31 Ocak 2010 Pazar

ÇITAKLAR

ÇITAKLAR

“Şarki Rumeli’de yerleşmiş bulunan bir kısım Türk halkına “Çıtak” adı verilmiştir. Halk arasında dönüp dolaşan rivayetlere göre, bunlar, Hıristiyan unsurlardan ayırt edilebilmeleri için çitlerini kireçle boyamışlar ve “Çiti-ak” anlamına gelen “Çıtak” adı ile anılmışlardı.

Bilindiği üzere, bugünkü Türkçemizde “Çit” ağaç dallarından örülmüş korunak anlamına gelmektedir. Çitmek tabiri de, bir şeyin ayrıntılarını veya iki parçasını biri birine örerek birleştirmek manası taşımaktadır. Bazılarınca bu kelime “Çatmak” fiili ile karıştırılarak “Çıtak” ismini “Croise” kelimesiyle aynı anlamda telakki edilmiş ve bu saf Türklerin, yerli halkla karışmış bir unsur olduğu sanılmıştır. Böyle bir düşünüş bu tesalüpün bir sıhriyet neticesi olduğunu kabullenmek demek olur ki, Türklerin Müslüman olmayan veya sonradan islamiyeti kabul eden unsurlarla birleşmekten son derece kaçındıkları ve sonradan Müslümanlığı kabul edenleri daima “Dönme” olarak aralarına dahi karıştırmadıkları göz önüne alınınca böyle bir telasübün varid olmayacağı kesinlikle anlaşılmış olur.

Eski Türkçede “Çit” kelimesi, “Sınır, uc, kenar” gibi anlamlara gelmekte “Ak” ise “Yer, mevki, bölge, ülke” gibi anlamlara gelmektedir. Her iki kelimenin bir araya gelmesinden oluşan “Çitak” kelimesi, “kenar memleket, kıyı-köşe yer” demek olur ki “Çitak” böyle yerlerin halkı manasına gelir. Bu manası ile “Çitak” Fransızca’daki “Banlieue” “Faubourg” halkı demek olur.

Çok eski devirlerde, kalelerin savunma alanı dışında kalan yerlerde ilk savunma hattı olarak çitler örülür ve arkalarına toprak yığılarak siperler vücuda getirilmiş ve böylelikle düşman bir süre kaleden uzak tutulurmuş. Sınırlarda da bu çeşit mânialar vücuda getirildiği için oralara “Çit” denilmesinin âlem olduğu düşünülebilir. Bu ilk savunma hattı ile kale arasında kalan bölgede yaşayan halka bu adın verilmiş olması mümkündür. Sonraları bu bölge genişletilerek “Dağlılar”la “Şehirliler” arasında kalan ve dağ eteklerine kadar uzayan saha halkına “Çitak” denilmiştir. Çıkış ve türeyişi kesin olarak bilinmemekle beraber, bu kelime, Türk’den ayrı bir unsura verilmiş bir ad olmayıp bir zümrenin adı olarak kullanılmıştır. Nasıl ki, “Manav” adı, Filibe halkı tarafından “Anadolulu” manasında kullanılmaktadır."1

“Osmanlılar Balkanları istila ettikleri zaman buralarda daha evvel gelmiş Bulgar, Peçenek, Kuman vesaire gibi İslavlaşmış yahut Bizans’ın tesiri ile Hıristiyan olmuş Türklere tesadüf etmişlerdi. Rumeli’de ve hassaten Makedonya’da Türkler kendilerini iki kısma ayrılıyorlardı.

1. Yürükler. 2. Çıtaklar.

Çıtakların şiveleri ile yürük şivesi birbirinden farklı idi. Yürük şivesi daha ziyade Anadolu’yu hatırlatır. Birçok kelimeler Anadolu’dan getirildiği gibi muhafaza edilmiştir. Bu fark sade lisanda değildir. Kıyafette gelenek ve görenekte şarkılarda kendini gösterir. Mayadağ yürükleri arasında şöyle bir rivayet vardır. Türkler buraları istila edince askerler yerlilerin evleri ile yeni gelen Türklerin evlerini birbirinden fark edemezlermiş. Müslüman olan ahalinin evlerine Hıristiyan evi zannedip girerlermiş. Bundan şikâyet olunmuş Türk komutanı (Müslüman olanlar çitlerini ak etsinler) diye emir vermişler. Bundan çitak kelimesi meydana gelmiş.”2

Bulgaristan’ın, o zamanki adıyla Filibe (Plovdiv) vilayeti İstanimaka (Asenovgrad) ilçesinin Borova köyünden 1914 yılında göç etmiş olan Karadağlılar, Bulgaristan’da Bulgarlar ve Pomaklar tarafından Çıtak olarak adlandırılıyorlardı. Bulgaristan’dan aynı zamanlarda Çan ilçesine göç etmiş olan Pomaklar tarafından da Çıtak olarak adlandırmalarına rağmen, yerli köyler (manavlar) ise Çıtak diye bir tanım bilmedikleri için olsa gerek Karadağlılara Pomak diyorlardı.

Bulgaristan’dan 7 yaşında gelmiş olduğunu söyleyen Arif Kahraman, kendisiyle 1997 yılında yapılan röportajda: “Bize Çıtak diyorlar, şimdi ne Gırcalı ne de Çıtak diyorlar. Pomak diyorlar ama Pomak değiliz, biz Türkçe konuşuyoruz… Çıtak, evin duvarlarını çit ile yapar ve ak sıva ile sıvar; Çıtak ona derler” demiştir. Kendisine, atalarınız Borova’nın yerlisi miymiş, yoksa başka bir yerden; Anadolu’dan Borova’ya gitmiş olabilirler mi? sorusuna ise: “Yok, yok başka yerden değil, Borova’nın yerlisiymişler”3 cevabını vermiştir.

Karadağ’a göç edenlerden hiç kimsenin, Bulgaristan’a Anadolu’dan veya başka bir yerden göç edildiğine dair pek bir şey bilmemesi ve bu konu hakkında fazla bir şey söylenmemiş olması; Karadağlıların, Balkanlara Karadeniz’in kuzeyinden gelen Peçeneklerin, Kuman-Kıpçakların ve Uzların bakiyeleri oldukları ve de Osmanlının Rumeli’yi fethinden önce oraya yerleştiklerini gösteriyor.

TARİHİ

Karadeniz’in kuzeyinden Balkanlara gelen Peçenekler, Uz-Türkler ve Kumanlar’ın bakiyeleri olduklarını varsaydığımız Çıtakların tarihine bakmak için, Atanas Manov’un, Gagauzlar (Hıristiyan Türkler) kitabından bir miktar alıntı yapacağız.

“Rus Türklük bilimci Golubovskiy’e göre, Türk kavimleri Avrupa’ya doğru iki koldan yürümüşlerdir: birileri Orta-Asya’dan Rus bozkırlarını aşarak, ötekilerse güneyden, İran’dan geçerek… Ancak, hepsi de bir ve Oğuzlar adı altında…

Bunlardan ikinciler Selçuk Türkleri ve aynı zamanda Osmanlı derler ki, adını ilk devlet başkanının adından alır. Ancak Orta-Asya’dan Rus bozkırlarına doğru “Türkler” adıyla yürüyen birinciler, ayrı ayrı adlar almıştır: Peçenekler, Uz-Türkler ve Kumanlar ki, bunların her biri ayrı ayrı siyasal bağımsızlık sahibiydiler. Bunlar IX. Yüzyıla doğru Volga ve Gyank ırmakları arasına yerleşmişlerdir.

1036 yıllarına doğru Kumanlarca kovalanan Uz-Türkler, Volga ve Don ırmaklarının batı yörelerine yönelmişler, buralarda Peçeneklerle karşılaşmışlardır. Peçenekler arasında kavga çıkmış, orduları iki bölüme ayrılmıştır. 80.000 kişiden oluşan birinci bölüm kendi yasal önderleri olan Tirah Han’ın yönetiminde kalmış, 20.000 kişilik bir güç olan ikincisi de Uz- Türklere saldıran Kagen Han’ın yönetimine girmiştir. Ancak bu ikinci bölüm yenilerek Tuna’ya ve Silistre’ye doğru çekilmek zorunda kalmıştır. Bizans kaynaklarına göre, Kagen kendisini burada garnizon komutanına tanıtarak bütün ordusuyla birlikte Bizans uyruğuna kabul edilmiştir. 1048 yılı öncesine rastlayan zamanlarda voyvada Kagen iki atası ve 20.000 Peçenekle birlikte Hıristiyan olarak herhalde Dobruca’da olması gereken, Tuna üzerindeki Drister kasabasının yakınlarında bulunan sınır kasabalarında yerleşmek hakkını kazanmıştır.

Tiran Han ise, 80.000 kişilik ordusuyla olduğu yerde kalmış, Uz-Türklerle savaşımdan çekinmiştir. Bununla birlikte sonunda bu da çarpışmış, yenildikten sonra Tuna’nın buz tutmasından, Bizans güçlerinin çekilmiş olmasından yararlanarak ordusuyla birlikte Tuna ırmağını geçmiştir. Ancak imparator bunlara karşı bir ordu gönderdiğinden, Peçenekler aman dilemiş, Bizans yönetiminde kalmayı kabul etmişlerdir. Başkanları İstanbul’a gönderilerek Hıristiyan edilmiştir. Silahları elinden alınanların bir bölümü Sofya ve Niş yörelerine gönderilmiş, başka bir bölümü de toprak işlemek zorunda bırakılmıştır. Ama bu işe alışmamış olmaları nedeniyle bu sonuncular sürekli ayaklanarak Tuna yöresinde kendi adamları çevresine toplanmışlar, böylece imparatorluğu dert ve endişeye sokmuşlardır. Bizanslılar bunlarla uzun savaşlar yapmak zorunda kalmışlardır (1048-1053).

1055 yılında Kumanlarca kovalanan Uz-Türkler, Preslav Rus Beyliğine yönelmişlerdir. 1060 yılında Rus prensleri Uz-Türkleri kovalayarak bunları, Peçenekler gibi, Tuna ırmağını geçmeye zorlamışlardır. Yunanlı tarihçi Pararigopulo, bu sorun üzerine şunları yazar: ‘

1065 yılı Tuna’nın kuzey yörelerinde Uzlar ya da Oğuzlar adını taşıyan başka bir Türk ulusu ortaya çıkmıştır… Skilitsi’ye göre 600.000, Zonara’ya göre 60.000 kişiden oluşup sayısız, her tür kayıklarla Tuna ırmağını geçmiş, orada bulunan, kendilerini geçirtmemek isteyen Bulgar ve Yunanlılardan oluşan ordu güçlerini dağıtarak bütün Bulgar boşluklarına dağılmışlardır...’

1224 yılında Ruslarla Kumanlardan oluşan ortak ordunun Moğollarca yok edilmesi üzerine, Rus sınırları üstünde yaşamakta bulunan Uz-Türkler, kitle halinde, aileleriyle birlikte göçe zorlanarak Tuna’yı geçmişler, Türk kavimlerinden Peçeneklerle İlk-Bulgarların yaşamakta bulundukları Dobruca’ya gelip yerleşmişlerdir.

Bunlardan Hıristiyan olanlar Karadeniz kıyılarında ve Silistre, Mankalya, Kavarna, Balçık, Varna vb. daha içerlek yörelere yerleşmişler, buralarda bugüne değin Uzlar ya da Oğuzlar halinde kalarak milliyetlerini, dilleri olan Türkçeyi korumuşlar: ancak, Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra Gagauzlar adını almışlardır. Moğollarca bozguna uğratılan Kumanlar ise, Bizans imparatorluna göç etmek zorunda kalmışlar, bunların bir bölümü Hıristiyan Uz-Türklerle birleşmişler; ikinci bir bölümü ise, İlk-Bulgarlarla ve Müslüman Peçeneklerle (Müslüman Gacallar) karışmışlar; en büyüğü olan üçüncü bölüm de Trakya ve Makedonya’ya inerek oralarda Bizanslıların kendilerine verdiği topraklarda yerleşmişlerdir.

Dobruca ve Karadeniz boylarına yerleşen Oğuzlar, İlk-Bulgarlar ve Gagauzlar arasında Hıristiyanlık hızlı bir biçimde yayılmasına karşılık, Deliorman’da yoğun biçimde yerleşmiş olan Peçenekler, ortak bir ad olmak üzere Türkler ve Gacallar ya da şimdi taşıdıkları Çitaklar adı altında Müslüman olarak kalmışlardır.

Soydaşları olan Osmanlıları ise, XIV. Yüzyılda Balkan yarım adasında görüyoruz. Osmanlıların buralarda ortaya çıkışı, Gacallar tarafından arzu edilen bir şey olmuştur; çünkü ilkin aralarında din ayrımı yoktu. İkincisi, “Kangli” kavminden gelen Peçenekler, soyca Osmanlılara en yakın bulunuyordu. Onun için Osmanlıların bu topraklara yayılmasıyla Peçenekler hiçbir baskı duymamışlardı; çünkü dilleri, dinleri, ahlakları arasında hemen hemen hiçbir ayrılık yoktu.” 4

İgnat Bedrov, İstoriya Borovo, Sredni Rodopi adlı eserinde, Karadağlıların Bulgaristan’dayken yaşadıkları Borova köyü için:

“İlk kayıtlı belge (Borovo için, tarih XI. yüzyıl 1083), ismi Rodoplardaki başka yerleşim yerleri ile beraber alınmıştır; Baçkova (Tipika) kilesesinde bulunan rahip Grigori Bakuıyani tarafından yazılmıştır.

Daha sonraki kayıtlar Osmanlı kaydı, 1576 yılında Pazarcık kadısı Celep Keşanite tarafından yapılmıştır. Kayıtlarda Filibe vilayetindeki hayvan yetiştiricileri sıralanmıştır. Nahiye Konuş, Borovo ona bağlı. Mecburen 25 ve 25 ten fazla koyun vermeleri gerekiyor vergi olarak. Bu kayıtta Borovo’lu (Stoyan, Dragan’ın oğlu) 25 koyun vermiş, onunla birlikte Beliçanski [Beliç] ve Diraniski [Direnovo] hayvan yetiştirici isimleri geçiyor. 1576 dan 1878 yılı dönemine kadar köy için çok az bilgi bulunuyor. Evrakların büyük bir bölümü o dönem için bozulmuş, yok olmuş veya okunmuyor. Tahminen onların [kayıtların] çoğu Türkiye ve başka ülkelere götürülmüş.”5 diye yazıyor.

Bu alıntıdan da anlaşılacağı üzere, Bulgaristan’da Çıtak olarak adlandırılan Karadağlıların atalarının Balkanlara gelişi, diğer Türk kavimleri ile aynı döneme denk geliyor.

DİLLERİ

Çıtaklar tarihin her döneminde Türkçeyi kullanmış ve karıştıkları farklı dinden ve milletten toplulukların içerisinde de dillerini koruyarak geçmişten günümüze bu dili konuşmuşlardır.

“Çıtaklar, Rumeli’de yaşayan bir Türk boyu. Eski istatistiklere göre, çıtakların aşağı yukarı 40 000 kişi olduğu ileri sürülebilir. Çıtak Türklerinin dil bakımından Rumeli Türkleri arasında özel bir grup meydana getirdikleri anlaşılıyor. Kıpçak Türkçesinin bir kalıntısı olan bu grubun dilinde Rumeli’nin öbür ağızlarına göre birçok farklar vardı. Bu farklar gerek Rumeli gerek Anadolu Türkçesi bakımından “kaba” sayılıyordu. Bu sebeple Çıtak adı sonradan “kaba adam”, “dağlı”, “köylü” gibi bir takım anlamlar almıştır. Bunlardan başka, bu ad bugün Rumeli ve Anadolu’nun birçok yerinde “titiz, yaramaz, kavgacı, huysuz” anlamlarında kullanılır.

Deliorman ve Dobruca Türklerinin dili üzerinde birçok Türkologlar (T. Kowalski, Gy. Nemeth v.b.) çalışmışlarsa da Çıtak ağzı bugüne kadar araştırılmamıştır. Bu sebeple bu ağzın diyalektolojik özelliklerini bilmiyoruz.”6

Çıtak ağzı için bugüne kadar herhangi bir araştırma yapılmamasına rağmen, Gacallarla Gagauzların dili arasındaki benzerliği ve bunun Osmanlıcadan farklılığı üzerine bir fikir edinmek için, Atanas Manov’un Gagauzlar (Hıristiyan Türkler) adlı eserinde yer alan, bazı sözcüklerin karşılaştırmalı bir çizelgesine Karadağ (Çıtak) ağzını da ekleyerek aşağıya alıyoruz.



Gacalca/ Gagauzca/ Osmanlıca/ Karadağ/Çıtakça

ôlum /ôlum /Oğlum /ôlum

Tauk/ Tauk/ Tavuk/ Tauk

Sîret/ Sîret/ Seyret/ Siyret

Begir/ Begîr/ Beygir/ Biygir

Doru/ Doru/ Doğru/ Dôru

Dîl/ Dîl/ Değil/ Diyl

Dîşirim/ Dîşirim/ DeğişirimI Diyşirim

Bâlamış/ Bâlamış/ Bağlamış/ Bâlamış

Bârmak/ Bârmak/ Bağırmak/ Barmak

Çârmak/ Çârmak/ Çağırmak/ Çarmak

Âşam/ Âşam/ Akşam/ Avşam

Îşi/ Îşi/ Ekşi/ Îşi

Bâ/ Bâ/ Bağ/ Bâ

Âç/ Âç/ Ağaç/ Âç

Âlık/ Âlık/ Ağalık/ Âlık

Daul/ Daul/ Davul/ Daul

İne/ İne/ İğne/ İyne

Ayrıca, çizelgede yer alan Gacalca ve Gagauzca ağzının, Çıtak ağzı ile çok önemli bir benzerlik gösterdiğini de belirtmek gerek. Atanas Manov aynı eserde:

“Dobruca ve Karadeniz boylarında yerleşen Oğuzlar, İlk Bulgarlar ve Gagauzlar arasında Hıristiyanlığın seri bir surette yayılmasına mukabil, Deli ormanda kesif bir suretle yerleşmiş olan Peçenekler, müşterek bir ad olmak üzere Türkler veya Gacallar veyahut elyevm [bugün] taşıdıkları Çitaklar namı altında Müslüman olarak kalmışlardır”7 diye yazmaktadır.

Bu satırlardan hareketle de, Gagauzlar, Gacallar ve Karadağlı Çıtakların aynı etnik kökenden, dilden ve kültürden geldikleri sonucuna varılabilir.



1-Balkanlı Ali Kemal, Şarki Rumeli ve Buradaki Türkler, Elhan Kitabevi 1986 Ankara, say. 283-284.

2-19. Asırda Makedonya Yürük Folkloru, Gökçen İbrahim, (www.refikengin.com)

3-Arif Kahraman 1911-1998, röportaj tarihi: 1997

4-Manov Atanas, Gagauzlar -Hıristiyan Türkler- Varlık Neşriyatı Ankara 1939 say. 10, 11, 12.

5-Bedrov İgnat, İstoriya Borovo -Sredni Rodopi- Rod Yayınevi, Sofia 2003 say. 9.

6-Türk Ansiklopedisi Cilt XII Milli Eğitim Basımevi, Ankara 1966. Çıtaklar maddesi, say. 493-494.

7-Manov Atanas, Gagauzlar -Hıristiyan Türkler- Varlık Neşriyatı Ankara 1939 say. 13-17.
http://urumelindengeldik.com/index.php?option=com_content&view=category&layout=blog&id=42&Itemid=22 adresinden alıntılanmıştır.. Yazarına teşekkürlerimiz ve saygılarımızla

27 Ocak 2010 Çarşamba

Teşkilat-ı Mahsusa ve Batı Trakya Cumhuriyeti’nin Teşekkül Sebepleri

Teşkilat-ı Mahsusa ve Batı Trakya Cumhuriyeti’nin Teşekkül Sebepleri

Balkan jeopolitiğindeki bütün gelişmeler Batı Trakya Türk Cumhuriyeti lehinde olmasına rağmen; Enver Paşa ve trio’sunun girişimleriyle 29 Eylül 1913 Osmanlı-Bulgar detantı bahis mevzuu edilerek Batı Trakya Türk Cumhuriyeti mülga hale getirilmiştir. Bu mümtaz Türk Cumhuriyeti’nin mülga hale getirilmesi ne dün, nede bugün ve hatta atideki müstakbel nesillerin asla tasvip etmeyeceği iğrenç bir ihanettir.

TÜRKİYE, İstanbul: Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’nin teşekkülü Balkan Türklüğü ve evlad-ı fatihan nezdinde de ve keza Türklük dünyasında coşkun bir sevinç halesi meydana getirmişse de; kısa süre sonra herhangi mucip bir sebep olmadığı halde; mülga ve münfesih hale irca edilmesi ise; kat’iyetle yalnız Batı Trakya Türklerini değil; bütün Balkan Türklüğünü manevi bir hüsrana sevk etmiş olup; toplumu adeta demoralize etmiştir.

Halbuki teşekkül eden bu devlet antibulgarist bir özellik ifade etmesine rağmen; Bulgar monarşist hükümet yetkilileri sosyopolitik diyaloga geçmiş ve böylelikle “Batı Trakya Cumhuriyeti”nin meşruiyetini resmen tanımıştır. Bu ciddi gelişmeye paralel Elefterios Venizelos yönetimindeki hükümet ise; defakto siyasi münasebet kurmuş ve cumhuriyet sorumlularına gönderdikleri “mesaj”da “Eğer Batı Trakya Cumhuriyet yöneticileri kurtuluş harekatını Tuna boyuna ve diğer yörelere teşmil edeceklerse en az 30 bin kadar “Yunan silahlı gücü”nü Batı Trakya Türk Cumhuriyeti sorumlularına her an verebileceklerini açıkça ifade etmişlerdir.
Balkan jeopolitiğindeki bütün gelişmeler Batı Trakya Türk Cumhuriyeti lehinde olmasına rağmen; Enver Paşa ve trio’sunun girişimleriyle 29 Eylül 1913 Osmanlı-Bulgar detantı bahis mevzuu edilerek Batı Trakya Türk Cumhuriyeti mülga hale getirilmiştir. Mücahitler bu girişime süratle ve şiddetle karşı çıkmış ve Dimetoka-Soflu güzergahında istasyon çevresinde yapılan uzun süreli savaşta mücahitler 38–40 şehit vermelerine rağmen; ittihat-terakkici siyasi mütegallibeler ise; 100’den fazla zayiat vermişlerdir. Bu gayet acı, üzücü ve müessif gerçekler ve bu facialar manzumesi toplumdan itinayla gizlenmiş ve görgü şahitlerince “gündeme getirmesi” ise önlenmiştir. Kaldı ki bu yöre insanı yıllarca ittihat-terakkici “siyasi mütegallibe”lerin çok yönlü psikolojik tehdit ve baskılarına açıkça muhatap olmuştur. Şu husus tarihi bir gerçektir ki; bu mümtaz Türk Cumhuriyeti’nin mülga hale getirilmesi ne dün, nede bugün ve hatta atideki müstakbel nesillerin asla tasvip etmeyeceği iğrenç bir ihanettir.

Bu hazin faciayı kaç kişimiz biliyor?

Bilindiği gibi; Balkan harbinde tarihi Edirne müstevli barbar ve sadist Bulgarlarca uzun süre muhasarada kalmıştır. Bir taraftan Edirne’deki Yahudilerin kesif provakatif faaliyetleri ve diğer taraftan da muhasara dışında sarp mevkilerdeki “Mehmetçik”leri demoralizeye yönelik menfi propaganda faaliyetleri gösterilmiştir. Müslüman Türk Milleti bir taraftan muhasaranın verdiği psikolojik debrasyon ve diğer taraftan ise, açlıktan inim inim inlerken ve Türk Ordusu’ndan muzafferiyet beklerken; ittihat-terakkici ve PTT’ci Talat adamları – ajanları vasıtasıyla çemberden ve istihkamlardan Türk askeri birliklerinin yoğun olduğu mevkiye girerek savunmadaki erata hitaben; “Bulgarlara karşı müdafaada bulunmanız gereksizdir. Çünkü Bulgarlar galip gelecektir. Fazla ve gereksiz zayiatı önlemek için teslim olunuz…”Vs. vs..

PTT’ci Talat efendinin belirli mevzilerdeki savunma birliklerindeki erata yönelik bu tarz menfi konuşmaları görevli zabitan süratle Edirne müdafaa komutanı(merhum) Şükrü Paşa’ya detaylı tarzda intikal ettirmişlerdir. Şükrü Paşa PTT’ci Talat’ın bu vahim ve müessif faaliyetlerini ayrıca ilgili “divan-ı harb”e intikal ettirdiğinden hakkında tutuklama, aksi takdirde; firara teşebbüs ettiğinden “vur kararı” çıkarmışsa da; bulunduğu yöredeki “X”ajanları vasıtasıyla zamanından evvel, firar ettiğinden infaz edilememiştir.

İşte; “evlad-ı fatihan” yüzyıllarca huzur içerisinde yaşadığı yörelerde içteki “patalojik düşman’ların ve hainlerin cephelerde, kentlerde ve önemli yerlerde yaptıkları “açık ihanet”leri sonucu kısmen de olsa mağlup edilmiştir. Bu meş’um ihanetler uzun yıllar Balkanların muhtelif bölgelerindeki bütün savaşlarda tezahür etmiştir. Şerefli Türk Ordusu’nu düşman güçler değilde; içimiz ve milli sinemizdeki menfur unsurlar zaman zaman ric’atlere mecbur etmiştir. Edirne muhasarasındaki PTT’ci Talat’ın hareketinde oldukça küçük bir “ihanet örneği”dir.
Enver Paşa’nın kesin emriyle 1914’te Ağustos’un son haftalarında Doğu’ya Sarıkamış’a her biri sırtındaki yazlık elbiselerle 90–100 bin Mehmetçik-Asker sevk edilmiştir. Rus Çarlık ordusuyla savaşmak için…

Kısa sürede mevsimin süratle ve tamamen kışa dönüşmesi ve kar tipisinin fasılasız devam etmesi çevreyle de her türlü ulaşımın kesilmesi sonucu en az 60–70 bin Mehmetçik-Asker yazlık elbiseler içersinde dondurucu soğukta kıvrana kıvrana onbinlerce-yüz binlerce adeta bilerek ve isteyerek hazin ölüm faciasını girdabına atılmıştır. Kim ve kimler tarafından mı? Darbeci ve İttihat-Terakki’ci Enver’le Talat ve avanesi tarafından… 6–7 yüzyıllık muhteşem imparatorluk 6–7 yıl gibi kısa bir süre de tarih sahnesinden ebediyen silinip gitmiştir. Kimler tarafından mı? Hürriyet havarileri tarafından. Bu hazin ve vahin facialar manzumesini bu Millet unutmadı ve asla da unutmayacaktır.
Teşkilat-ı Mahsusa Batı Trakya Cumhuriyetini Neden Teşekkül Ettirdi?

Teşkilat-ı Mahsusa ilk olarak 1909’larda şekillenmiştir. Çekirdek anlamındaki Teşkilat-ı Mahsusa 1911’de Bingazi’de Enver Paşa komutasında bağımsız birliklerle İtalyanlara karşı başarı göstermiştir. İstanbul’a kahraman olarak dönen Enver Paşa, I. Balkan Savaşı yenilgisinin ardından, Çatalca Savaşı’nda da başarısını tekrarlamıştır.

Bu savaşta Teşkilat-ı Mahsusa da katif bir şekilde rol oynamıştır. Teşkilat-ı Mahsusa, İttihat ve Terakki ile birlikte devletin içinde ve savaşın göbeğindedir. Başında da Enver Paşa’nın dostu olan ve çete savaşlarının uzmanı sayılan Süleyman Askeri Bey vardır. Teşkilat-ı Mahsusa tarih kitaplarında bulunmayan, anlatılmayan küçük vur-kaç eylemlerinin ardından, böylesine büyük bir eylemi başarıyla gerçekleştirebilmiştir. Bulgarların işgaline uğrayan bu bölgede 15 Ağustos 1913’te Kuşçubaşı Eşref ile Süleyman Askeri komutasında başlatılan direniş ve saldırı faaliyeti, 15 gün gibi kısa bir sürede ekibin istihbarattaki başarısı sayesinde sonuçlandırılır. Çünkü başındaki komutanların hepsi, özellikle Enver Paşa ve Süleyman Askeri bölge siyasetini, ekonomisini ve özellikle dil ve coğrafyasını çok iyi bilmektedirler.


Eşref bey
Batı Trakya’da Bulgar işgaline karşı mücadele eden Teşkilat-ı Mahsusa kadrosu şöyle oluşmaktadır:
Kuşçubaşı Eşref(Sencer), Binbaşı Süleyman Askeri, yüzbaşılar; Kısıklı Cemil (Irak’ta şehit düştü), İlyas Seçkin (sonra general), Fahri (şehit oldu), Akalı Kasım, Beşiktaşlı Ekrem, İhsan Eryavuz, Çolak İbrahim, Kısıklı Ali Rıza, Hilmi, üsteğmenler; Manastırlı Halim (Irak’ta şehit düştü), Fuat Balkan (sonra yüzbaşı), Fahri, Şehreminli Sadık, Ömer Lütfü Suman, teğmenler; Beykozlu Reşat, Nişantaşlı Sıtkı (şehit oldu), Filibeli Halim Cevad, Beykozlu Hasan, Tahsin, Refik, Besim, sivil istihbaratçılar; Manastırlı Hüsrev Sami, Hacı Sami (Kuşçubaşı Eşref’in kardeşi), Çerkes Reşid (Çerkes Ethem’in kardeşi), Çakır Efe, Sabancalı Hakkı, Tatar Hasan, Karakaş İbrahim, Silahçı ,Hüseyin, Karagümrüklü Etem Nuri, Cihangiroğlu İbrahim (Kafkaslyalı), Giritli İsmail Kaptan, Mamaka Mustafa Kaptan, Said Kaptan. Tğm. İşkeçeli Arif (sonradan Garbi Trakya Hükümet-i Muvakkate’sinde faal). Teşkilat-ı Mahsusa, Meriç nehrinin ötesindeki bu eyleminde sadece toprak kurtarmakla kalmamıştır. İşinde usta olan her gizli servisin yapacağını yapmış ve aldığı topraklar üzerinde bir de geçici hükümet kurdurmuştur.


Fuat BALKAN

İşgal edilen topraklar üzerinde 31 Ağustos 1913 tarihinde ilk Türk Cumhuriyeti kurulmuştur. Süleyman Askeri Bey bölgenin İslam halkından ileri gelenleri Enver Paşa’nın gayretleriyle Gümülcine’de bir genel kongreye davet etmiştir. Bundan önce kurular “Muhacirin Müdüriyeti İdaresi”nin başına da Süleyman Askeri getirilerek bu tür hareketleri rahatça yapabilmesi sağlanmıştır.

Gümülcine’de Süleyman Askeri, “BATI TRAKYA MUHTAR TÜRK ÇUMHURİYETİ’nin ve Batı Trakya Muvaffak İslam Hükümeti” adı altında bir hükümetin kurulduğunu da ilan edecek düzeyde etkili çalışmıştır. İlan edilen Cumhuriyeti ve hükümeti, Yunanlılar ve Bulgarlar tanımak zorunda kalmışlardır. Hükümet hemen para ve pul bastırmıştır. Hükümetin geçici başkanlığını da teşkilatın güvendiği Gümülcine Belediye Başkanı getirilmiştir. Oluşturulan hükümetin üyeleri şunlardır: Cumhurbaşkanı Hafız Salih Efendi, Hafız Ali Galip, Hacı Saffet Bey, Hüseyin Paşa, Mehmet Paşa, Hacı İsa Efendi, Şükrü Bey, Süleyman Askeri, Hilmi Paşa, Kuşçubaşı Eşref (Sencer).
Teşkilat-ı Mahsusa’nın iki numaralı adamı Süleyman Askeri de yeni Cumhuriyet’in Genelkurmay Başkanlığı’nı yürütür. Ordunun temel kadrosu ise; şu gerilla subaylarından oluşmuştur:

Batı Trakya Genelkurmay 2.Başkanı Çerkes Raşit, Harekat Şube Müdürü Üsteğmen Manastırlı Halim, Topçu Kuvvetleri Komutanı Yüzbaşı İhsan Eryavuz, Süvari Kuvvetleri Komutanı Yüzbaşı İlyas Seçkin, Ağır Kuvvetler Komutanı Üsteğmen Ömer Lütfü, Akıncı Kuvvetler Komutanı Üsteğmen Sırçifeli Ekrem, Akıncı Kuvvetler İkinci Komutanı Üsteğmen İskeçeli Arif, Hücum Taburu Komutanı Yüzbaşı Kısıklı Cemil, Milli Kuvvetler Komutanı Kuşçubaşı Eşref Sencer, Kuvayı Milliye Müfreze Komutanı Manastırlı Hüsrev Sami, Kuvayı Milliye Müfreze Komutanı Cihangiroğlu İbrahim…
“Ordunun Edirne üstüne hareketi sırasında hükümetçe neşrolunan beyannamede, ordumuzun Meriç nehrini katiyen geçmeyeceği açıkça taahhüt edilmişse de, o zaman ordu zihniyetinin ruhu olan bazı kimseler bu taahhüdün isabetsizliğini dikkat nazarına alarak hükümet bağlı olmayan yarı resmi bir Teşkilat-ı Mahsusa (Hususi Teşkilat) nın Meriç nehrinin öte tarafında kendi istediği gibi hareket etmesine göz yummak esasını başkumandanlığa ve hükümet kabul ettirdiler. Ve bu Teşkilat-ı Mahsusa akıllı ve süratli bir hareketle Mesta Kası vadisine kadar bütün Batı Trakya’yı işgale muvaffak oldu. Garbi Trakya kıtası Edirne vilayetinin Ortaköy ve Kırcaali kazalarıyla bütün Dedeağaç ve Gümülcine sancaklarını ve nüfusun yüzde 95’i İslamlardan terekküb eden mühim bir bölgedir. Bu kıtayı işgal eden Teşkilat-ı Mahsusa’nın başında şehit Süleyman Askeri Bey bulunuyor ve Çerkes Yüzbaşısı Reşit ve İzmirli Eşref ve kardeşi Sami ve yine Yüzbaşı Fehmi Beylerle daha bazı zevat asli erkanını teşkil ediyorlardı.”

Süleyman Askeri’yle Hafız Ali Galip’in samimi işbirliğinin mahiyeti

Mezkur tarihte Rodop ve Batı Trakya’daki Türk unsurunun içersinde belirli fakültelerden mezun olanların sayısı oldukça gayet mahdut idi. Bu tarihlerde ise; Hafız Ali Galip İstanbul’da üniversite (yüksek öğrenimini) takdirle tamamlamış olup; istikbalde “hakim” olmayı tasarlamaktadır. 31 Ağustos 1913’te Garbi Trakya Türk Cumhuriyeti”nin süratle teşekkülü pek çok önemli sebeplerden Süleyman Askeri’yle Hafız Ali Galip’i yan yana getirmiş ve kısa sürede son derece samimi olmalarına vesile olmuştur. Bu samimiyet Süleyman Askeri’nin vefatına (Kuttul Ammara’da intiharına) kadar fasılasız devam etmiştir. Tamamen mevsuk ve mahfuz kaynaklardan Süleyman Askeri’yle Hafız Ali Galip’in diyalogu incelendiğinde; son derece müspet gelişmelere vesile oldukları gayet vazıh olarak ta görülmektedir. Garbi Trakya Cumhuriyetinin teşekkülünün akabinde Gümülcine’de “Balkanlı Müslüman Türkler I.Kongresi” yapılmıştır. Bu kongre vesilesiyle bilhassa ibtida Balkanlı “Evlad-ı Fatihan” arasında süratle “milli” ve “dini!” tesanütün oluşması arzu edilmiş ve semereside kısa sürede görülmüştür.

Hafız Ali Galip’e Kimler Muarız Oldu?

Hc. Hafız Ali Galip’e muayyen zamanlarda bazı unsurların müfterilik ve tezvirat yaptıkları esefle müşahede edilmiştir. Bu kişiler ki her biri bilinmekte olup; hayatları süresince her biri çevrelerinde “apolitik” ve analfabetik” hasletlerle malul oldukları açıkça gözlenmiştir. Bu müfteri muhbir ve müptezellerin tamamı sosyokültürel ve sosyopolitik “nosyon” ve “formasyon”dan da mahrum olduklarından daima “müstevli” yönetimlere “piyon”luk yapmışlardır. Yıllarca devam eden fasılasız yıkıcı-bozguncu kesif propagandalara rağmen; “Evlad-ı Fatihan” toplumunu iğfal ve ifsat etmeye muvaffak olamamışlardır ve her yıkıcı girişimleri hüsranla sonuçlanmıştır…Üstad Hafız Ali Galip, Bulgar yönetimleri tarafından olduğu kadar bilhassa Yunan yönetimlerince de sık sık gerekçesiz tutuklanmış, tehcir edilmiş ve çok yönlü psikolojik baskılara maruz kalmıştır.

Bütün bu insanlık ve vicdan dışı yapılan mezalimlere rağmen; fikri dinamizmi ve tefekkürü fasılasız çevresine her zaman aksiyon aksettirmiştir. Bu haslet ve özellikleri vefatına kadar fasılasız olarak devam etmiştir. Çünkü şahsında “milli misyon” yapıcı ve “siyasi misyon” daima aksiyon ifade etmiştir. Müstebit yönetim üstattaki bu “aksiyon özellikleri”ni pasifize etmek için bütün hukuk sistemlerini çiğnemiş ve insanlık dışı mezalim şekillerin fütursuzca uygulamıştır.
Bir toplumu daima zinde yapan “fikri aksiyon” özelliğidir. Bilhassa “Milli Misyon”dan mülhem bütün fikir hareketleri muzaffer geleceğin başlıca müjdecisidir. Bu fikri meziyet ve faktör özellikleri bilindiği takdirde; muhasım devletler de rejimler, yönetimler ve icraat sistemleri ne kadar değişirse değişsin bu unsurlar için hüsran mukadderdir. Bu unsurlar ne zaman ki, fanatik bir Türkofobi heyulasıyla azmışlarsa her birinin akıbeti feci felaketlerle sonuçlanmıştır.


Süleyman Askeri bey

Süleyman Askeri’nin Biyografisi ve Özellikleri

Vehbi Paşa’nın oğlu Süleyman Askeri, 1905 yılında, Harbiye’den Kurmay Yüzbaşı olarak mezun olmuş ve 1908 hareketinde yer almıştı.
Manastır’daki görevi sırasında faal bir subay olarak dikkati çekmiş ve Meşrutiyet sonrasında Kolağası olarak Bağdat Jandarma tensik ve ıslahına memur edilmişti, Binbaşı rütbesine yükselen ve Jandarma Mektebi öğretmenliği yapan (1913) Süleyman Askeri, bu görevden önce Trablusgarp’a giderek Bingazi’de çalışmıştı. Görevi Onuncu Kolordu Kurmaylığı idi. Makedonya çete takipleri sırasında Rumeli zabitanları arasında cesareti ve askeri bilgisi ile dikkati çekmiş, Şemsi Paşa hadisesi içinde yer almış ve lider vasfı ile ön plana çıkmıştı. Manastır’da Şemsi Paşa’nın katlinden sonra fedai Teğmen Atıf’ı kaçıran Süleyman Askeri ve arkadaşları olmuştu. Merkez Taburu Talim Muallimi sıfatını taşımış ve askerlik hayatının bu en hareketli devresini “İlan-ı Meşrutiyet” ile sessizliğe terk etmişti. Süleyman Askeri, Bağdat’a Nuri Bey giden kadar, ikinci palanda kalan bir subaydır.

Basra Valiliği ile Basra Fırkası Kumandanı Askeri, “Üç Paşalar Hadisesi”nde Enver ve Cemal Paşa tarafından yer almış, bu yüzden Talat Paşa ona daima temkinli davranmıştı. Harbi Umumi’de Teşkilat-ı Mahsusa’nın liderliğine gelmiş ve Enver Paşa’dan sonra ikinci adam olmuştu.

Süleyman Askeri’nin, Şuaybiye Muhaseresi’nin sonuçlarına bakılarak askeri bilgiden yoksun bir kumandan olarak nitelendirilmesi hem yanlış, hem de haksızlıktır. Birçok yazar onun çeteci kimliği üzerinde durarak, düzenli orduya komuta edebilmek tecrübesinden yoksun bulunduğunu ima ederler. Bu görüşlere bakılırsa Süleyman Askeri düzensiz ve topluma birliklerini yeterli derecede sevk ve idare edememiştir.
Ordusunun dörtte üçü askeri bilgiden yoksun aşiret mensubu olan on yedi bin Arap-Kürt mücahidinden oluşuyordu. Düzenli ordu mensubu asker sayısı ise, bini bile bulmuyordu. Bu şartlarda bir kumandan başka hiçbir şey yapamazdı. Üstelik karşısında düzenli bir ordu vardı. Savaştaki kaybımız üç bindi ama İngilizler de altmışı subay, bin kişi kaybetmişti. Osmanlı Ordusu, şartlarını oluşturduğu bir orduydu. Onun sorumsuz ve düzensiz aşiret mensupları ile savaşa girdiğini söylemek ve bu mücahitlere inandığını vurgulamak ve tüm bunları Süleyman Askeri’nin bizatihi kendi inisiyatifi ile yapıldığını söylemek doğru değildir.

Süleyman Askeri bu görünüş içindeki bir orduya komuta etmek zorunda kalmıştır ve başka seçeneği de yoktur. İntihar sebebi kişisel hatasından çok “askeri onur”undan kaynaklanmıştır. Genel sonucu, mağlubiyeti ve bu mağlubiyeti ihanetle getirenlerin “askeri onuru”nu da üstlenmiştir. Şuaybiye’de o kadar kurmandan varken hesabı Süleyman Askeri’ye çıkarmak dikkat çekicidir. Ali İhsan Paşa (Sabis) Irak harekatını incelerken Şuaybiye Muhaseresi’nin taktik ve stratejisini hatalı bulur. Ali İhsan Paşa’nın kendini haklı bulduğu, ama İsmet İnönü ile Mustafa Kemal’in hatalı bulduğu Milli Mücadele muhabereleri de vardır. Bu yüzden her muharebenin analizinin şartlara göre yapılması gerekecektir. Askeri’nin yerine komutanlığı alan Nureddin Paşa da Basra’yı geri alamamıştır.

Mustafa Kemal Gizli Servis’te

Teşkilatın organizasyonu altında, üyeleri arasında, bir süre görev alan önemli bir ad da Mustafa Kemal’dir. Teşkilat hakkında geniş bir araştırmayı bu konudaki en önemli kaynak olan Eşref Kuşçubaşı’nın anlatımları ve belge destekleriyle gerçekleştiren Phillip H.Stoddard, Teşkilat-ı Mahsusa adlı Princeton Üniversitesi’ne sunduğu doktora tezinde bu konuyu gündeme getirmektedir. Mustafa Kemal teşkilatın kadroları arasında sayılmaktadır. Eşref Sencer de kadroları arasında onun adını saymaktadır. Atatürk de Balkanlar’daki mücadeleler ve 31 Mart vakasının ardından, topraklarını savunma gereğini duyan pek çok gönüllü subay gibi (kaldı ki Teşkilat-ı Mahsusa’dan öte İttihat ve Terakki’nin içindedir, hatta bir ara bu teşkilatın kurucusu olduğu savı da yakın çevresince iddia edilmiştir) teşkilatın organizesi altına girmiştir.

Mustafa Kemal, Ekim 1905’te Şam’da gizli olarak Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’ni kurmuştur. Daha sonra bu küçük ve etkisiz cemiyetler birleşerek İttihat ve Terakki çatısında toplanmıştır. Mustafa Kemal, İttihat ve Terakki’ye 29 Ekim 1907’de üye olmuştur. Bu Üyeliğin ardından İttihat ve Terakki kendisini 1908’de Avusturya-Macaristan hükümetinin Bosna Hersek sınırına yaptığı yığınak ile ilgili bilgi toplamak için gizlice ve askeri istihbarat amaçlı olarak kasım ayında Bosna’ya gönderilmiştir. Mustafa Kemal bu görevi yerine getirirken ilk kez çıktığı yurt dışı görevinde Taşlıca’da 35, Tugay Komutanı olan Binbaşı Fevzi Çakmak ( daha sonra Mareşal Fevzi Çakmak ) ile de tanışır ve ondan çok bilgi toplar. Dönüşte gayri resmi gizli raporu veren Mustafa Kemal’e göre yığınak, Sırplara karşı yapılmaktadır.
Daha sonra diğer gönüllü subaylarla birlikte Mustafa Kemal’de Trablusgarp cephesinde Teşkilat-ı Mahsusa ile hareket etmiştir. Mustafa Kemal’e Trablusgarp’a ilk gidiş görevini veren İttihat ve Terakki Cemiyeti’dir. Mustafa Kemal’in Bingazi’ye varış tarihi 1908’in Eylül sonudur. Trablusgarp’taki Fransız Konsolosu A.Alrick’in Dışişlerine gönderdiği raporda bakın neler yer alıyor;
Batı Trakya Türk Cumhuriyeti bilhassa genç subaylarca ve keza Balkan jeopolitiğiyle jeoetniğini gayet iyi bilen başta Hafız Ali Galip ile Paşmaklı asıllı dersiam Hafız Salih Kayalı ve daha pek çok mümtaz zevat cumhuriyetin önemli mevkilerinde süratle sorumlu görevler alması “apolitik” vasıflı fanatik İttihat-Terakkici zevatı çok yönlü endişeye sevk etmiştir.

Araştırmacı-Yazar Ahmet Aydınlı’nın Analizleri'nin Son/2. Bölümü
Ahmet Aydınlı, Araştırmacı -Yazar

TÜRKİYE, İstanbul: Mustafa Kemal, Ekim 1905’te Şam’da gizli olarak Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’ni kurmuştur. Daha sonra bu küçük ve etkisiz cemiyetler birleşerek İttihat ve Terakki çatısında toplanmıştır. Mustafa Kemal, İttihat ve Terakki’ye 29 Ekim 1907’de üye olmuştur. Bu Üyeliğin ardından İttihat ve Terakki kendisini 1908’de Avusturya-Macaristan hükümetinin Bosna Hersek sınırına yaptığı yığınak ile ilgili bilgi toplamak için gizlice ve askeri istihbarat amaçlı olarak kasım ayında Bosna’ya gönderilmiştir. Mustafa Kemal bu görevi yerine getirirken ilk kez çıktığı yurt dışı görevinde Taşlıca’da 35, Tugay Komutanı olan Binbaşı Fevzi Çakmak ( daha sonra Mareşal Fevzi Çakmak ) ile de tanışır ve ondan çok bilgi toplar. Dönüşte gayri resmi gizli raporu veren Mustafa Kemal’e göre yığınak, Sırplara karşı yapılmaktadır.
Daha sonra diğer gönüllü subaylarla birlikte Mustafa Kemal’de Trablusgarp cephesinde Teşkilat-ı Mahsusa ile hareket etmiştir. Mustafa Kemal’e Trablusgarp’a ilk gidiş görevini veren İttihat ve Terakki Cemiyeti’dir. Mustafa Kemal’in Bingazi’ye varış tarihi 1908’in Eylül sonudur. Trablusgarp’taki Fransız Konsolosu A.Alrick’in Dışişlerine gönderdiği raporda bakın neler yer alıyor:
‘’Muhtemelen Selanik, İttihat ve Terakki Komitesi üyesi olan bir Türk Subayı (Mustafa Kemali kastediyor ) birkaç günden beri bu civarda olup bitenler ve kişiler hakkında soruşturma yapmaktadır. Kendisinin daha şimdiden birçok yüksek memur ve eşrafı Anayasaya ve onun başlıca ilkelerini sadakat yemini yapmaya davet ettiği, hürriyet ilkesi konusunda dindaşlarının menfi davranışlarıyla ve ya hiç değilse tereddütleriyle karşılaştığı söylenmektedir.’’
Atatürk’ün bölgeye ikinci kez gidişi ise gönüllü olaraktır ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın saflarındadır. Yanında Teşkilat-ı Mahsusacı arkadaşı, yakın dostu Ömer Naci’de vardır. Ömer Naci daha sonra, Teşkilat-ı Mahsusa için Kerkük’te çalışmalar yaparken 28 Ağustos 1916’da Ölecektir. İttihat ve Terakkinin en güçlü hatiplerinden biri olarak tanınır. Atatürk 23 Kasım 1916’da bu arkadaşının ölümünden duyduğu üzüntüyü not defterine kaydedecektir. Enver Paşa gönüllü subaylardan oluşturduğu gruplarla Trablusgarp’ta İtalyanlara karşı mücadele verecektir. Grup, Teşkilat-ı Mahsusa tarafından oluşturulmuştur. Mustafa Kemal’in yanında teşkilatın lider kadrosundan Eşref Sencer (Kuşçubaşı) tarafından şöyle dile getirilir.
‘’Osmanlı askerleri olarak hassasiyetimizi yenebileceğimiz bir düşmana rehin verircesine teslim etmenin ayıbını yaşayamazdık.’’

Atatürk ve Teşkilat-ı Mahsusa

Teşkilat-ı Mahsusa’nın askeri gücü dikkatten kaçırılmayarak İttihat ve Terakki’nin bir gücü olduğu reddedilemez. Mustafa Kemal, Teşkilat-ı Mahsusa’nın yapısı ve icraatlarına çeşitli vesilelerle temas etmiştir.23 Kasım 1913 tarihinde defterine düştüğü ‘’Naci’nin ölümüne büyük Üzüntü’’ notu ile bu teessürünü ifade etmiştir. Naci dediği, Teşkilat-ı Mahsusa için Doğu İslam Ülkelerinde canını veren Ömer Naci Bey’dir.

Mustafa Kemal, Teşkilat-ı Mahsusa’yı şöyle tarif edecektir: ‘’Enver Paşa Teşkilat-ı Mahsusa adına bir örgüt kurmuştu. Bunun amacı Osmanlı ülkeleri dışında Makedonya’da, Mısır’da, Afrika’da, Acemistan’da, Türkmenistan’da özetle Osmanlı ulusal amaçlarının yapılabildiği her yerde, özel amaçlar güderek’’
Mustafa Kemal bu tarifinden sonra, Süleyman Askeri’nden şöyle söz edecektir.’’Bağdat’ta İngilizlerle çarpışmalarda yenildiği için üzülen, kendisini asan Süleyman Askeri Bey, bu konuda Enver Paşa’nın en ileri yardımcılarındandı’’
Burada dikkat çeken iki nokta var. Birincisi Mustafa Kemal’in Süleyman Askeri hakkında yanlış bilgilendirilmesidir. Süleyman Askeri kendisini asmamış vurmuştur. İkincisi ise temas ettiğimiz gibi, Askeri’nin Teşkilatı Mahsusa’da Enver Paşa’nın en ileri yardımcılarından biri olduğunun, Mustafa Kemal tarafından vurgulanmasıdır.

Batı Trakya Cumhuriyetinin İstiklal Marşı Nasıl Yazıldı?

Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’nin teşekkülünün akabinde; Hafız Ali Galip Efendi yanında bulunmakta olan Gen. Kur. Bşk.ını Süleyman Askeri’ye hitaben;’’Muhterem kumandan, Milletimiz var olduğu sürece ve Cumhuriyetimiz de baki kaldıkça; sizler bu necip Milletin nezih kalbinde ve hafızalarda daima minnet ve şükranla anılacaksınız…Nihayet sizlerin azimli gayretleri ve elbette ki yüce ALLAH’IN lütfüyle devletimiz teşekkül etti. Milli bayrağımızda layık olduğu yerler de zirvelerde dalgalanmaktadır. Bütün bu pek hoş gelişmelere rağmen; milletimiz ciddi bir fikri boşluk içersinde olduklarını açık açık ifade etmektedirler. Sizlerden devletimizin bekası adına istirham ediyorum. Cumhuriyetimizin bütün özelliklerini ve elbette geleceğimizi ifade eden “milli marş”tan “devlet marşı”ndan yoksunuz. Lütfen himmet buyurunuz ve bu fikri boşluğu izale ediniz. “dindiğinde; “maruf bir şair liyakatini haiz olmadığım halde; arzunuz vechiyle yazmaya gayret edeceğim. Bu mevzuda müsterih olabilirsiniz! Kısa süre sonra; Süleyman Askeri yalnız Batı Trakya Türklerini değil; Balkanların gelindeki Türk toplumunu ciddi bir Rönesans götürebilecek fikir ve mesajları ifade eden gayet veciz özellikli “milli marş” yapılmıştır-yazılmıştır.


Batı Trakya Türklerinin Milli Bayrağının Özelliği

Batı Trakya Cumhuriyeti’nin bayrağındaki ay yıldız Türklüğü, yeşil İslamiyet’i, siyah çekilen eza ve cefayı, beyaz ise kurtuluşu ifade ediyordu. Teşkilatı Mahsusa’nın hangi görüşlerle kurulduğu sorusunun cevabı da Süleyman Askeri, Eşref Kuşçubaşı, Hacı Sami gibi önderlerin olduğu Batı Trakya’da böyle verilmişti.
Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’nin bu özel bayrağı Osmanlı Devleti bayrağı ile bütün resmi dairelere çekilmişti. İdari ve adli makamlar, Balkanlar’daki gerillacı Fuat Balkan’nın ifadesi ile “fedakar” insanlar tayin edilmişti. Batı Trakya Hükümeti’nin kurulması ile noktalanan Balkan harekatı, Teşkilatı Mahsusa lider ve elemanları için bir “eylem pratiği” hususiyeti taşımıştı. Batı Trakya hareketinde Enver Bey ile Ortaköy görüşmesinden sonra katılanlara bakmakta yarar olacaktır. Süleyman Askeri Bey, Trabzon Redif Tümeni Kurmay Başkanı’dır ve Süleyman Zeynelabidin takma adıyla oradadır. Yüzbaşı İlyas, Üsteğmen Ömer Lütfi (Sumar), Yüzbaşı Cemil (Kışkılılı), Yüzbaşı Fahri, Yüzbaşı Kasım (Akalı), Manastırlı Halim (Irak cephesinde Şehit), İskeçeli Arif, Fuat Baklan, Beykozlu Reşat, Şehreminli Çerkez Sadık, Yüzbaşı Ekrem (Beşiktaşlı), Yüzbaşı İhsan (Bahriye eski vekili), Manastırlı Hüsrev Sami. Gizli teşkilatların önemli isimlerinden biri olarak ortaya çıkacak olan Hüsamettin Ertürk, harekete katılanlar arasında Çerkez Ethem’in ağabeyleri Tevfik ve Reşit Beylerin adını vermektedir.

Teşkilatı Mahsusa Muharip Zinde Güç Özelliğindedir.

Trakya harekatında yer alan gönüllüler sıradan ve “toplama” birlikte değildi. Savaşmayı biliyorlardı ve inanıyorlardı. Akıncı müfrezelerinin yanında “çete” olarak adlandırılan gruplar aslında “vurucu tim” niteliklerine sahipti. Ortaköy üzerine gönderilen ve Batı Trakya’ya giren (15 Ağustos 1913) 116 kişilik kuvveti Eşref Bey idare ediyordu. Yanındaki 15 subay ve askerler seçkin savaşçılardı. Teşkilatı Mahsusa bir istihbarat örgütünün işlevlerinin geniş bir yelpazesini teşkil eder. Bu manada bir örgüt anlayış ve sistemine Osmanlı tarihinde daha önce pek rastlanmaz. Her şeyden önce kabul etmek lazımdır ki Teşkilatı Mahsusa Avrupa tarzında bir kuruluştur. Bazı yerli niteliklerine rağmen, Batılı tarzda kurulmuştur denilebilir. Alman gizli servisi ile irtibatı, ortaklaşa bazı faaliyetleri olmakla beraber Almanların teşkilatın kuruluşunda öncülük yaptıklarına dair elde şimdilik bir bilgi yoktur. Teşkilat tamamen Enver Paşa’nın Avrupa’da bulunduğu sırada kazandığı tecrübenin sonucudur diyebiliriz.

Teşkilatın ilk lideri Süleyman Askeri’nin güçlü bir subay kadrosu vardı.Beylerbeyli Hayrı (Piyade Yüzbaşı) Filibeli Halim Cahid, Yüzbaşı Lütfü, Şehreminli Sadık, Harputlu Avni (Süvari Yüzbaşı), Eğinli Hasan Rıza (Doktor),Nihat Sezai (Topçu Mirlivası), Küçük Arslan Bey (sıhhiye).Alay’ın Irak’a intikalinden önce Bağdat’a İstikam Yüzbaşısı Kasım, Jandarma Yüzbaşısı Nuri Bey gönderilmişti. Yusuf Setvan bir Alman denizaltısıyla Afganistan’a gönderilmiştir.

Teşkilatı Mahsusa’nın Hedef Seçtiği Bazı Devletler

Teşkilat bir takım gerçekçi ve belirli amaçlara sahipti. İç güvenliği sağlamak, devletin varlığı için hayati öneme sahip olduğu düşünülen Türklerin hakimiyetini korumak, Osmanlı sistemini hangi grupların ideolojilerin tehdit ettiğini ortaya çıkarmak için casusluk, düzenli ordu birliklerine yardımcı olmak ve icabında onların yerini almak için çete savaşları yapmak bunlar arasında idi. Aynı zamanda oldukça genel hedefleri de vardı. Osmanlı Devleti’nin daha fazla toprak kaybetmesini önlemek ve bulunduğu İtilaf Devletleri sömürgelerinde ayrılık tohumları ekmek gibi.

Teşkilat öncelikle Fas, Tunus, Cezayir, Trablusgarp, Bingazi, Afrika ortaları, Mısır, Habeşistan, Sudan, Zengibar, Somali, Malay Adaları, Açe Adaları, Belucistan, Afganistan, Rus ve Çin Türkistan’ı, Hive, Kuzey Kafkasya, Azerbaycan, Güney Kafkasya, Moğolistan, Kırım, Arnavutluk, Trakya ve Makedonya gibi bölgelerde yapacağı propaganda ve diğer faaliyetlerle İslam’ın parçalana, dağıtılan ruhunu yavaş yavaş canlandıracaktı. Diğer taraftan Osmanlı Devleti’nin Avrupa’daki siyasi ehemmiyetini arttırmak, Avrupalıların Birinci Dünya Harbi öncesi yaptıkları paylaşma palanlarını akamet uğratmak ve harp esnasındaki imhalarına engel olmak amacını taşıyorlardı. Diğer bir ifade ile teşkilatın birinci amacı ve görevi, Türkiye ve İslam alemindeki dağınıklığı gidererek İslami bir ruh etrafında birleşmek, ikinci hedefi ve görevi ise, batılı devletlere yönelik çalışmalarla Osmanlı Devleti’nin siyasi önemini anlatarak arttırmak, onların planlarını bozmak ve işgallerine mani olmaktı. Teşkilatın yukarıda çerçevesi çizilen amaçları kısaca Türkçülük ve İslamcılık olarak da ifade edilebilir.

Güya Hürriyetçi Trio İstibdattan bahsederken, Müstebitlikte Örnek Olmuşlardır. Bilindiği gibi; “ittihat –terakki”nin hürriyet havarilerinden olan maruf “trio”su imparatorluğun icra ve mutlak hakimiyet mercilerini ele geçirdikten kısa süre sonra; tarihin pek ender görgü şahidi olduğu mütegallibelilere şahit olmuştur. Yıllarca imparatorluğun dahilinde olduğu kadar haricinde de pek çok “illegal örgüt”ler kurduran ve kendilerini adeta “hürriyet havarileri” ilan eden unsurlar, bu “trio” kısa süre sonra; mütegallibeliğin zirvesine çıkmıştır. Konuşan ağızlar konuşmaz, gerçekleri gören gözler görmez ve yalnız gerçekleri işiten kulaklar işitmez olmuştur. Böylelikle imparatorluğun vatandaşları “asosyal” duruma getirilmiştir.
En az 5–6 yüzyıl savaşlardan uzak, husumetlerden habersiz ve gerçek huzurlu, neşe ve şevkle dopdolu bir hayat yaşayan imparatorluğun vatandaşları 5–6 yıl içersine bir cehennem hayatı yaşamaya mahkum edildiği gibi; imparatorluğun en münbit eyaletleri de elden ve hakimiyetten biri bir çıkmıştır. Darbeci ve ihtilalci illegal “İttihat –Terakkiciler imparatorluğun bütün eyaletlerinde ve en hücra yörelerinde dahi yıllarca yaptırdıkları ve yaptıkları propagandalar da devlet yönetimini ele geçirdiklerinde imparatorlukta fakir ve işsiz kişi kalmayacağı gibi; kişiler hür düşünceye ve hür fikirlere sahip olacaklarından tefekkür bakımından da İsviçre’yle Fransa’nın da elbette ki fevkinde “olacaklardır” gibi kesif propaganda yapmışlardır. Tarihi bir gerçeği ifade etmek gerekirse; 1908’den itibaren ve bilhassa 1911’den sonraki yıllarda İmparatorluğun şipşirin ve münbit eyaletleri elden çıkmaya başlamıştır. Bölge bölge yapılan savaşlar ise; zaferle değil de hüsranla ve gayet acı hezimetlerle neticelenmiştir. Çünkü iktidarda olanların ciddi bir genel siyasi ve genel bir kültür formasyonundan yoksun olmalarından imparatorluk parçalanmış ve yüz binlerce ve milyonlarca İmparatorluğun “asli unsurları” asirdide yurtlarından vatan cüda olmuşlardır.



Batı Trakya Cumhuriyeti Neden Lağvedildi?

Batı Trakya Türk Cumhuriyeti bilhassa genç subaylarca ve keza Balkan jeopolitiğiyle jeoetniğini gayet iyi bilen başta Hafız Ali Galip ile Paşmaklı asıllı dersiam Hafız Salih Kayalı ve daha pek çok mümtaz zevat cumhuriyetin önemli mevkilerinde süratle sorumlu görevler alması “apolitik” vasıflı fanatik İttihat-Terakkici zevatı çok yönlü endişeye sevk etmiştir. Mezkur tarihte ise; Yunanistan Başbakanı Elefterios Venizelos ise; ısrarlı girişimleri sonucu Batı Trakya Türk Cumhuriyetiyle “defakto” diplomatik münasebetler kurulmuş ve Cumhuriyet yetkililerine göndermiş olduğu müstacel bir telgraf mesajında “eğer cumhuriyetin siyasi hudutlarını Tuna boyuna kadar teşmil edeceklerse; 30 bin kadar Yunan zinde gücünü Batı Trakya Türk genelkurmayının emrine her an tevdi etmeye hazır” olduklarını ifade etmiştir. Bu gelişmelere paralel Bulgar Monarşi Devleti de Batı Trakya Türk Cumhuriyetinin meşruiyetini resmen tanımıştır. Böylelikle Batı Trakya Türk Cumhuriyeti Balkan jeopolitiğinin ve jeoetniğinin zeminine gayet muhkem bir şekilde temel atmıştır.
Eldeki mevsuk belgelere göre; Gen.Kur.Bşk.P.Kur.Bnb.Süleyman Askeri ile Hafız Ali Galip sık sık yaptıkları istişare toplantılarda yüzyıllardır Balkanlarda mukim olan evladı fatihan torunları istikbalden emin olmaları için, başta Bulgaristan’da dahil Makedonya, Epir Eyaleti, Arnavutluk, Kosova ve Bosna-Hersek eyaletinin iştirakleriyle “Balkan Federatif” yahut ta “Konfederatif” bir devlet sisteminin süratle uygulanmasının elzem olduğu fikri oluşmuştur. Bu “sosyopolitik” ve “sosyoetnik” sistemin münhasıran Balkanlara şamil olması kararı alınmışsa da; Batı Trakya Cumhuriyetinin teşekkülünden kısa süre sonra; gerekçesiz ve afaki faraziyelerle mülga hale gelmesinin akabinde I. Cihan harbinin çıkması Balkan Türkleri için adeta bir “katastrof” ve “kaos” özelliği ifade etmiştir..
Balkan ve Batı Trakya Türkleri tarihin herhangi bir yüzyılında kayıt etmediği sevinçle ve coşkuyla kurdukları “milli cumhuriyet”leri kısa bir zaman sonra; hem de herhangi mucip bir gerekçe olmadığı halde; mülga hale gelmesi yalnız Batı Trakya Türkleri değil; daha hala Balkan Türklerinin tamamı kadın-erkek, yaşlı-genç tedavisi imkansız bir ızdırap içerisinde kıvranmaktadır. Çünkü bu “milli cumhuriyet” düşmanlar tarafından değil de; aynı milletin ve aynı toplumun mensuplarınca mülga hale getirilmiş ve herhangi mucip bir gerekçe katiyen olmaksızın yıktırılması affı mümkün olmayan “ebedi mücrim”liktir ve suçtur. Bu ızdırabın şiirsel özelliğini merhum Osman Yüksel’in daha fazla Rumeli ve Balkanlılara ithaf etmiş “şiir”li mısralarla ifade etmeyi zaruri görmekteyim.
Bin yıl oldu toprağına basalı,
Hayli oldu kılıçları asalı,
Bülbüllerin onun için tasalı…
Sazlar kırık ayar tutmaz telleri,
Biz neyledik o koskoca elleri?!..
Yol görünür, Sultan emir verirdi;
Dalga dalga orduların yürürdü!..
Hamlemizden dağlar taşlar erirdi”..
Andırırdık coşkun akan selleri,
Biz neyledik o koskoca elleri?!
Ferman çıkar, dal kılıçlar takınır,
Gölgemizden bütün cihan sakınır!..
Meydanlarda rabbe dua okunur.
Dolu dizgin aştık nice çölleri,
Biz neyledik o koskoca elleri.
Batı Trakya Bizsizdir;
Yosun tutmuş camilerin ıssızdır,
Boynu bükük minareler öksüzdür.
Açmaz olmuş Gümülcine gülleri,
Biz neyledik o koskoca elleri?!..
Rodopların ak başları yaslıdır,
Serdengeçti gönül artık usludur.
Rüzgarları bile matem seslidir”..
Zafer, zafer der eserdi yelleri,
Biz neyledik o koskoca elleri?!..

Batı Trakyalı Mücahitleri Makro Planın Gerçek Hedefleri

Batı Trakya Cumhuriyetinin müessiz ve mücahitleri yalnız 16 vatansever subay ve 100 mücahitten müteşekkil olup; bu 116 mücahit Meriç ve Arda nehirleri vadilerinden itibaren Batık Trakya’nın geneliyle Rodop’un platonlarındaki Bulgar monarşist müstevli alay, tabur, tugay ve tümenleri 2 hafta gibi kısa bir sürede bazılarını kısmen ve bazılarını tamamen imha etmişlerdir.

Bu son derece her biri vatansever-hürriyetsever 116 dev idealistin 15 Ağustos’ta başlattığı “tenkil harekatı” 31 Ağustos’ta başkenti Gümülcine’de dünya kamuoyuna ilan edilen deklarasyonla tam bağımsız “Garbi Trakya Cumhuriyeti” nin resmin teşekkül etmiş olduğu ilan edilmiştir. Balkandaki bu ilk milli Türk Cumhuriyeti tamamen “hafi belge”lere göre; şu 3 zevattan oluşmakta idi. Prens Sabahaddin, Kur.P.Bnb.Süleyman Askeri ve Hafiz Ali Galip. Prens Sabahaddin’e göre; Garbi Trakya Türk Cumhuriyeti kısa sonra; Makedonya’nın geneliyle Bulgaristan, Tesalya, Epir –Yanya, Arnavutluk, Kosova ve Bosna-Hersek’le birleşerek süratle “Balkan Federatif Birliği” veyahut ta “:Balkan Konfederatif Birliği”ni oluşturmaktır.

Çünkü Prens Sabahaddin’in fikrine göre; Balkanlı “evlad-ı fatihan”ların etnik bekalarını meskun oldukları yörelerde kesin teminat altına alabilmek için, Balkan jeopolitiğinde bu tarz bir teşekkülün süratle kesinleştirmek zaruridir. Aksini düşünmek hamakattır. Kaldı ki 6–7 yüzyıl namütenahi bir ırk, din, dil ve milliyet-etnik unsur tefriki katiyetle yaşattığımız Balkanlı bütün unsurlar bu teşekkülü iştiyakla ve süratle benimseyerek ve açıkça desteklemelidir. Sarahatle şu gerçeği ifade edeyim ki, Balkanların sathında yaşamakta olan etnik topluluklar ne fanatik Panelenistleri, Panbugaristlerin ve Panalavistlerin hakimiyetine terk edilemez. Bu itibarla daha bugünden itibaren Balkanların genelindeki bütün Müslüman-Türkleri ve “evlad-ı fatihan”ları geleceği katiyetle çok yönlü teminat altına almak tarihi, mili ve vicdani vazifemizdir.



Kaynak : Araştırmacı-Yazar Ahmet Aydınlı’nın Analizleri

20 Ocak 2010 Çarşamba

BALYOZ?!

Soru: Balyoz ne işe yarar?

Cevap: Makam aracı içinde kilitli kalmış devlet büyüklerini kurtarmaya...














18 Ocak 2010 Pazartesi

Düşünceler?!...








Yandaki haritaya baktıktan sonra, Haiti'de olan deprem ve/veya sonrası ile ilgili -eğer sizce varsa- gariplikleri yorumlamaniz...

16 Ocak 2010 Cumartesi

ÇOK ÇABUK UNUTUYORUZ VESSELAM...

"2 sene kadar once bir Kraliçe gelmişti memlekete..."
























15 Ocak 2010 Cuma

OKUYUN...




DURUM ANALİZ /

AKP, “SÖZDE DEMOKRATİK AÇILIMLAR” ÜZERİNDEN KAYBETTİĞİ KAMUOYU DESTEĞİNİ, İSRAİL İLE YAŞANAN KURGU “ALÇAK MASA KRİZİ” ÜZERİNDEN GERİ ALABİLİR Mİ

YA DA

(...)

Hayrullah Mahmud: "Durum Analiz?!"







6 Ocak 2010 Çarşamba

Yavşak!..

Adam gelmiş 62 yaşına, cüssesinin ve kişiliğinin kaldıramayacağı ne kadar makam-mevki varsa sırayla oturmuş; şimdi de gözünü daha yüksek rakımlara diktiğini ayân beyan haykıracağım diye kirletmediği değer, çürütmediği kavram bırakmıyor. Konuştukça ruhlarımız çöplüğe dönüyor, ağzını açtıkça dünyayla irtibatımızı kesip inzivaya çekilme isteğine kapılıyoruz. “Her şey senin olsun, yeter ki sus; yeter ki o pişkin suratını televizyon ekranından uzatma!” diye yalvarasımız geliyor…

Şımarıklık, sorumsuzluk had safhada. Siyasi hayatında “başarı” namına tek bir örnek yok ama demagoji, ortalığı karıştırma, mağduru oynama, kin kusma deyince ikinci bir rakip bulamazsınız. Şaklaban, mağrur, bencil ve acımasız…

Hayatta acıdığı tek bir kişi var, o da kendisi. Kendine ne zaman acısa ağlamaya başlıyor ve onun ağlamasıyla birlikte başlıyor müthiş bir çevre kirlenmesi. Bu adam ağlamaya başlamışsa, anlıyoruz ki aç nefsi başta kendisi olmak üzere hepimize yeni bir oyun hazırlıyor. İçinde sürekli “Sen daha yukarılarda olmalısın, daha ön planda olmalısın, ikincil roller sana yakışmıyor” diye fısıldayan bir sesle dolaşıyor.

Aslında refikleriyle de sorunlu. “Üçüncü adam” olmayı bir türlü hazmedemiyor. “Birinci adam” olma fırsatını açıkça “Beni aday gösterin” diyemediği için kaçırdı. O noktada gösterdiği bu basiretsizlik üç yıldır içini yakıp kavuruyor. Mütevazı görünmek pahasına kaçırdığı post için ağıt yakıyor.

Hayatı travmalarla dolu. Tarihte hep kaybetmiş ve aslında hep kaybedecek olanların ruhları tarafından ele geçirilmiş zavallı bir zombi. Hayatının tek amacı, bu kötü ruhların intikamını almak. Bu ülkeyle, bu ülkenin temellerini oluşturan bütün değerlerle sorunu var. Her fırsatta kin kusuyor, kendince alaya alıyor, dalgasını geçiyor.

Bunu yaparken de orta malı esprilerden, reytingi yüksek eğlence programlarından başka referansı yok. Kullandığı her kelimeden yaşına başına yakışmayan ilgi alanlarına sahip olduğunu, vaktini ucuz televizyon programları seyrederek geçirdiğini, kaderin ve tarihin kahredici bir oyunu sonucu kendisine teslim edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti kurumlarına karşı hiçbir sorumluluk duymadığını, gününü gün etmekle meşgul olduğunu anlıyoruz.

Suratta devamlı ağlamakla sırıtmak arası bir ifade. Duruma göre biri veya diğeri devreye giriyor.Bazen konuşurken sesi titremeye başlıyor, sonra ardından hüngür hüngür bir ağlama geliyor. Koskoca adam kameraların önünde hiç hicap duymadan kadın gibi ağlıyor. Konuştuğu konuyla ağladığı konunun çoğu zaman alâkası bulunmuyor ama olsun, onun canı ağlamak istiyor. Çünkü hayatı zavallı olmak, zavallılığı oynamak ve zavallılıktan medet ummakla geçmiş. Bundan başka “kazanma” yöntemi bilmiyor.

Bazen de üstüne şımarık bir neşe geliyor. Gülmesini kontrol edemiyor, ergenlik çağındaki delikanlılar gibi kızarıp bozararak kötü espriler yapmaya başlıyor. Bu kontrolsüz neşe ne zaman ağlamaya dönüşecek diye ekran başında endişeye kapılıyorsunuz. Tam bir nevrotik. Kişiliği uç noktalarla merkez arasında sürekli gidip gidip geliyor. Bu çarpık ruh hali çevreyi rahatsız etmeye başlayınca, başından geçmiş bir aile faciası hatırlatılıyor, “Büyük bir acı yaşadı, anlamak lazım” diyerek merhamet duygularına sığınılmak isteniyor. Oysa, sevdiklerimizi kaybetmek, bizi daha kaderci, daha sakin yapmaz mı? Hırslarımızdan daha fazla arınmaz mıyız?

Ama hayır, hayatın bu kuralı onun için geçerli değil. Oturmamış bir kişilik, doymayan bir ruh ve hiç sönmeyen intikam ateşi…

Abartma, ortalığı birbirine katma, kendini dünyanın merkezi zannetme, yel değirmenleri ile savaş, maceracılık, devletin kurumları birbirine girdikçe surata yerleşen o arsız mutluluk…

O iflah olmaz şımarıklık, doymamışlık…

Ağız ishali olma, lafın nereye gideceğini bilemeyiş, kalıbının adamı olamayış…

Kıpır kıpır gözler, oynak bir kişilik ve bütün bunların arkasında saklı duran sefil bir korkaklık…

Televizyonda karşınıza her çıktığında ona dikkatlice bakın. Her gün biraz daha uçuruma yaklaşan ülkemizin en temel sorununun, “yavşaklık” olduğunu görmeye başlayacaksınız…



Kaynak: Açık İstihbarat.com