17 Şubat 2010 Çarşamba
MAHKEME KOLİDORLARINDA KOPAN VE TÜRKİYEYİ SARSAN HUKUK FIRTINASININ NEDENİ ...
MAHKEME KOLİDORLARINDA KOPAN VE TÜRKİYEYİ SARSAN HUKUK FIRTINASININ NEDENİ ...
3. Ordu Komutanı
Saldıray Berk 1948 yılında Erzurum'da doğdu. Berk, 1968 yılında Kara Harp Okulundan, 1969 yılında Topçu ve Füze Okulundan mezun oldu.
1976 yılına kadar Kara Kuvvetlerine bağlı çeşitli topçu birliklerinde ileri gözetleyici subaylığı ile takım ve bölük komutanlığı yapan Korgeneral Berk, 1978 yılında Kara Harp Akademisinden mezun oldu; ardından kurmay subay olarak; 39'uncu Piyade Tümen Lojistik Şube Müdürlüğü ile Harekat Eğitim Şube Müdürlüğü, Kara Harp Okulu Öğretim üyeliği, Kara Kuvvetleri Komutanlığı Personel Daire Plan Subaylığı, Moskova Kara Ataşeliği, Kara Kuvvetleri Komutanlığı Personel Daire Yönetim Şube Müdürlüğü ve 9'uncu Piyade Tümen Topçu Alay Komutanlığı görevlerini yürüttü.
Berk, 1995 yılında tuğgeneralliğe terfi ederek, tuğgeneral rütbesi ile 2'nci Ordu Komutanlığı Harekat Kurmay Yarbaşkanlığı, Bakü Silahlı Kuvvetler Ataşeliği ve 1'inci Piyade Tugay Komutanlığı görevlerinde bulundu. 1999 yılında tümgeneralliğe terfi eden Berk, tümgeneral rütbesi ile Kara Kuvvetleri Komutanlığı Denetleme ve Değerlendirme Başkan Yardımcılığı, Genelkurmay Personel Daire Başkanlığı ve 23'üncü Jandarma Sınır Tümen Komutanlığı görevlerini yürüttü. 2003 yılında korgeneralliğe terfi eden Berk, korgeneral rütbesi ile Genelkurmay Personel Başkanlığı ve 4'üncü Kolordu Komutanlığı görevlerinde bulundu. 30 Ağustos 2007 tarihinden geçerli olarak orgeneralliğe terfi eden Saldıray Berk, 3'üncü Ordu Komutanlığı'na atandı.
Betül Reyhan Berk ile evli olan Korgeneral Saldıray Berk'in iki çocuğu bulunuyor.
Berk, Rusça biliyor.
Ve benim bildiğim kadarıyla ilaveler ...Babasını erken kaybetti.Annesi Saldıray Berk ile yaşı kendisine yakın abisi yada kardeşi olan Yıldıray Berk'le beraber tek başına büyütürken büyük fedakarlık gösterdi.Harp okulunda birlikte okurlarken diğer öğrencileride aynı şevkatle sahiplenen anneleri onların okudukları dönem arkadaşları tarafından minnetle anılmaktadır.Fazlası ile vatansever son derece titiz , imrenilen parlak zekalı ve ahlaklı olarak bilinirlerdi.Onları yakınan tanıma fırsatı bulmuş bir dönem arkadaşlarının ifadesi ile"ÜSTÜN AHLAKLI ,FEDAKAR BİR TÜRK ANNESİNİ YETİŞTİRDİĞİ VATANSEVER ÖRNEK TÜRK ASKERİDİR"
İŞTE HUKUKİ CENAHTA KOPAN KAVGANIN SEBEBİ...BU TÜRK ASKERİNİ ERGENEKON TORBASININ İÇİNE ATMAK...VEYA ATAMAMAK...
HAPSE ATILANLAR , İNTAHAR EDENLER , ŞEREFİNE OLMADIK İFTİRALAR ATILAN V.S.
GENEL ENERJİ YE LONDRA SORGUSU VE CUKUROVA MEDYA GRUBUNUN YAYIN POLİTİKASI
BİR HABER .....
Genel Enerji'ye 1,16 milyon sterlin para cezası
16 Subat 2010 17:20
"İngiliz Finansal Hizmetler İdaresi (FSA), piyasa istismarı yaptıkları gerekçesiyle Genel Enerji'nin üç üst düzey yöneticisine toplam 1,16 milyon sterlin ...
Genel Enerji Üst Yöneticisi (CEO) Mehmet Sepil'in, Londra borsasında işlem gören Heritage Oil Plc (Heritage) hisseleri ile ilgili alım satım işlemlerinde ''içerden bilgi aldığı ve piyasa istismarı yaptığı gerekçesiyle'' 967,005 sterlinlik para cezasına çarptırıldığı bildirildi. Bu rakamın, ''piyasa istismarı'' konusunda FSA'nın bir kişiye verdiği en yüksek para cezası olduğuna da dikkat çekildi. Açıklamada, aynı gerekçeyle şirketin diğer iki yöneticisi Murat Özgül ve Levent Akça'ya da sırasıyla 105,240 ila 94,062 sterlinlik para cezası verildiği belirtildi.
FSA'in İcra Kurulunun yöneticisi Margaret Cole'un ifadelerine de yer verilen açıklamada, Cole'un ''Bu cezalar, yapılan soruşturmanın ardından verilmiş ve şirket ile kişilere içerden bilgi almanın kabul edilemez olduğu mesajı açık bir şekilde iletilmiştir'' dediği kaydedildi.
Genel Enerji Üst Yöneticisi (CEO) Mehmet Sepil, Londra borsasında işlem gören Heritage Oil Plc. (Heritage) hisseleri ile ilgili alım satım işlemlerinin ilgili ülkedeki hukuki kısıtlamalardan haberdar olunmadan yapıldığını belirtti."
Daha önce Asil Nadir in de servetinin elinden alınmasına neden olan 1991 deki Polly Peck soruşturmasına ne kadar da benziyor ...
Benzer tarihlerde PAKİSTAN KARACİ de kurulan BCCI bankası da AFGANİSTANDAN UYUŞTURUCU KARŞILIĞI SİLAH TİCARETİN den fena halde büyüyüp dünyanın ilk sıralarına tırmanmış ama konjoktör eğişip Ruslar Afganistan dan çıkıp yeni durum oluşunca işler değimiş ve aynı şekilde ayıklanmıştı...Bu gün kü Taliban- El Kaide - durumlarını hatta Lübnan daki yönetici elit Hahiri ailesini (TÜRKTELEKOM u alan ogertelekomun sahibi ), Katar, BAE , Kuweyt ve Suudi Arabistan yönetici elitleri ile ilişkisini ve bunlarla Türkiye deki iktidar partisi ve bazı cemaatlerin nasıl bir ilişki içinde olduklarını araştırmak bizi birazaydınlatabilir...Konu ile ilgili http://www.youtube.com/watch?v=hlhttYTOICY , adresindeki kısa film izlenebilir http://www.thirdworldtraveler.com/Bush_Gang/Bushes_bin_Laden.html kısa yazı okunabilir..http://www.haber10.com/makale/9573/ türkçe bu haberde fikir verebilir.
MALESEF DÜNYADA İŞLER BÖYLE DÖNÜYOR .
SHOW TV , SKY TV , AKŞAM GAZETESİ v.s. kanalları ve gazeteleri ile medyada yer alan Cukurova grubunun yayın politikasınaki gel gitler dikkatimiz çekmişti.Pek çok örnek bulunabilecek "EDİTORYAL TERCİHLER" de ki farklılaşmaların izahının KUZEY IRAK petrollerini işleyen Genel Enerjinin akıbeti ile ilgisine bakmakta fayda var...
Kaldı ki GenelEnerjinin Kuze Irak taki operasyonlarının ortağı firmanın dünyanın en sorunlu çoğrafyalarınında ki faaliyetleri ile göze batıyor...İlgilenip incelemk isteyenlere ...http://www.heritageoilplc.com/
16 Şubat 2010 Salı
Komünist Dimitrov'dan Faşizme Dair...
(…) Faşizm, kapitalist burjuvazinin sınıf egemenliğinin bir sistemi ve onun emperyalizm ve sosyal devrimler çağındaki diktatörlüğüdür. (…) Faktörlerin proletarya, köylü kitleleri, ezilen milliyetler ve sömürge halkları üzerindeki güçlü devrimci etkileri karşısında, burjuvazi artık daha uzun bir zaman parlamenter demokrasinin eski biçim ve yöntemleriyle halk kitlelerini kendi sınıf egemenliği altında tutamamakta ve kapitalizmi sağlamlaştırma ve rasyonelleştirme görevlerinin üstesinden gelememektedir. Bu açıdan, burjuvazi için çıkış yolu kitlelerin faşizm tarafından boyunduruk altına alınmasıdır. Faşizm, burjuvazinin sınıf egemenliğinin son aşamasıdır. Bütün burjuva ülkeleri, birbiri ardına, er geç darbe veya “barışçı” yollarla faşizme geçmektedir. (…) Faşizm tehlikesi, sürekli ve büyüyen bir tehlikedir (s. 23).
Burjuvazi, ancak faşist diktatörlüğün yardımıyla hakimiyetini geçici olarak sürdürmeyi, kitlelerin direncini kırmayı ve kitlelerin zararına kapitalist istikrar ve rasyonelliği azami ölçüde sağlamayı ümit edebilir.
Saldırıya geçen faşizm için sendikaların ele geçirilmesi, sendikal sınıf hareketinin yok edilmesi, hayati bir meseledir.
Faşizmin esas çabaları, ulaştırma işçilerinin, maden işçilerinin, diğer en önemli sanayi kollarında çalışan işçilerin hareketini, ve doğrudan devlet aygıtına hizmet eden memurların hareketini ele geçirmeye yöneliktir.
İdeolojik açıdan faşizm, esas olarak milliyetçilik ve şovenizm fikirlerine sarılmaktadır. Bunun için, yerli işçileri, diğer ülkelerden gelen işçilere karşı çıkarmaya, özellikle işsizleri aldatmaya ve kitlelerin dikkatini iç siyasi meselelerden dış siyasi meselelere çekmeye çalışmaktadır.
Faşizmin sendika hareketine karşı politikası şu sloganla ifade edilebilir: “Böl ve Yönet!”. Faşizm, proletaryayı çeşitli kategorilere bölmeye, hepsini birbirine, işsizi çalışana, yerli işçiyi yabancı işçiye düşürmeye ve sendikal sınıf hareketinin yıkıntıları üzerinde faşist örgütlerini kurmak için, bu bölünmüşlüğü sendikalara yaymaya çalışır (s. 25-29).
(…) İktidardaki faşizm, finans kapitalin en gerici, en şoven ve en emperyalist unsurlarının açık terörcü diktatörlüğüdür.
Faşizmin en gerici türü, Alman tipi faşizmdir. (…) Sosyalizm ile hiçbir ortak yanı olmadığı halde, kendisine nasyonal-sosyalist adını verecek kadar yüzsüzdür. (…) O, siyasi haydutluğun yönetim sistemidir. (…) Uluslararası, karşı devrimin hücum kıtası, emperyalist savaşın baş kışkırtıcısı (…) Faşizm, finans kapitalin iktidarının ta kendisidir.
Faşizmin gelişmesi ve faşist diktatörlük, ülkelerin tarihi, sosyal ve ekonomik şartlarına, milli özelliklerine ve uluslar arası durumlarına göre, çeşitli ülkelerde çeşitli biçimlere bürünür. Bazı ülkelerde, öncelikle faşizmin geniş bir kitle temeline sahip olmadığı ve faşist burjuva kamp içindeki çeşitli gruplar arasındaki mücadelenin nispeten daha keskin olduğu ülkelerde, faşizm parlamentoyu hemen feshetme kararı almaz, diğer burjuva partilere ve bu arada sosyal-demokrasiye de belirli bir meşruluk tanır. İktidardaki burjuvazinin devrimin yakın bir zamanda patlamasından korktuğu diğer ülkelerde faşizm, ya bir darbe yaparak veya bütün rakip partilere ve gruplara uyguladığı terör ve kanlı baskısını gittikçe artırarak, sınırsız tekelci hakimiyetini kurar. (…) Faşizmin iktidara gelmesi, (…) burjuva demokrasisinin, başka bir devlet biçimi ile, yani burjuvazinin açık terörcü diktatörlüğü ile değiştirilmesidir.
Faşizmin kitleler üzerindeki etkisinin kaynağı nerededir? Faşizm, en acil ihtiyaçlarını ve taleplerini demagoji yoluyla istismar ettiği için kitleleri kazanmayı başarmaktadır. Faşizm, kitleler içinde derin kökleri olan önyargıları körüklemekle kalmamakta, aynı zamanda kitlelerin en iyi duygularını, adalet duygularını ve hatta bunların yanı sıra devrimci geleneklerini istismar etmektedir.
Faşizm, emperyalistlerin aşırı çıkarlarını temsil eder, ancak kitlelerin karşısına hor görülen bir milletin savunucusu maskesiyle çıkar, (…) yaralanmış milli duyguları kullanır.
Faşizm, kitlelerin en azgın bir şekilde sömürülmesi hedefini güder, ama ustaca bir kapitalizm karşıtı demagojiyle kitlelere yaklaşır. Emekçilerin soyguncu burjuvaziyle, bankalara, tröstlere ve para babalarına karşı duyduğu derin nefretten faydalanır ve uygun anlarda siyasi bakımdan olgunlaşmamış kitleler için en çekici sloganlar atar.
Faşizm, halkı en rüşvetçi ve en satılık unsurların merhametine terk eder. Ancak halkın karşısına “dürüst ve satın alınmaz bir hükümet” talebiyle çıkar.
Faşizm burjuvazinin en gerici çevrelerinin çıkarları doğrultusunda, hayal kırıklığına uğrayan, eski burjuva partilere sırt çeviren kitleleri kendi ağına düşürür. (…) Kötülüğü ve ikiyüzlülüğüyle burjuva gericiliğinin, bütün diğer türlerini gölgede bırakan faşizm, demagojisini her ülkenin milli özelliklerine hatta aynı ülkedeki çeşitli toplumsal tabakaların özelliklerine uydurur.
Faşizm, proletaryanın devrimci hareketine, kaynayan halk kitlelerine saldıran bir parti olarak iktidara gelir. Ama iktidara gelişini, “bütün milletin” adına ve milletin “kurtuluşu” için burjuvaziye karşı “devrimci” bir hareket olarak gösterir.
(…) Faşizm hangi maskeye bürünürse bürünsün, hangi biçimde ortaya çıkarsa çıksın, iktidara hangi yoldan gelirse gelsin: Sermayenin emekçi kitlelerine en gaddarca saldırısıdır. En sınırsız şovenizm ve yağma savaşıdır. Kudurmuş bir gericilik ve karşıdevrimdir. İşçi sınıfının ve bütün emekçilerin en azgın düşmanıdır!
Faşizm, işçilere “adil bir ücret” vaat etti ancak gerçekte onlara daha düşük, yoksul bir hayat düzeyi getirdi. Faşizm, işsizlere iş vaat etti ancak gerçekte onlara daha da büyük açlık sıkıntısı, kölece çalışma, zorunlu çalışma getirdi. Faşizm, gerçekte işçilere ve işsizleri kapitalist toplumun bütün haklardan yoksun paryaları haline dönüştürür. Onların sendikalarını ortadan kaldırır. Grev hakkını gasp eder ve işçi basınını yasaklar. (…) Sosyal sigorta fonlarını yağmalar. İşletmeleri ve fabrikaları, kapitalistlerin sınırsız keyfi hakimiyetinin hüküm sürdüğü kışlalar haline getirir. (…) Emekçi gençliğe, parlak bir geleceğe uzanan geniş bir yol açacağını vaat etti. Gerçekte gençliği kitle halinde fabrikalardan çıkardı. (…) Banka sermayesinin vurgunculuğuna son vereceğini vaat etti. Gerçekte ise, onları yarınları için daha bir ümitsizliğe ve güvensizliğe yöneltti. Faşizm, onları en sadık taraftarlarından kurulu yeni bir bürokrasinin boyunduruğuna soktu. Faşizm, tröstlerin dayanılmaz diktatörlüğünü kurmakta, rüşveti ve çöküşü şimdiye kadar görülmemiş ölçüde yaymaktadır (s. 58-63).
Faşizm, gençliğin militan, açık ve kesin eğilimini kavradı ve geniş bir kesimini kendi savaş müfrezelerine çekti (s. 72).
Faşizm kendisini, fabrikatör ve işçinin, milyoner ve işsizin, toprak aristokratı ve küçük köylünün, büyük kapitalist ve zanaatkarların, halkın bütün sınıf ve tabakalarının tek temsilcisi ilan etmiştir. Bütün bu tabakaların çıkarlarını, milletin çıkarlarını savunuyormuş gibi görünmektedir. Ama faşizm büyük burjuvazinin diktatörlüğü olduğundan ve daha da önemlisi, mali kodamanlar takımı ile halkın ezilen çoğunluğu arasındaki sınıf çelişmeleri faşist diktatörlük altında en açık biçimde ortaya çıktığından faşizm, sosyal kitle temeliyle kaçınılmaz olarak çatışmak zorundadır (s. 96).
Faşistler, geçmişte yüce ve yiğit olan her şeyin mirasçısı ve takipçisi kisvesine bürünmek için, halkların bütün tarihinin altından girip üstünden çıkmakta ve halkın milli duygularını inciten ve alçaltan her şeyi, faşizmin düşmanlarına karşı bir silah olarak kullanmaktadır (s. 121).
Bilindiği gibi emperyalist savaşların temel nedeni, kapitalizmin kendi içinde, onun ilhak çabalarında yatmaktadır. Ancak bugünkü somut uluslar arası durumda faşizm, emperyalizmin en saldırgan ve en ateşli savaş taraftarı güçlerinin bu zırhlı yumruğu, yaklaşan savaşın kundakçısıdır. (…) Kendi ülkesindeki halk kitlelerine karşı sürdürdüğü savaşla iktidara gelmeyi başaran faşizm, bütün dünya ülkeleri için doğrudan doğruya savaş tehlikesi haline gelmektedir (s. 181).
(…) Faşistler, denenmiş provokasyon yöntemleriyle hareket ediyor. Almanya’da Reichstag’ı (İmparatorluk Sarayı) ateşe verdiler ve bunu komünistlerin yaptığını haykırdılar (s. 200).
Faşizm, o ülke halkının irade ve çıkarlarına karşı olmasına rağmen iktidara geldikten sonra içte büyüyen zorluklardan çıkış yolunu, başka ülkelere ve halklara karşı saldırıda, bir dünya savaşı çıkartarak dünyanın yeniden paylaşımında aramaktadır. Barışın sürmesi, faşizmin mutlaka mahvolması demektir (s. 209).
Kaynak:
Dimitrov, G. Savaşa ve Faşizme Karşı Birleşik Cephe, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1995.
9 Şubat 2010 Salı
SURİYELİ TÜRKLER
(Türkmen Mahallesi Hülluk'ta üç kuşak bir arada yaşayan Küçük ailesi)
Adı Türkiye. Suriye’de yaşayan 1,5 milyon Türkmen’den biri. Ülkenin kuzeyindeki Humus’un merkez köylerinden Kızhıl’da yaşıyor. Ona “Türkiye” adını veren babası oğluna da “Türkî” demiş. Şimdi 70’li yaşlarını süren ve tek kelime Türkçe bilmeyen bu kadın, Kızhıl’ın geniş avlularından birinde akşam serinliğiyle büyüyen halkaya dâhil oluyor. Komşular, akrabalar, arkadaşlar, üç-beş kelime Türkçe konuşanlar ya da Türkiye Türkçesi neye benziyor bilmek isteyenler; İstanbul’dan gelmiş konuklara dikkat kesiliyor. Sohbet yarı Arapça yarı Türkçe, devrik cümlelerle kırık dökük ilerliyor. Arada kapı açılıyor, “biraz Türkçe bilen” biri daha kendini sınamak üzere meclise katılıyor. Hiç konuşamayanlar, gülüşmeler eşliğinde bir odaya kapatılıyor. Evin oğlu Abdülaziz, yüzünde muzip bir gülümseme, elinde anahtarla çıkageliyor: “Türkçe öğrenene kadar odada kalacak.” Bu köy evinde toplanan kalabalık, hayat biçimleri, ilgileri, merakları, sorunları ve ‘iki adım’ uzaklıktaki Türkiye’ye ilişkin görüşleriyle yüzlerce yıldır Suriye’de yaşayan Türklerin bir numunesi aslında… Ancak, şehirden şehire hatta köyden köye, Türkiye sınırından uzaklığa, Hatay, Adana, Antep’teki akrabaları ziyaret sıklığına, Araplarla içli dışlı olmaya ve eğitime bağlı ufak değişiklikler yok değil.
(Sem Ali köyünden Nufa, yörede Türklerin giyindiği başlığıyla)
Bugün Suriye’de yaşayan Türkmenlere ilişkin net bir rakam yok. Onlara kalırsa nüfusları dört milyonu buluyor; ancak Türkiye kaynakları taş çatlasa 1,5 milyon Türkmen’den söz ediyor. En doğru bilgi Suriye’nin elinde; çünkü nüfus cüzdanlarında Arap vatandaşı görünenlerin gerçek kimlikleri kayıt altında. Suriye Türkmenlerinin en büyük sorunu ana dillerini unutuyor olmaları. Özellikle Hama ve Humus’un iç kısımlarında esenliği Araplar gibi yaşamakta bulanlar, çocuklarına Türkçe öğretmekten ısrarla uzak duruyor. Türkmen olmak iyi bir gelecek vaat etmiyor onlara. Şimdilik, kimliklerini reddetmiyorlar; ancak yakın bir gelecekte kim olduklarını unutacaklar. Humuslu “Türkiye” ninenin tek kelime Türkçe bilmemesi belki de buna en güzel örnek.
Humus’ta ilk durağımız 550 yıllık olduğu söylenen Kızhıl Köyü. Şehir merkezine on dakika uzaklıktaki köyde Türkçe unutulmuş; ama hatırlı bir dost gibi. Gündelik hayatta Arapça’yı tercih eden Humus Türkmenlerinin ortak görüşü şu: “Türkçe’nin bize hiçbir faydası yok.” Okulda, sokakta, resmî dairelerde bir geçerliliği olmayan ana dilleri, yıllar içinde gözden düşmüş. Fakat Türkçe sorulara cevap verebilmek için sarf ettikleri çaba görülmeye değer. Gençlerin dağarcıklarındaki kelime sayısı üçü-beşi geçmiyor, yine ne varsa yaşlılarda var. Türkiye’den gelen misafirlerini “Nasılsın, keyflisin inşallah” diye karşılıyor ve kimi vakit “Senin dilin pek ağır, bizimki hafif” diye yakınarak kimi zaman da “Şimdi sen ağnıyon mu beni?” diye şüpheye düşerek sohbete devam ediyorlar.
(Şehir merkezinde aile apartmanında yaşayan Türkmenler köydekilere kıyasla daha az Türkçe biliyor)
Osmanlı çekildi, biz kaldık burada
Köyün tarihi ve uzun yıllar önceye dayanan göç serüvenleriyle ilgili pek az şey biliyorlar. Abdülkerim dede, dillerinin ve giyimlerinin Türkiye’ye ne kadar benzediğiyle ilgileniyor daha çok. Türk kanallarında haber okuyan spikerleri çok hızlı konuşmakla itham etse de teselliyi çabuk buluyor: “Siz, çok yabancı kelime karıştırmışsınız canım. Bizim dilimiz daha temiz. Hakiki Türkçe’yi biz konuşuyoruz aslında.” Giyim meselesine gelince; Türkmen erkekler tıpkı Araplar gibi beyaz uzun elbiseleri, kadınlar ise siyah ince kumaştan dikilmiş ‘abaye’leri tercih ediyor.
Kızhıl Köyü adını, orada medfun Osmanlı emiri Sinan Kızhıl’dan almış. Kabrin yakınlarında Yavuz Sultan Selim zamanından kalma Osmanlı altınları bulan öğretmen Muhammed Genco, Suriye topraklarına nasıl yerleştiklerini, devrik cümlelerle anlatıyor: “Biz Türküz, dedem aynı sizin gibi söylerdi. Osmanlı getirdi bizi Türkiye’den buraya, koydu ceyş (ordu). Ecnebiler içeri girmesin diye. Dedelerimiz kovaladı onları. Sonra biz burada kaldık işte, Arapların arasında.” Bu göç hikâyesine, küçük bir ekleme yapmak gerekiyor. Osmanlı döneminde hac yolunun emniyete alınması için yerleştirilen Anadolu Türkleri, bölgelerinde isyan eden, devlete problem olan güçlü ailelerden seçilmişti. Yeni yurtlarında bir kabile asabiyeti gösteremedikleri için uyum içinde yaşamışlar ve kendilerine verilen görevi hakkıyla yerine getirmişlerdi.
(Türkiye sınırına 3 km. uzaklıktaki Karaköprü köyünde yaşlılar hâlâ Osmanlıca okuyor)
Köyde çocuklara sıklıkla verilen “Osman” isminin arkasında Osmanlı sevgisi var; ancak, gençlerin kafası biraz karışık. Tarih kitaplarında Osmanlı’yı ‘sömürgeci’ diye tanıtan bölümler, aralarında Türkmenlerin de bulunduğu bir nesli Osmanlı düşmanı olarak yetiştirmiş. Suriye’nin hatayı düzeltmeye yönelik girişimi ise henüz çok yeni. Eylül ayı sonunda Şam’da yapılan “Osmanlı Belgelerinde Bilâd-ı Şam” isimli uluslararası kongrede Suriye, Osmanlı tarihini, Türkiye’ye danışıp yazacakları haberini verdi.
Bu karar sevindirici; ama Kızhıl Köyü’nde öğretmenlik yapan Türkmen Neda Bekir’in gerçeği anlaması biraz zaman alacak: “Biz, Osmanlının Arapları Türkçe konuşmaya zorladığını ve Arapçayı yasakladığını okuduk. Arapların mazlum olduğunu düşünüyorum. Kitaplar böyle yazıyor ve bana göre başka bir gerçek yok.” Anne Arap, baba, ana dilini neredeyse unutmuş bir Türkmen olunca Neda’nın Türkçe’yi öğrenmesi mümkün olmamış. Humus’a bağlı Sem Ali ve Kal’a köyleri de Kızhıl’dan çok farklı değil. Türkçe konuşmaya utanan kadınlar, “Sizin diliniz ağır, bizimki hafif” kıyaslamaları ve candan karşılamalara rağmen gözlerde belli belirsiz gezinen şüphe ve tedirginlik…
(Hülluk Mahallesinde Türkmen çocuklar -Halep)
Kimi yerlerde kimlik sormaya ve ufak bir sorgulamaya kadar varabiliyor bu güven sorunu. Kal’a Köyü’nün öğretmeni Cevher Barak, ilk gün heyecanla karşıladığı konuklarına ikinci gün temkinli yaklaşıyor. Güvenmek için fazla nazlanmıyor ama. Kimliği ve tarihi hakkında konuşma ihtiyacı ağır basıyor olmalı ki, “Biz bilmezik, hardan geldik. Türkiye’den mi, Rusya’dan mı, Türkmenistan’dan mı? Siz bizim tarihimizi bilir misiniz? Büyüklerimiz denizden geldiğimizi söyledi. Çok rivayet var; ama...” diyor. Barak’ın kafası karışmış görünüyor; ama tarih, ‘deniz yoluyla’ geldiklerini söyleyen büyükleri doğruluyor. 1877-78 Osmanlı-Rus savaşının kaybedilmesinden sonra Ermenilere toprak açmak için harekete geçen Rusya’nın özellikle Kafkasya’daki Türkmenleri tehcir ettiği ve onların bir kısmının Suriye’ye bir kısmının da Bekaa Vadisi’ne yerleştiği biliniyor.
Biz bin yıldır buradayız
Yörenin büyük Türkmen köylerinden Tıllıf’ta da, güvensizlikle içtenlik yan yana. Diğer Türkmen köylerinden uzakta, bir nehrin kıyısına kurulan ‘Küçük Şam’ lakaplı Tıllıf’ın ‘içtenlikli’ yüzü; demirci Ğanim ve karısı Fediye. Yetim dedesine yakıştırılan ‘acıoğlan’ lakabını soyadı olarak taşıyan Ğanim, ‘Nereden geldiniz?’ sorusunu diğerleri gibi cevaplıyor: “Burada kimse bilmez nereden geldiğini.” Suriye Kürtlerinin yabancılarla evlenmeme prensibini hatırlatan Ğanim, biraz karamsar; “Biz çok karıştık, 50 yıl sonra bu topraklarda Türkçe konuşan kalmayacak.”
(Türkmenler için 4 çocuk bile soyun kuruyacağı endişesine yol açıyor-Halep)
Humus’ta öğretmen adaylarına pedagoji dersi veren Abdullah Hacuk göç serüvenlerini, tarih fakültesinin son sınıfında okutulan ‘Selçuklular’ adlı kitaptan öğrenmiş. Kitaba göre, Türkmenlerin Suriye serüveni bin yıl önce Selçuklular dönemiyle başlıyor. Türklerin bölgeye yerleşmeleri, Büyük Selçuklu Devleti’nin Gazneliler’le yaptığı Dandanakan Savaşı sonrasına rastlıyor. 1063 yılından itibaren, özellikle Halep, Lazkiye ve Asi Irmağı boyunca Hama, Humus ve Şam bölgesine yerleşen Selçuklular şimdiki Türkmenlerin atası. 11. yüzyılda keşfedilen bu bereketli topraklar Osmanlı’nın çöküşüne kadar Türklere vatan oluyor. Sultan 1. Selim’in, 1516 yılında Mercidabık’ta Memlukluları yenerek bugünkü Suriye topraklarını Osmanlılara bağladığını ve Türkmen köylerini, hac yolunu koruyacak biçimde yerleştirdiğini hatırlatan Hacuk, “Bizim soyadımız da belki oradan geliyordur. Hacuk soyadı, Hacyükü’nün zamanla değişime uğramış hali.” diyor.
Abdullah Hacuk’un hac yolunu koruması gerekmiyor bugün; ancak, karayoluyla hacca giden Türkleri evinde misafir ederek dedelerinden miras görevi sürdürüyor. “Halid bin Velid türbesinin yanında, arabada yatan bir Türk aileyi misafir ettik. Döndükten sonra bir mektup gönderdiler. Balıkesir’in Sındırgı İlçesi’nde ‘Hacyükü’ isimli iki köy varmış. Ama gidip göremedik.” diyor.
(Şapka devriminden kaçan Hataylı Türkler Kasiyun Dağı eteklerine yerleşmişler-ŞAM)
Türkiye’de kaybolmuş akrabaları veya köyleri aramak için yollara düşmek, sadece Hacuk’un değil, çoğu Suriyeli Türkün hayâlini süslüyor. Kimi zaman da yanlış anlamaların oluşturduğu heyecan dalgası, Türkiye’den gelen bir konuğun beyanıyla hayâl kırıklığına dönüşüyor. Mesela, Kızhıl Köyü’ndeki Bekir ailesi, İstanbul’daki Bakırköy’ün, Bekirköy’le bir ilgisi olmadığını anlayınca epey üzülmüş.
Abdullah Hacuk’un bir dolu isteği var Türkiye’den. Balkanlar ve Ortadoğu’daki bütün Osmanlı yadigârları gibi o da, önünde yol açan bir ‘baba’ya ihtiyaç duyuyor; “Türkiye bize kimlik vermiyor, tamam. Biz burada kalak ve Türkmen dilini yaşatak, çok iyi; lâkin en azından gençlerimizi okutun. Humus’ta Fransa ve İngiltere’nin kültür merkezleri var. Türkiye’nin neden yok? Türkmenistan biraz yol açtı bize; ama yetmez. Ben bir vakıt zannettim ki, Türkiye hepimizi yığacak böyük bir millet olacağız. Bir lugat bir dil söylerik ne de olsa…” Hacuk’un Türkçe’si Humus Türkmenlerinde rastladığımız en iyi Türkçe; ancak o daha ötesini düşlüyor; “Türkiye’de biraz kalsam, dilimi düzeltsem, sonra Türkmenlere Türkçe öğretsem.” Dil konusundaki hassasiyetine rağmen, çocuklarına Türkçe öğretmek istemeyen anne-babalara hak veriyor. “Uşaklarım Türkçe bilmez; çünkü eşim Arap. Dili ana öğretir. Ben çok istedim; uşaklarım gider, Türkiye’de okur, oradan gelin getirirler. Böylece hem kendileri hem de uşakları Türkçe öğrenir; ama olmadı.”
(Musa Muhammed bütün Türkmenler gibi Türk kanalları izliyor-Halep)
Halep’te kunduracı Türkmenler
Şam’dan Halep’e kalkan otobüste, onlarla aynı dili konuştuğunuz için neredeyse ‘akraba’lık ilân edecek üç-beş yolcu her zaman vardır. Bilete fazla para vermemeniz için uyarır, nereden gelip nereye gittiğinizi sorar, mola yerinde çay ısmarlamak ister ve nihayet Halep’e vardığınızda, “Anam, bacılarım güzel Türkçe konuşur. Bize buyurun.” derler. Şam’da bir kunduracıda çalışan ve hafta sonları ailesini ziyaret eden Ahmed Küçük onlardan biri. Halep’in meşhur Türkmen mahallesi ‘Hülluk’ta, gelinler ve damatlar için açılmış her yeni yatak odasıyla büyüyen bir apartmanda yaşıyor. Ne kendileri ne de misafirleri için oturma odaları var; yazları hep birlikte terasta oturuyor, misafir geldiğinde odalarından fedakârlık yapıp geceyi terasta geçiriyorlar.
Evin reisi, sekiz çocuğun babası Abdurrahman Küçük, mahalle camiinin hem imamı hem müezzini. Anadolu’da kullanılan kelimeler onun da dilinde. “200 senedir buradayız. Türkiye’den geldik.” Ahmed’in küçük kardeşi Velid; “Burada gençler pek okumaz, bileğimiz işlemezse aç kalırız.” diyor. O da ağabeyi ve diğer Halepli Türkmenler gibi kunduracılık yapıyor. Aşağı ve yukarı olmak üzere ikiye ayrılan Hülluk Mahallesi’nde her evden en az iki kişi ayakkabı üretiyor.
(Türkmenler Türk milli takımını yakından takip ediyor-Lazkiye)
Biz hep gelmenizi bekliyorduk
Kimi kunduracılar, küçük, loş atölyelerden çıkan ürünlerin iç ve dış piyasada rağbet görmesiyle markalaşma çabasına girmişler. Zekeriya Oun, adının baş harfi ve soyadını kullandığı ‘Zoun’ marka kışlık botları gösteriyor. Modeller, Türkiye fuarlarından geliyor. Senede bir iki defa Antalya ve İstanbul’a uğruyor, yenilikleri takip ediyorlar. 40 yıldır Halep’te yaşayan Zekeriya Usta’nın ailesi, Türkmenlerin, kunduracılığı ve terziliği kimseye kaptırmadığının tipik örneği; altı erkek kardeş kunduracı, bir kız kardeş terzi. Üstüne üstlük, ustanın iki oğlu da kundura işinde çalışıyor. Kunduracılığı Ermenilerden öğrenen Türkmenler, fabrikayı andıran Hülluk Mahallesi’nden en fazla Rusya’ya ayakkabı gönderiyor; ama el emeği ve malzeme o kadar ucuz ki, çifti 2 dolardan satılan ayakkabı, üreticilerine mütevazı bir hayat vadedebiliyor ancak. Üstelik piyasa sadece altı ay hareketli olduğu için senenin yarısını hazır para yiyerek ya da sağda solda ufak işler kovalayarak geçirmek zorundalar. Babası, amcası, amca ‘uşakları’ ve erkek kardeşiyle kundura işinde çalışan Mehmet Bayram, “Türkiye’nin asgari ücreti, buranın en güzel maaşı. O parayla burada paşalar gibi geçiniriz.” diyor. O da, ‘birlikte yaşa, birlikte tüket’ prensibini benimsemiş diğer Türkmenler gibi, sekiz ay önce evlendiği eşini, kız ve erkek kardeşlerin oturduğu kalabalık aile apartmanına getirmiş.
(Türkmen çocuklar-Lazkiye)
Humus’tan sonra, Halep, Türkiye’nin sınır ötesinde yaşayan bir şehri gibi. Evlerde ve sokakta Türkçe konuşuluyor, düğünlerde Türk oyun havalarıyla halay çekiliyor ve Türkiye ziyaretleri aksatılmıyor. Kilit şehirler, Antep ve Kilis… Hemen her ailenin buralarda bir köyü ve yakın akrabaları var. İki ülkeyi ve yakın akrabaları birbirinden ayıran baş suçlu ise sınıra döşenen mayın. Hafız Esad’ın devlet başkanı olduğu 1970’e kadar bir taraftan diğerine rahatlıkla geçen Türkmenler’e ait hemen her hikâye, “Mayın döşenince bizimkiler bu tarafta kalmış.” cümlesiyle şekilleniyor. Bu tarih, o ana kadar Türkiye’den kopmayacaklarını düşünen Suriye Türkleri için ilişkilerle birlikte umudun da kesildiği tarih. Şimdi, düğün, cenaze, hasta ziyareti, alışveriş ve bayram görüşmeleri için geçtikleri sınırda Türk askerinin muamelesinden çok hoşnutlar. Bayram ailesinin kadınları “Sizin askerler, bayram izdihamında hanımlara çok nazik davranıyor.” diyor.
Humus Türkmenleri’nin ‘Türkçe ne işimize yarayacak ki’ düşüncesi, gündelik hayatta sanki ellerinden başka türlüsü gelmezmiş gibi Türkçe konuşan Halepliler nezdinde hiç muteber değil. Onların akıcı Türkçesine şaşırmak, bir Maraşlı ya da Manisalıya ‘Birader, Türkçe’yi nasıl öğrendin?’ diye sormak kadar anlamsız olur. Halepli Musa Muhammed, “Dilimizin Türkiye Türkçesine yakın olduğunu söylerseniz haksızlık etmiş olursunuz.” diyor. “Yakın değil aynısı. Biz Halep’te saf Türkçe konuşuruz, ekmeğe ekmek, suya su deriz.” Bir daha dönmemiş
(Akademisyen Abdullah Hacuk Türkçe metin bulmakta zorlanıyor)
Kilis’in Alimantar Köyü’nden kalkıp Halep’te evlenen dedeleri sınıra mayın döşenince köyüne dönmemiş; ama Türkiye’ye rahatça girip çıktığı günlerin geri döneceği ümidini hep saklı tutmuş. Bir de şapkanın Suriye’deki köyüne kadar gelmesini beklemiş. Şapka takarsa, yeniden Türkiyeli olacağını zannediyormuş. Torun Musa’ya göre, ‘dedesi iyi ki Halep’e yerleşmiş ve dönmeyi düşünmemiş.’ Bundan sonra da dönülmemeli. Vaktiyle Osmanlı Devleti sınırları içinde yer alan bir şehirde yaşıyorlar ne de olsa.
“Dönelim de, Türkiye devletinin sınırlarını küçültelim mi yani.” diyor Musa, “Biz soydaşlarıyız Türkiye’nin. Ankara’daki Türkler nasılsa biz de öyleyiz. İstersek gelir yerleşiriz oraya; ama burada yaşayalım. Sadece bizim için bir kolaylık olmalı.” Suriye Türkleri için ‘kolaylık’, Türkiye’ye giriş çıkışların rahat olması. Vize alırken problem çıkarmasınlar diyen de var, bizden hiç vize alınmasın diyen de… Bu taleplerin ve küçük sitemlerin arkasında, Türkiye’ye naz yapabilecekleri inancı var. “Biz burada oturup diyoruz ki, Türkiye bizim nüfusumuzu bilir, kaç kişiyiz, kimiz, nereliyiz.” diyen Musa Muhammed, zamanla hayal kırıklığına uğramış görünüyor: “Öyle zannediyorduk yani.” Anadolu’dan çok daha önce Türkleştiğine inanılan Kuzey Suriye’de yoğunlaşan Türkmenlerin bütün azınlıklar gibi çoğalma eğiliminde olduğu söylenebilir. Halep’te birbirleriyle yarışırcasına çocuk doğuran kadınlar arasında dört çocuk bile ‘soyun kuruyacağı’ endişesine yol açabiliyor. Varlığını devam ettirmek isteyen Türkmenlerin ikinci politikası ise, tamamıyla şehre yerleşseler bile köylerdeki arazilerini Araplara satmayı reddetmeleri.
(Kızhıl'da Türkmen kadını-Humus)
İstanbul ve Bursa’dan getirdiği kumaşları Halep’te satan Abdülkerim Rihavi, aşağı Hülluk Mahallesi’nin varlıklı isimlerinden. Günün modasına uygun, kaliteli kumaşlar, sentetiğe mahkum Suriyeli kadınlar tarafından kapışılıyor. Türkiye’ye gide-gele 15 pasaport dolduran Rihavi, sadece para kazanmakla kalmamış, Suriye’de yaşayanların kayıtsız kalmayı tercih ettiği ‘dünya gerçeklerine’ ilişkin kafa yormayı öğrenmiş. “Suriye de Müslüman, Türkiye de; ama aramıza sınır koymuşlar. Avrupa’da herkes rahatça dolaşıyor.” diyen Rihavi, iki ülke arasındaki olumlu gelişmeleri de “Şimdi iki ülke gardaş gibi görükiy.” cümlesiyle özetliyor. Çocukken ana-babasından Türkçe duyarak büyüyen ve kız kardeşleri bugün bile Arapça konuşamayan Rihavi, bombayı sonra patlatıyor; “Aslımız Arap bizim. Dedemin dedesi, Suriye’den Türkiye’ye göç etmiş. Bizimkiler mayın döşeninceye kadar bir orada bir burada gezmişler; ama sonunda babam burada, emmilerim orada kalmış.” Rihavi örneği, iki ülke arasındaki sınırın hiç de keskin olmadığını gösteriyor. Mardin ve Urfa’daki köylerinde ana dillerini konuşan Arapların akrabaları, Halep’te Türkçe konuşuyor.
(Lazkiye ile Antakya arasında günübirlik dolmuşlar çalışıyor-Lazkiye)
Türkiye sınırına yakın Halep köylerinde, Antep’ten yayın yapan radyolar dinleniyor ve Türk televizyonları uydu antenine ihtiyaç olmadan izlenebiliyor. Sınıra 3 kilometre uzaklıktaki Karaköprü’de askere gidene kadar Arapça öğrenemeyen gençler var. Köyün yaşlılarından Hacı Musa Kahya; “Biz iresmî Türkmenik. Türkmenin en koyusu bizik.” diyor. Yaşlıların gözde dili hâlâ Osmanlıca. Osmanlı’nın Suriye topraklarından çekilirken kütüphanelerde bıraktığı kitapların çekirdek külahı olarak değerlendirildiğini söyleyen Hasan Kahya, boş vakitlerinde Osmanlıca ‘Aşkın Gözü’ kitabını okuyadursun, gençler, Samanyolu TV ve Kanal 5’ten öğrendikleri Türkçe okuma-yazmayı ilerletmeye kararlı. 17 yaşındaki Selva Kahya, Türkiye’ye yolu düşenlerden kişisel gelişim uzmanı Oğuz Saygın’ın kitaplarını istemiş. Arapça okumayı bilmiyor; ama Türkçesini kitap okuyacak kadar ilerletmiş.
Golan’ın sürgün Türkleri
Türkiye sınırını ve sınırdaki Türk bayrağını görebilen Karaköprülüler, iki devlete de hem uzak hem yakın yaşıyor. Anadolu köylerinden bir köy sanki; ama Türkiye onlardan ne kadar haberdar? Arap topraklarında; ama o kültürden uzakta… Kendilerine has bir ‘mutluluk formülü’ üretmişler aslında; “Karnımız nerede doyarsa orası şirin bize.” Kendilerinden vergi bile istemeyen devlete de çok bağlılar.
(Misafir olduğunuz evlerden yemek yemeden çıkamazsınız-Lazkiye)
Şam’da ‘Kadem-Asâli’ minibüsleri, yolcularını bir saat sonunda, şehrin kıyısına, Türkmenlerin Filistinli göçmenler ve Bedevilerle yaşadığı Kadem semtine bırakıyor. 1967 Suriye-İsrail savaşında, İsrail sınırındaki köylerinden sürülen Türkmenler, bu semti artık ‘yurt’ bellemiş olsalar da akılları fikirleri, şimdi Yahudilerin yaşadığı köylerinde. Hepsinin içinde bir ümit, İsrail geri adım atarsa, Golan tepelerindeki yeşil köylerine dönecekler. Yahudi yerleşimcilerin, köylere taşınabilir evler kondurması da beklentilerini güçlendiriyor. Sürgünde çocuk olanlar bugün yetişkin, o günün gençleri torun torba sahibi. İşin doğrusu, aradan geçen 38 yıla rağmen ‘sonradan gelme’ halini atamamışlar üzerlerinden. Mahallenin yerlisi Arap komşularının ‘sürgün’ aşağılamalarına bir de onlarla birlikte sürülen bedevilerden farklı olduklarını anlatma çabası eklenmiş. Evde yaptığı yoğurtları küçük bakkalında satan Hayat Bekirli, “Az uğraşmadık.” diyor, “Önce bizi bedevi zannettiler. Baktılar ki, biz sac üzerinde katmer pişiriyoruz, deri tuluk içinde tereyağı yapıyoruz. Farklı olduğumuzu anladılar.” Düzgün bir Türkçeyle konuşan Hayat’ı, en mutlu eden şey, Şam’da okuyan Türkiyeli öğrencilerin, “Bibi, yemeği, aynı annem gibi yaptın, aynı annem gibi konuştun.” gibi cümleler kurması. “Kendimizi kopuk bir millet sanıyorduk.” diyor, “Bir soyumuz var, aslımız var diye sevindik.” Orta Anadolu’da kullanılan, ‘kırkım vakti, tokaç, bir çala, böğür’ gibi kelimeleri kullanan Hayat, kendini Türkiye’ye bağlayan sicimi sağlamlaştırmak ister gibi sürekli anlatıyor, bir yandan da iki aylık bebekken çıktığı ve hiç görmediği köyünün fotoğraflarını gösteriyor. Geride bıraktığı çok şey var Golan Türkmenlerinin. “İşte bak, tel var arkada, mayın var, hiç geçemeyiz oraya. Biz kaçma kaçtık, ölüm kaçımı. Kızların başına iş gelir diye, namustan kaçtık. Bak, burada, sürgünden önce dikilen ağaçların meyvesini yiyoruz.”
(Kızhıl köyünün öğretmeni Muhammed Genco kazılarda çıkan Osmanlı paralarını gösteriyor-Humus)
Kendini ‘konar kalkar Yörük’ şeklinde tanımlayan Hayat, Kadem’in de her an ayaklarının altından kayacağını düşünüyor; “Evlerimizin tapusu yok. Tarlaları saklı saklı ev ettik oturuyoruz. Biz rahat değiliz aslında, başka yere göçün derlerse göçeriz.” Hayat, endişeli görünüyor; ama mahalleyi inşa ederken yaşadıkları serüven, kolay pes etmeyeceklerinin ispatı gibi. Sürgün sonrası toparlanma sürecinde kadınların rolü büyük. Yerlilerin ucuza verdikleri tarlalarda kurulan iki-üç katlı evlerin temelinde, kadınların dokuduğu kilimlerin parası yatıyor. Hayat’ın annesi Ayşe, “Kilim dokumak imdada yetişti, Araplar ip getirdi biz dokuduk. Erkeklerin kazandığı yememize içmemize anca yetiyordu.” diyor. O vakitler hemen her ev bir dokuma atölyesi gibi çalışıyormuş; ama evler yapılıp, çocuklar evlendirilince, tezgahlar bir kenara kaldırılmış. Fatma Ahmed, kilimden para kazanmaya devam eden tek kadın.
Türkiye bizi çağıracak zannettim
Kadem’i kuranlardan biri Faysal Durmuş. Sürgünden sonra, inşaat ustası babasıyla ördüğü evlere, akrabaları ve köylüleri yerleşmiş. Bir işçi gibi duvar örse de üniversitede matematik eğitimi almaktan geri durmayan Durmuş, şimdi evinde özel dersler vererek geçindiriyor ailesini; ama ders ücretleri Türkiye’ye kıyasla ucuz olunca, eşinin ve kızının şeker kamışından sabun bezleri dikmeye devam etmesi gerekiyor. Durmuş’un eşi Fatma, Hatay Türklerinden. Şapka Devrimi sırasında, “Ben bu şapkayı giymektense, denizde boğulurum daha iyi.” deyip kendini Suriye’ye atan babası, aynı nedenle kaçan Türklerin yanına, Şam’daki Kasiun Tepesi’ne yerleşmiş. Fatma, annesini görmek için gittiği Hatay ziyaretlerinde, Türkiye’ye yerleşme kararı alsa da, dönüşte vazgeçiyor. Şam, yoksullara kucak açan bir şehir, zenginlerin zekatı ve devletin yardımıyla gül gibi geçinip gidiyorlar.
(Türkmenler geleneksel Türk misafirperverliğini hâlâ yaşatıyor-Halep)
Bir düzen kurmak için geç kaldığını düşünenler gitme arzusunu kolayca bastırabiliyor; ancak Türkiye’de üniversite okuyan Türkmen gençlerin çoğu, Suriye’ye dönmek istemiyor. Ankara’da tıp eğitimi alan Muhammed Tab, yaz tatilini geçirmek için geldiği Kadem Mahallesi’ne daha eleştirel gözle bakıyor artık; “Buradaki halimize baksana. Millet sadece ekmek parası için çalışıyor, ölümü bekleyerek yaşıyor.” Türk kökenli olduğuna bakılmaksızın ‘yabancı’ damgası yemekten yakınan Muhammed, okuldaki MHP’li gençlerle iyi anlaşamıyor. Üstelik, okulun ilk gününde hocasının isteğiyle çizdiği harita yüzünden neredeyse linç ediliyormuş. “Haritayı, ilkokuldan beri nasıl çiziyorsam öyle çizdim. Hatay, Suriye’de görünüyordu. Herkes üzerime yürüyünce öğretmen beni dışarı çıkardı.” Soyadının, ‘Türkiye Âşıklar Birliği’nin açılımı olduğunu söyleyecek kadar Türkiye’yi seven Muhammed Tab, “Sizin Türkmenlerle konuştuğunuzu duyunca, devletin bizimle ilgili araştırma yaptığını, sayımızı tespit etmek istediğini zannettim. Avrupa Birliği’nde nüfusun kalabalık olması önemliymiş, Türkiye, bizi çağırır belki diye ümitlendim.” diyor.
Kadem Mahallesi, Türkmenler için, ‘Colan’ ya da ‘Cevelan’ dedikleri Golan’ı ziyaret edebildikleri sürece güzel. 80’li yıllarda, eski evlerinin ne durumda olduğunu görmek için bölgeye gidenler, İsrail tarafında kalan köylerinin bir benzerini sınırın bu tarafında, hem de aynı isimle kurmuşlar. ‘Ayn Ayşa Cedid’ Köyü, sonuna eklenen ‘cedid’ yani ‘yeni’ kelimesiyle, sadece ‘bir köy’ olmanın çok ötesinde. Devletin verdiği taşlık araziyi, ‘Burası yeşermez, boşuna uğraşmayın’ uyarılarına rağmen, üzüm bağları ve zeytin ağaçlarıyla donatan Türkmenler için bu köy; azmin sembolü. İsrail tarafında kalan eski Ayn Ayşa Köyü’nden 13 yaşında sürülüp Kadem Mahallesi’ne yerleşen Ceyş Musa, 18 yıl önce ikinci defa göçerek, yeni Ayn Ayşa Köyü’nü kurmuş. Gerekçesi çok anlaşılır; “Memleketimizin kokusu geliyor burnumuza.” 100 haneli köyün camisinde hem müezzin hem de hizmetli olarak çalışan Musa, köyü gelişigüzel kurmadıklarını söylüyor; “Eski köylülerimizle anlaştık. Herkes az toprak satın aldı ki, sayımız kalabalık olsun. Nüfusumuzun arttığını gören devlet de, mektep yaptı, yol yaptı, elektriği, telefonu getirdi, su kuyusu açtı. Buna inkar gelmez şimdi.”
Cebel’de kaybolmuş Türkler
Köy, Şam sıcağından bunalan Kadem Türkmenleri için yayla işlevi görüyor. Evi olmayanlar akrabalarına ya da komşularına misafir oluyor. Özellikle cuma günleri, kalabalık gruplarla yola çıkan Türkmenler için piknik günü. İsrail sınırına yaklaştıkça beliren Birleşmiş Milletler’in kontrol noktası da, kimlik kontrolleri de Türkmenleri yıldırmıyor. Yabancıların bölgeye girişi konusunda ise hâlâ belirsizlik hâkim. Artık özel izne gerek olmadığı söylense de, Suriye makamlarından izin almadan yola çıkanlar kontrol noktasında minibüsten indiriliyor.
Suriye’ye Osmanlı zamanında ya da daha öncesinde yerleşen Türkmenlerden ayrı tutulması gereken Hatay Türkleri, Kasiyun dağının eteklerinde Şam’a nazır kurdukları evlerinde yoksul bir hayat sürüyor. 1950’lerde, şapka giymemek için Suriye’ye kaçmaları hem çocuklarını hem de torunlarını geri dönüşü olmayan bir yola sokmuş. Artık Suriye vatandaşı olsalar da ‘vatanım’ diye söz ettikleri Türkiye’ye pasaportla giren torunlar, dedelerinin günahına ortak olmaktan şikayetçi. Türk vatandaşlığını yeniden kazanabilmek için yıllardır mücadele eden ve tek ümidi Avrupa Birliği’nde gören Suriyeli Türkler, T.C Vatandaşlık Yasası’ndaki değişikliğin de kendilerine yansımadığını söylüyorlar. Geçen yıl Resmî Gazete’de yayımlanan karara göre, daha önce vatandaşlığı düşürülmüş olanlar, Türk eşle evli olmaları halinde vatandaşlık hakkı kazanabiliyorlardı. Şam’daki Türkiye Büyükelçiliği yetkililerinin aradan geçen bir yıla rağmen konudan haberdar olmadığını söyleyen Cebel (dağ) Türkleri, kendilerini ‘analı babalı yetim’ gibi görüyor; ancak hiçbir ülkeye ait olmayan Türklere kıyasla daha şanslı oldukları muhakkak.
Ne Suriye ne de Türkiye vatandaşı olan Ömer Hacıhasan, “Ben kaybolmuş bir adamım.” diyor. Babası 8 yaşındayken amcalarıyla birlikte Suriye’ye gelmiş ve bütün Hataylılar gibi Cebel Kasiyun’a yerleşmiş; ancak evlenip çocuk sahibi olduktan sonra yaptığı ihmalkârlığın hem çocuklarının hem de torunlarının hayatını çıkmaza sokacağını fark etmemiş. Şam’da doğduğu için Suriye vatandaşlığını, anne-babası Türk nüfus cüzdanı taşıdığı için de Türkiye vatandaşlığını hak eden Ömer Hacıhasan, yaşı ilerlediği için Suriye kimliği alamıyor; ancak 10 yıl önce başvurduğu Türkiye’nin niçin kimlik vermediğini henüz bilmiyor. “Neden bu kadar uzun sürdü.” diye soruyor, “Gerekli evrakları verdim, annemi babamı konsolosluğa götürdüm, niye alamadım?” Ona ait tek aidiyet belgesi Şam’da bir hastanede dünyaya geldiğini gösteren ‘doğum belgesi’. Bu belgeyle üniversiteyi bitiren Hacıhasan, İngilizce öğretmenliğine kayıt yaptıracağı gün, durumunu şaşkınlıkla karşılayan görevlilere; “Ben böyle bir adamım, belleme derseniz bellemeyiz, gider ‘baba hasan (yankesici)’ oluruz.” demiş. Şam’da yaşayabilmek için yabancılar gibi ikamet yenilemek zorunda kalan Hacıhasan, Türkiye’ye çıkarken de geçici bir pasaport kullanıyor. Ancak haymatlos yani vatansız olduğunu gösteren bu pasaportla yurtdışına çıkmak deveye hendek atlatmaktan daha zor. Öncelikle ziyaret sebebini açıklaması ve Türkiye’den davet alması gerekiyor. Bu durumda davet eden kişinin de küçük bir sorgudan geçmesi gerekiyor. Ve nihayet onay verildiğinde sınırdaki şüpheci nazarlara da hazırlıklı olması gerekiyor. İki ülke arasındaki ilişkilerin bugünkü kadar sıcak olmadığı dönemde, PKK militanlarının haymatlos pasaportuyla Türkiye’ye giriş yapması, hakiki ve masum vatansızları da zan altında bırakmış. Ömer Hacıhasan, 45 yaşından sonra gelecek kimliği, kendisiyle aynı kaderi paylaşan üç çocuğu için istiyor. O, özel kurslarda İngilizce öğretmenliği yaparak ailesini geçindirebildiği için şükrediyor; ancak henüz ilköğretim çağındaki çocuklarının da vatansız büyümesi ihtimali canını sıkıyor.
Bayır-Bucak Türkmenleri
Türkmenlerin, Türkiye sınırına yakın yaşadığı bir başka şehir Lazkiye. Hatay’ın Yayladağı İlçesi’ne 60 km uzaklıktaki bu sahil şehri, Suriye’nin turizm cenneti; fakat Türkmenler, hiç de şaşırtıcı olmayacak biçimde şehrin kıyısında, fakir bir mahallede yaşıyor. Halep ile Antep arasındaki bağın bir benzeri, Lazkiye ile Yayladağı arasında var. Amcalar, teyzeler sınırın iki yakasına dağılmış. Hafız Esad dönemiyle katılaşan sınır kuralları, döşenen mayınlar, iki tarafın da keyfini kaçırmış; ama bereket versin, kimse kimsenin izini kaybetmemiş. Bugün Yayladağı ve Lazkiye arasında günübirlik dolmuş taksiler çalışıyor. Akraba ziyaretleri, iki taraf arasındaki ticareti de canlandırıyor. Yayladağı ile Bayır-Bucak bölgesi için bir elmanın iki yarısı denilebilir. Türk oymaklarını Lazkiye’ye yerleştiren Osmanlı, öyle stratejik davranmış ki, Tartus’dan Tarsus’a dek uzanan Nusayri yerleşimini, hem dağa hem de sahile yerleştirdiği Bayır-Bucak Türkleriyle bıçak gibi kesmiş.
Lazkiye Türkmenlerinden MHP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Şandır, Bayır-Bucak bölgesindeki 54 köy, iki nahiye ve Lazkiye şehir merkezindeki iki mahallede 250 bin Türkmenin yaşadığını söylüyor. 60 kilometre derinlikte 30-40 kilometre doğu-batı istikametinde uzayan Bayır-Bucak bölgesi ile Yayladağı arasında Arap yerleşimi bulunmuyor. Sınırın Lazkiye tarafında, Muhammed Emin’in köyü Yamadı, Hatay tarafında Yayladağlı Durmuş’un köyü Kızılçat var. Durmuş, on günde bir ticari taksiyle Lazkiye’ye gidiyor. Hem o taraftaki akrabalarını ziyaret ediyor hem de bagajına doldurduğu çay, şeker ve benzinle geçimini temin ediyor. Hududa mayın döşenene dek Türkiye tarafındaki tarlaları ekip biçmeye devam eden Muhammed Emin, 30 dönüm toprağından ümidi kesmiş değil. “Bizim devlet sizinkiyle anlaşacak bu konuda.” diyor.
Lazkiye Türkmenleri için ‘meşhur’ sıfatını kullanmak abartı olmaz. Öyle ki, Suriye Türklerini araştırmak isteyenler; sadece Bayır-Bucak Türkleriyle ilgili isimlere, derneklere ve kaynaklara ulaşabiliyor. Mehmet Şandır’ın Ankara’da kurduğu Bayır-Bucak Türkleri Derneği, Suriye’de yaşayan bütün Türklerle ilgileniyor. En önemli faaliyeti ise, Suriyeli gençlere üniversite imkanı sağlaması. Her yıl 15-20 genç, ‘Türk cumhuriyetleri ve toplulukları’ arasındaki öğrenci değişimi anlaşmasına göre Türkiye’deki üniversitelere yerleştiriliyor. Ancak Suriye bir Türk cumhuriyeti ya da Türk topluluğu olmadığı için dernek, Suriyeli Türkleri getirmekte biraz zorlanıyor. Derneğin eğitim temsilcisi Ankara’da okuduktan sonra memleketine dönmeyen Bayır-Bucaklı gençlerden biri.
Suriye’deki ailesinin rahatsız edilmemesi için adını vermek istemeyen temsilci, 11 yıllık hasretinin yakın bir zamanda biteceğine inanıyor; çünkü Suriye ile Türkiye arasındaki olumlu gelişmeler bölgedeki Türkmenlerin de hayatını kolaylaştırdı. Yeni gelen öğrenciler yaz tatillerinde rahatlıkla ailelerinin yanına dönebiliyor artık. Ancak okulu bitirdikten sonra Suriye’ye dönmeyi isteyenlerin sayısı çok az. Türkiye, kasıtlı biçimde vatandaşlık şartlarını zorlaştırdığı halde dönmeyi hiç düşünmüyorlar. Eğitim temsilcisi “Kimseyi dönmeye zorlayamayız. Suriye’de iş imkanı özellikle Türkmenler için çok kısıtlı. Başka ülkelere gideceklerine Türkiye’de kalsınlar.” diyor. Dernek kurulduğu 1996 yılından bu yana 100’ün üzerinde mezun vermiş. Mezun olanların büyük bölümü sırf gidişlerini ertelemek için master ya da doktora yapıyor.
İSMET BOZOĞLAN (*) : ELMACILIĞI GELİŞTİRDİLER
Biz, Türkmenlerin doğduğu topraklarda yaşamasını istiyoruz; ama bu zamana kadar Suriye’de rahat yüzü görmediler. Özellikle Türkiye sınırına yakın yaşayanlar, “Burası yol, burası orman.” engelleriyle iç taraflara göç etmeye zorlandı. Yerlerini terk etmediler ve geçimlerini sağlamak için elmacılığı geliştirdiler. Elma, günümüzde Suriye’nin en önemli ihraç ürünü. 1991-92 yıllarında sınırdaki Türkmen yerleşim bölgelerini PKK kampı gibi göstermelerinin sebebi de yine, Türkmenleri iç bölgelere çekmekti. Biz o dönem olayın iç yüzünü bilmeyen Süleyman Demirel ile konuştuk ve müdahaleyi engelledik. Bana göre, Ermenileri azınlık kabul eden Suriye, Bayır-Bucak Türklerini de böyle görmeli. Arap kimliği taşımaları avantaj gibi görünüyor; ancak haksızlığa uğrayan Türkmenler uluslararası mahkemelere başvuramıyor, azınlıklara has okul imkanlarından yararlanamıyor.
(*) Kırıkhan Suriye Türkleri Tanıtma Yardımlaşma Derneği ve İskenderun Bayır-Bucak Türkleri Dayanışma Yardımlaşma Derneği kurucusu
MEHMET ŞANDIR (*) : TÜRKMEN POLİTİKAMIZ YOK
Bugün Suriye’de yaşayan bir buçuk milyon Türk’ün iki önemli meselesi var; sahipsiz kalmaları ve dillerini unutmaları. Sahipsizliğin getirdiği teslimiyet psikolojisi çok ciddi kültür erozyonuna sebep oldu. Türkiye, yeni dünya düzeninin tartışıldığı günümüzde, jeopolitiğinin verdiği avantajdan ve tarihinden kaynaklanan misyonundan yeterince faydalanamadı. Osmanlı sonrasında kurulan milli hükümetler yayılmacı bir dış politika takip etmemeyi genel bir politika olarak belirlediler ve dışarıdaki Türklerin varlığını kendi güçleri haline getiremediler. Bin yıl boyunca adalet içinde yönettiğimiz bu coğrafyaya yeniden huzur gelebilmesi için Türk’ün adaletinin yeniden kaim olması gerekir. Türkiye, bu misyonunu, emperyalizmin gereği olarak değil doğrudan huzur getirebilmek için küresel bir görev olarak ortaya koyabilirdi; ama yapmadı. Biz ısrarla şunu söylüyoruz; Türkiye’deki Arap asıllı bir Türk vatandaşı hangi haklara sahipse, Suriye’deki Türk asıllı bir Suriye vatandaşı aynı haklara sahip olmalıdır. Ama bunu bizim söylememiz değil Türk dış politikasının söylemesi lazım.
(*) MHP Genel Başkan Yardımcısı
KAYNAK: Aksiyon-sayı :575
Fotoğraflar: Ülkü Özel Akagündüz