2 Şubat 2010 Salı

TURK OLMAK; BIR DERLEME...










(…)

Türk tarihinde gelenekçilik ve gelenekler doğrultusunda yanlaşma temel. Erol Toy, denemesinde ilginç biçimde şöyle değerlendiriyor bu yanlaşmayı, kanatlaşmayı:

“… Gelenler Sünni Selçuklu iktidarının eşit uyduları olurlar… (…) ‘Alevi Osmanlı’ sırada beklemektedir… Selçuklu çöker çökmez Sünni kanadın neyzenleri gider… Alevi kanadın ozanları gelir… Mesnevi dergaha çekilir… Nefes alana dökülür… Mevlana’nın sarığı çıkarılmış, Hacı Bektaş’ın ‘börkü’ takılmıştır… Ve Hilafetle birlikte, ‘Sünniler’ yeniden tırmanır… Devran yeniden döner… O zamana değin, Hacı Bektaş soyundan, Ahi Baba Edebali’nin ‘tutkunu’ olma moda iken, Mevlevi şeyhlerinin dizlerine yatmak ‘onur sayılıverir’!...”

Osmanlı tarihinde bu kanatlaşma süregitmiştir. (…) bir başka biçimi de dönme-devşirmelerle Oğuz-Türkmen kökenliler arasındaydı. Fatih döneminde dönme-devşirmelerin başını Zağanos (Zağnos) Paşa, Oğuz-Türkmen kökenlilerin başınıysa Çandarlı Halil Paşa çekiyordu. Savaşım Oğuz-Türkmenlerin yenilgisiyle ve toplumsal-yönetsel konumlarını yitirişleriyle sürdü. (…) Osmanlı yönetimi bu “asli unsuruna” artık pek iyi gözle bakmıyordu (Öz, Baki. Kurtuluş Savaşı’nda Alevi Bektaşiler, Cumhuriyet, İstanbul, 1997, s. 78-79).

(…)

Demokrasi, halkın kendi kendini yönetmesidir; ama Osmanlı çağında Türk halkı yönetimden büyük ölçüde uzak tutulmuştur. (…) Osmanlı çağında üst düzey yönetim kadroları Türk asıllılara yüzyıllarca kapalı tutulmuştur. Türk asıllılar arasında yönetimin üst düzeylerine erişebilenler de ancak Türk kültürüne yabancılaşma koşuluyla o zümre içinde yerlerini alabilmişlerdir. Kısacası, bilinçli bir devlet politikası olarak, Türkler büyük ölçüde devlet yönetiminin dışında tutulmuşlardır.

Bu süreç, 15inci yüzyıl ortasında, İstanbul’un fethinin hemen ardından başlar. O zamana kadar devlet yönetiminde Türk kökenli kimseler son derece etkindiler. Padişah sülalesi dışında, “hanedan” diye tanımlanan bazı güçlü aileler vardı. Bunlar Osmanlı devletinin kurucu aileleriydi, ve içlerinden çok deneyimli ve yetenekli devlet adamları yetişmişti. O “hanedan” ailelerinden biri de Çandarlı ailesiydi. Fatih Sultan Mehmet, ilkin çocukluk çağında, daha sonra da gençlik çağında tahta geçtiğinde, Çandarlı sülalesinden gelen Çandarlı Halil Paşa Sadrazamdı. Fakat, Fatih Sultan Mehmet, daha genç yaşında, çok kişilikli ve kendine güvenen bir insandı; onun için Çandarlı Halil Paşa’nın gölgesinde yaşamayı içine sindiremiyordu. Üstelik çocukluğunda tahta geçmişken, deneyim isteyen bir askeri sefer sırasında, Çandarlı Halil Paşa’nın, kendisini tahttan indirip, saltanat makamını tekrar babasına, II. Murat’a, bıraktırmış olmasını sanırım içine sindirememişti ve Çandarlı Halil Paşa’dan kurtulmak için fırsat kolluyordu. Bu fırsat İstanbul’un fethi ile eline geçmişti. Tabii, yanılıyor olabilirim, ama bence hiç inandırıcı olmayan birtakım gerekçelerle, suçlamalarla, Fatih Sultan Mehmet, fethin kendisine sağladığı büyük manevi güce dayanarak, Çandarlı Halil Paşa’yı İstanbul’un fethinin hemen ardından, sadrazamlıktan indirip boynunu vurdurmuştu; yerine Hıristiyan Avrupa kökenli bir padişah “kul”unu, bir devşirme olan Zağanos Paşayı sadrazam yapmıştı.

Çandarlı Halil Paşa’nın katlinden ve yerine Zağanos Paşa’nın getirilmesinden sonra, iki yüzyılı aşkın bir süre, doğuştan Türk olan hiçbir kimse Osmanlı İmparatorluğunda sadrazam olmamıştır. O süre içinde, sadrazamların tümü vezirlerin komutanların da büyük çoğunluğu devşirme padişah “kul”ları idi; yani enderunda yetiştirilmiş Hıristiyan Avrupa kökenli çocuklardı.

(…)

Osmanlı yönetimi mutlakiyetçi bir yönetimdi; ve padişahlar, hele Fatih Sultan Mehmet gibi iddialı padişahlar, kendi iktidarlarının, otoritelerinin, hiçbir kimse veya kesim tarafından sınırlanmasına tahammül edemezlerdi. (…) kardeşlerini katletme hakkını tanıyan bir yasa da çıkartmıştı ve bunu devlet güvenliğinin bir gereği olarak göstermişti.

(…)

Türk kökenlileri yönetimden olabildiğince uzak tutma politikası da bu sınırsız iktidar isteğinden doğuyordu. Çünkü kurucu millet olarak Türklerin bazı ayrıcalıkları, doğuştan bazı hakları, özgürlükleri vardı. Türk kökenliler padişahın kulu, yani kölesi sayılmazlardı. (…) sadece Müslüman Türkler iktidarı denetleyip sınırlayabilecek durumdaydılar. O yüzdendir ki, Fatih Sultan Mehmet, bu yetkiye sahip olan ulusu devlet yönetiminin tamamen dışına itmek istemiştir ve bunu başarmıştır; ondan sonraki padişahlardan da birçoğu aynı uygulamayı sürdürmüştür.

Yine o yüzdendir ki, Türkler, büyük bir devletin, bir imparatorluğun kurucusu oldukları halde, o devlette yönetime ve siyasete katılabilme alışkanlığını edinme fırsatını yeterince bulamamışlardı.

Halkın yönetime katılımı, yalnız doğrudan katılımı değil dolaylı katılımı bile, önlenebilsin diye, Osmanlı çağında, halkla devlet arasına din, dil, ve kültür engelleri dikilmiştir. Arapça, Farsça ve Türkçe gibi kökenleri, yapıları birbirinden tamamen farklı üç dilin karışımından oluşan yapay ve acayip bir dil, “Osmanlıca” denen dil oluşturulmuştur ve halk bu dili anlayamamıştır.

(…)

Devlet halk arasına örülen bu dil duvarıyla da halk yönetimden dışlanmış; halkın cahil ve bilgisiz kalması güvence altına alınmıştır.

Osmanlı yönetimi Müslüman Türk halkının özellikle din konusunda cahil tutulmasına siyasal açıdan büyük önem vermiştir.

Osmanlı devleti teokratik bir devletti, din temeline dayalı devletti; ve Müslüman Türk toplumunu din kurallarına göre, Şeriata göre yönetmek iddiasındaydı. Oysa, gerçekte padişah ve üst düzey yönetici kesim, din kurallarını kendi siyasal amaçlarına ve çıkarlarına göre yorumlayarak uyguluyorlardı.

Eğer halk din konusunda bilgili olsaydı, bu yorumları ve uygulamaları tartışacaktı ve belki de bazılarını reddedecekti. Oysa Osmanlı yönetimi bu yetkiyi elinde tutmak istemiştir.

(…)

Osmanlı döneminde köylerin çoğunda cami bile yoktu; köy ve mahalle camilerinde bilgili hocalar yoktu. Hatta Müslüman Türk halkı kendi kutsal kitabını kendi dilinde okuyup anlayamazdı. Arapça aslına bile erişemezdi; çünkü Kur-an’ı Kerim ancak el yazması olarak çoğaltıldı; el yazması nüshalar da, tabii, çok azdı ve pahalıydı (…)

Okul kitaplarında, matbaanın, Türkiye’ye Almanya’daki ilk Gutenberg matbaasının kuruluşundan 279 yıl sonra geldiği okutulur; Türk toplumunun o yüzden cahil kaldığı öne sürülür. Oysa bu kesinlikle doğru değildir; matbaa Osmanlı topraklarına çok daha erken gelmiştir. Gutenberg’in geliştirdiği baskı tekniğiyle Almanya’da basılan ilk kitap 1448 tarihini taşır. 1495 yılında, yani ondan sadece 47 yıl sonra da, İstanbul’da ilk matbaa kurulmuştu; yine o yıllarda Selanik ve İzmir’de matbaalar kurulmuştu. Ancak bu matbaalarda sadece Musevi ve Hıristiyan cemaatlerinin kitapları basılabilirdi. Türkler için kitap basabilen matbaanın Osmanlı topraklarında ilk kez kurulması içinse 279 yıl geçmiştir. 279 yıllık gecikmeyle İbrahim Müteferrika tarafından kurulan bu matbaada bile İslamla ilgili kitapların basılmasına izin verilmemiştir. Çünkü Museviler ve Hıristiyanlar için matbaalar kurulunca Osmanlı yönetimini tedirgin edici bazı gelişmeler olmuştur. Bu matbaalarda Tevrat ve İncil basılmayla başlandıktan sonra, o cemaatler kendi dinlerini daha iyi öğrenmeye başlamışlardır ve aralarında ciddi tartışmalar çıkmıştır. Dinsel konularda başlayan bu tartışmalar giderek siyasal tartışmalara dönüşmüştür. O yüzden, Osmanlı yönetimi “neyimize lazım, bizim din kitabımız basılıp Müslüman Türk halkı arasında da böyle tartışmalar ortaya çıkmasın” diye, Kur-an’ın baskı tekniğiyle çoğaltılmasını yasaklamıştır.

Din temeline dayalı bir devletin, kendi Müslüman halkından kendi din kitabını esirgemiş olması korkunç bir çelişkidir.

Türkler için matbaa kurulduktan sonra Kur-an’ı Kerim’in matbaada basılmasına izin verilmemesi hiç de inandırıcı olmayan bir mazerete bağlanmıştır; hattatların çıkarı zedeleneceği için buna izin verilmediği öne sürülmüştür. Oysa, dünyanın büyük bölümüne hükmeden Osmanlı padişahlarının gücü herhalde üç-beş hattata da yeterdi. Asıl amaç, Türk halkını kendi dini konusunda bilgisiz, cahil tutmaktı.

Kur-an’ın Türkçesi ise, el yazması olarak bile, 15. yüzyıl ortalarından Osmanlı çağının sonuna kadar yasaklanmıştır. Türkçe Kur-an ancak laik Cumhuriyet döneminde basılmaya başlamıştır.

(…)

1666 yılında, dördüncü Sultan Mehmet’in Başçevirmeni Ali Bey, Musevilerin ve Hıristiyanların kutsal kitaplarını Tevrat’la İncil’i Türkçe’ye, hem de halk Türkçesine çevirmişti. Yani, Osmanlı Şeriat devletinde, Müslüman Türk halkı, kendi kutsal kitabını kendi dilinde okuyamazken, isterse Musevilerin ve Hıristiyanların din kitaplarını kendi dilinde okuyup anlayabiliyordu.

Bu gibi önlemlerle, Osmanlı çağında, halkla devlet arasına birer din duvarı, dil duvarı ve yönetim duvarı örülmüştü.

(…)

Osmanlı çağında Türkler o kadar etkisiz duruma getirilmek istenmiştir ki Türklükleri bile unutturulmaya ve devleti Türklükten soyutlamaya çalışılmıştır.

Yakın çağlar tarihinde, Osmanlı Devletinden başka, kurucu ulusun veya kendi vatanının adını taşımayan bir devlet bilmiyorum. İngiltere, Amerika, Almanya, Fransa, İsveç, Hollanda, Bulgaristan ve daha nice devlet; hepsi ana etnik unsurun adını, veya o devletin kurulu bulunduğu ülkenin adını taşır. Osmanlı Devleti ise bir ulusun da bir ülkenin de adını değil, sadece bir sülalenin adını taşıyor (…)

Türkleri devlet yönetimi dışında, ve yönetimi etkileyemez durumda tutmak o kadar önemli bir devlet politikasıydı ki, Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethettikten hemen sonra, kentten kaçan Rumları tekrar geri gelip İstanbul’a yerleşmeye çağırmıştır; ayrıca birçok Ermeni topluluklarını da zorla veya özendirici önlemlerle İstanbul’a yerleştirtmiştir. Türk kökenlileri dışlarken; bir yandan da Türklerin İstanbul’da nüfus bakımından ağırlık taşımasını ve yönetimi etkilemeye kalkışmasını önlemeye çalışmıştır.

(…)

O çağlarda bugünkü milliyetçilik kavramı da yoktu (…) Bugün, çağımızın bakış açısından yadırgasak bile, o çağda devletin menfaati padişahlara göre öyle gerektirdiği için öyle davranılmıştır.

Yine o nedenlerdir ki, İstanbul’un fethinden sonra, Fatih Sultan Mehmet, kendine “Türk İmparatoru” değil, “Kayser-i Rum” ünvanını vermiştir. “Kayser-i Rum”da Roma Sezarı demektir (Ecevit, Bülent. Toplumsal Kültürün Türk Siyasal Yaşamına Etkisi, Demokratik Sol Parti Yayını, Ankara, 1995, s. 22-31).

HASRET BİTİYOR’UN DEŞİFRESİ (19)

550 YILLIK MÜCADELE Son günlerde bir OSMANLILIK salgını var. Hem de öyle bir salgın ki, kurtulabilene helal olsun. Kimi kendini OSMANLI, kimi kendini BİZANSLI, kimi de ROMA’lı ilan eder oldu. Türkiye’nin en son ‘IN’ kavramı budur. ‘OUT’ kavramı ise hiç değişmez. Mütedeyyin Türkler, yani ‘ZENCİ’ Türkler, 551 yıldır ‘OUT’ konumundadır. Günümüzde, Osmanlının son zamanlarındaki “devşirilememiş devşirmeler”in ve hain “dönme”lerin yerini, günümüzde “kemikçiler” almıştır. (…) OSMANLI, BİZANZLI, ROMALI OLMAK ‘IN’ TÜRK OLMAK ‘OUT’ Ben, daha önce yazdığım gibi OSMANLI ve OSMANLI ÇOCUĞU değilim. Çünkü benim nesebim belli. Ben SELÇUKLU’yum, ben ‘ZENCİ’ Türk’üm. Çünkü, “641 yıllık Osmanlı tarihinde 215 sadrazamdan 79’u Türk, 20 sinin milliyeti şüpheli, 116 sı dönme ve devşirmedir.” (M. MÜFTÜOĞLU YÜZ KÜÇÜK ADAM) HESAPLAŞMANIN MİLADI, FATİH’İN ÇANDARLI’YI BOĞDURDUĞU GÜNDÜR Osmanlıyı çökertenlerin başını ‘devşirmeler‘ çekmiştir. Devşirmelere de nesebi karışık padişahlar yüz vermiştir. ‘Kan çeker’ tabiri, ne kadar da yerinde bir tabirdir. Devşirme geleneğinin kökünde, Anadolu’da bir zamanlar bağımsız beylikler yönetmiş ailelerin çocuklarının zenginlikleri yeter. Bu ailelerin divanda bir nevi temsilcisi durumunda olan üyeler, hem fert olarak, hem de toplu olarak Osmanlı Hanedanı için bir tehdit durumundaydılar. Ayrıca padişah, bu Türk vezirlerin bulunduğu divanda ‘astığı astık kestiği kestik’ davranamıyor daha dikkatli daha tedbirli daha akılcı olmaya zorlanıyordu. Konstantinapol’ün fethinden hemen sonra Fatih, ÇANDARLI HALİL PAŞA’yı boğdurmuş ve yerine Vezir-i Azam Rum Mehmet Paşa’yı getirmiştir. ÇANDARLI görünürde fethe karşı olduğu için halledilmişti, bu iddiayı desteklemek için Bizans’tan rüşvet aldığı da söylenmişti. Ancak mesele köksüz, sahipsiz, türedi ve sıradan olmayan ‘Onlar’ın yani Türklerin, hem padişaha ayak bağı, hem de devşirmelerin önünde engel oluşturmalarıydı. Edirne Sarayı’nda Türk vezirlerin ciddi, sorgulayıcı, danışmacı ve akılcı tavırları padişah II nci Murat’ı bile yıldırmıştı. Üstelik Çandarlı Halil Paşa Bizanslı tüccarlarla ortak iş yapan çok zengin bir ailenin de çocuğuydu. İyi bir tüccardı. Konstantinapol’ün fethi için yapılan planlamalarda ‘büyük haçlı akını olur’ endişesi ile tedbirlilik sergilemişti. Buna rağmen Rum Mehmet ve arkadaşları olan diğer devşirmeler Konstantinapol’ün ekonomik olarak talan planlarını yapmış ve bu nedenle fethin bir an evvel olmasını istemekteydiler. Kaybedecekleri bir şeyleri yoktu. Osmanlı mağlup olursa Osmanlı’yı içten bozguna uğratmış kahramanlar olacaklar, Osmanlı galip gelirse Konstantinapol’ün yağmasını kendi soylarına yaptıracaklar ve Osmanlı Devlet Yönetimi’ne hakim olacaklardı. Fetih tamamlandı ve ikinci ihtimal şiddetle gerçekleşti. Konstantinapol’ün fethi ile de Anadolu Türkleri’nin bugünlere uzanan hüsranı başladı. Muhteşem (!) Osmanlı Hanedanı’nın dünyayı titreten dirayetli (!) padişahları, pençik oğlanlarının Anadolu Türkleri’ne zulümlerini, katliamlarını, tecavüzlerini görmezden geldi ve göz yumdular. Aslında haksız da değildiler ve son derecede normal davranışlar sergilediler. Çünkü onların da anaları pençik oğlanlarının analarıyla soydaş ve hattâ hısımdılar. Konstantinapol de hiçbir dönemde Türk dokusuna kavuşamadı. İshak Paşa’ya kadar da (1469-1472) Türkler Konstantinapol’e yerleşemediler. Çünkü Türklere töre ve yasaya rağmen değer üreten kaynaklar değil, evler layık görüldü. Gayri Müslimlere de ticari kazanç sağlayan yerler verildi... PENÇİK OĞLANLARI’NIN OĞLANLIKLARI Osmanlı Devlet Yönetimi ‘Ehl-i ilimden ehl-i örfe geçti’ Osmanlı’da ilmiye sınıfı başlarda genellikle Türklerden oluşmaktaydı. Ehl-i örf’ün muhatabı ise devşirme sistemi idi. Ehl-i örf’ün etkinliği de doğal olarak Türkleri devlet yönetiminden uzak tutuyordu. “Meşrutiyet çağında İslamlık fikri Abdülhamit’ten, Türklük fikri Rusya Türklerinden, Osmanlılık fikri devşirme idareci-memur (bürokrat) kadrosundan gelmiştir. Bu üç başlı uyuşmaz dünya görüşünün birbiriyle çekişerek Osmanlıyı 10 yıl içinde kesin çöküntüye götürmesine neden şaşılır?”( NOTLAR-SOSYALİZM TOPLUM VE GERÇEK-KEMAL TAHİR- 1992) DİRAYETSİZ FATİH VE DEVŞİRME HAİN VEZİRLERİ 1 nci Murat döneminde 1/5 oranında ‘vergi’ olarak alınan ‘pençik oğlanları’, vergilerin bile hükümdarı oldular. Çandarlı’dan sonra onun yerine vekâleten getirilen İshak Paşa, Mahmut Paşa ve nihayet Rum Mehmet Paşa daha sonra tekrar ve asaleten İshak Paşa. İşte devşirmeler geçidi başlıyordu. İçel, Antalya, Konya üzerine seferlere çocuklar gibi sevinerek giden Gedik Ahmet Paşa’lar Arnavutluk seferine çıkmamakta direnir ve muhteşem, yeri göğü titreten (!) Osmanlı padişahlarının emirlerini yerine getirmezler, binbir bahane bulurlar; işte pençik oğlanlarının tutumu... KAYNAK: http://www.anayurtgazetesi.com.tr/haberdetay.php?no=312&il=guncel_dizi&tarih=2004-12-12

KATRANI KAYNAK KAYNAK, OLUR MU ŞEKER. CİNSİNİ...

(…)

Bir taraflarını yırtarak “Ben Osmanlıyım” diye bağıranlar, Osmanlı tarihini “saray beslemesi” tarihçilerin kaleminden okudukları için bu yaygaralarla ortalıkta dolaşırlar. Genelde aynı kişiler için “Ergenekon” da kutsaldır. Ama nedense bu yaratıklar, bir operasyona “Ergenekon” isminin verilmesi karşısında sessiz ve alakasız kalırlar.

Fatih Sultan Mehmet, ön cephelerde Türklerin bulunduğu birlikler sayesinde İstanbul’a girdikten sonra Türkleri nedense unutmuştur. Karşınızda terbiyemi bozmamak için “unutmuştur” diyorum…

“Saray Beslemesi” tarihçiler ve “kulaktan dolma” Osmanlıcılar, bu “unutma” operasyonuna o kadar güzel kılıflar hazırlamışlardır ki; “ihanet” bile bu “kılıflar” karşısında “cüce” kalır.

Bahane ya da kılıf nedir?

“Fatih, İstanbul’un asıl fethini yapmak için, şehri yeniden inşa etmek istiyor” “Bu nedenle de bulduğu bütün Rumları, Ermenileri, Musevileri şehre yerleştiriyor” Ama Türkler, Fatih Sultan Mehmet için 2 nci ve belki de tasnif dışı sıralamada olduklarından İstanbul’a alınmıyor, gelebilenlerin de geri dönmesi için elden ne gelirse yapılıyor.

Fatih’in bu tercihi “İstanbul’u gerçekten fethetmek için yaptı” diyenlere, kimseler kalkıp da Türk evladı Çandarlı’yı katlederken en seçme Rumları neden Veziriazam yaptı diye soramıyorlar. Sebebini mi sordunuz:

“Katranı kaynat kaynat olur mu şeker, cinsini öptüğümün cinsine çeker” özlü sözü ile size cevap verebilirim. Ne mi demek istiyorum? İsteyen Fatih’in “anası”na baksın; nerede ömrünü tamamladığına ve nerede “vefat” ettiğine baksınlar derim. Molla Gürani’nin, Akşemseddin’in Fatih’i ve İstanbul’u neden terk ettiklerini araştırsınlar derim…

Sonuç olarak; Türklük karşısındaki saldırıların başlangıç noktası 29 Mayıs 1453’tür. Türklüğün savaşı 555 yıldır sürmektedir.

Peki, İstanbul ne zaman Türkleşmeye başladı? Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün “mübadele” anlaşmalarıyla.

“SARAY BESLEMELERİ”NDEN İNCİLER…

Şimdi sizlerle yine “saray beslemeleri” tarafından allanıp pullanmış, bugüne intikal edinceye kadar da başına teller takılmış bazı alıntıları paylaşmak istiyorum:

“Fatih Sultan Mehmet, Bizans’ın alınmasından hemen sonra, İmparatorluk sarayını gezip incelediği sırada, zindanda yaşlı bir papazı gördü. Yanına vardı ve ona;

“Efendi! Neden hapsedildin, suçun neydi?” diye sordu,

O da; “Sultanım! İstanbul kuşatıldığı sırada İmparator beni huzuruna davet etti ve bana; “Aziz Peder! Türkler İstanbul’a girebilecek mi?” diye sordu. Ben de ilmime güvenerek Ona; “ Efendim ne yazık ki, Türkler buraya hâkim olacaklar” dedim. İmparator hiddetlendi, işkenceyle beni buraya hapsettirdi.” dedi.

Fatih bu olaydan oldukça etkilendi ve papaza şu soruyu yöneltti; “Aziz Peder! İstanbul, bir gün gelir de bizim elimizden de çıkar mı?” dediğinde Papaz; “İçinizdeki fesatçılar, düşmanlar, kendi çıkarlarını düşünüp, devleti soymaya kalkarlarsa ve birde taşınır, taşınmaz mallarını yabancılara satıp, onlardan medet umar duruma düşerlerse, o zaman İstanbul bir başkasının eline geçer” dedi.

Bu söz üzerine Fatih’in tüyleri ürperdi ve oracıkta dizlerinin üzerine çöktü, ellerini açıp “Ya Rab! Ülkemde böyle fesatçılara, devlet düşmanlarına fırsat verme. Onları gazabına uğrat, birlik ve beraberliğimizi bozma” diye niyazda bulundu.”

Saray beslemesi yalakaların süslediği “reklamları” izlediniz… Sanki kendisi o fesadın başı değilmiş gibi..

Şimdi gelelim sadede;

Fatih İstanbul’u aldı ve Türkleri sadece İstanbul’da anasının soyundan gelenlerin “pislikleri”ni temizlesin, onlara hizmetçi ve uşak olsun diye tam 3,5 yıl sonra kabul etti. Ve bu Türkleri bostanlara, şimdiki tabirle varoşlara yerleştirdi. Günter Wallraf’ın “En Alttakiler Türkler” kitabına itiraz edip, Fatih’e benzemeye çalışanlara duyurulur.


(…)

Dini canlanma, yoksul halk açısından gerçekte, acılardan, tehlikelerden bir kaçışı, bir avuntu bulmayı ifade etmekteydi. Ama birçokları açısından bu durum bir menfaat kapısıydı. Meşrutiyet dönemi şeyhülislamlarından Musa Kazım Efendi, bu durumu şöyle anlatmaktadır: “Mürtekiplerin (rüşvetçilerin) büyükleri arasında geçen zatlar, ayıplarını örtmek, günahlarını saklamak için daima namaz kılarlar; seccadelerini resmi makamlara bile taşıtırlardı. Rahmetli Abidin Paşa (Kanuni Esasi Komisyonu üyesi) feylesof bir zat olduğu halde (o zaman feylesof demek dinsiz demekti) başını seccadeden kaldırmazdı. Mabeynde ve Babı Ali’de makul ve beğenilir kişi olmak için mutlaka post-nişin güruhuna katılmak zorunluluğu vardı… Halifelik, Tanrılık seviyesine yükseltildi. Saray dolaylarında dergahlar açıldı (Gültekin, Mehmet Bedri. Laikliğin Neresindeyiz, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1995, s. 230).



Hiç yorum yok: