorluklarıyla başa çıkabilmek için geç sanayileşenlerin tarihsel olarak evrilmiş olan çok önemli bir aracını imha etmektedir. Bu da, tercihini bu tür bir serbestleştirme yönünde kullanan ülkelerde büyüme üzerinde, getirdiği deflasyonist eğilim dışında başka yollarla da çöküntüye yol açıcı etkilerde bulunmasının muhtemel olduğunu göstermektedir. (Chandrasekhar, a.g.m., s. 301).
(…)
(…)
Görünüşe bakılırsa, bazı ekonomik politikaların demokratik karar alma sürecine tabi tutulamayacak kadar önemli oldukları anlaşılmaktadır. (McKinley, a.g.m., s. 260).
(…)
“Herkes başının çaresine baksın, arkada kalanı bırak şeytan kapsın.” (Adésina, a.g.m., s. 82).
(…)
“Um outro mundo é possivél! – Başka bir dünya mümkündür” (Yeldan, Erinç. “Önsöz 2001’den 2005’e Dünya Sosyal Forumları”, Yeni Emperyalizmin Ekonomisi, Çev: Erdal Yüzak, Yeni Hayat Kütüphanesi, İstanbul, 2005, s.y.).
(…)
“Gezegenimiz satılık bir ticari mal değildir.” (Yeldan, a.g.e., s.y.).
(…)
“Aynı dillerde konuşuyor olmamız, aynı düşleri paylaşmamızı engellemiyor.” (Yeldan, a.g.e., s.y.).
(…)
Amerika’nın “refahının” bedeli diğerlerinin durgunluğudur.
(…)
“Avrupa ya sola gidecek ya da olmayacaktır.”
(…)
(…)
ABD’nin seçtiği ve ast konumdaki Avrupalı müttefiklerinin takip ettikleri yol, sadece kesin olarak yanlış olan yol olmayıp aynı zamanda, operasyonun gerçek hedeflerini gizleyen ve bizim öyle inanmamızı sağlamaya çabalayan medya yıldırım savaşına karşın insan haklarına saygı ile de hiçbir ilgisi bulunmaktadır. (Amin, a.g.m. s. 25).
(…)
Dünya’nın her kısmında, büyüyen bir ortak heyecanla şu sesi duyalım: ABD Evine Dön! (Amin, a.g.m. s. 31).
1 yorum:
Çok teşekkürler çok faydalandım, ben iktisat,ekonomiden fazla anlamam,tahsilini yapmadım ama bu konunu uzmanlarına bakıp oradan özetini alabiliyorum:) ulusalcılığı, ulusalcıları sevmeyenler küreselcileri seviyorlar, sevecekler. İkisinden birini seçeceksiniz ya küreselci olacaksınız Amerika tüm küreye hükmedecek yani, ya da ulusunuzu, kendi toprağınızı, kendi kaynaklarınızı koruyacak ulusalcı olacaksınız.
Yorum Gönder