28 Nisan 2008 Pazartesi

TÜRKİYE, IRAK VE ABD

TÜRKİYE, IRAK VE ABD: SOĞUK SAVAS SONRASI DÖNEMDE BASRA KÖRFEZİ’NDE YENİ PARAMETRELER


Prof. Dr. Tayyar Arı*


Körfez Krizi ile beraber Türkiye’nin Orta Doğu politikasının 1980-88 döneminde başlayan hareketliliğin yeni bir aşama kaydederek Türk Dış Politikasında kendisini Türkiye-Irak-ABD denklemine taşıdığı gözlenmiştir. Türkiye’nin, 1990 sonrası dış politikasında Körfez Krizi ve sonrası gelişmeler bundan sonraki güvenlik politikalarını ciddi biçimde etkilemeye başlamıştır. Türkiye bu dönemde ABD’nin gerek Irak’a ve Saddam’a gerekse Kuzey Irak’taki Kürt gruplara karşı izlediği politikada kendine bir yer edinmeye çalışmıştır. Bu çerçevede Irak’a uygulanan ambargodan mali bakımdan ciddi kayıplara uğrayan Türkiye, çekiç güç ve bu bağlamda ABD ile ilişkilerini somut kazanımlara dönüştürememiştir. Ayrıca Türkiye Kuzey Irak’ta 1991 sonrasında oluşturulmaya çalışılan Kürt yönetiminin devletleşme sürecini kendi güvenliği ve toprak bütünlüğü için bir tehdit olarak değerlendirmiştir. Sonuçta, Türkiye’nin Körfez politikası, ABD ile olan stratejik ilişkileri ile ABD’nin Kürtlere ve Saddam’a yönelik politikaları arasında sıkışıp kalmıştır.

Bush yönetiminin işbaşına geldiği 2001'in başında hareketlenen uluslararası ilişkileri esas tetikleyen gelişme "11 Eylül" olmuştur. Artık bu tarihten itibaren ABD'nin dış politikasında güvenlik unsuru daha öncelikli bir konuma sahip olurken Orta Doğu bölgesi yeniden politik gündemin odağına yerleşmiştir. Afganistan'da Taliban rejiminin El- Kaide ile işbirliği yaptığı için devrilmesinden hemen sonra Irak üzerindeki Amerikan baskıları yoğunlaştırılmış ve en sonunda BM kararına dayanmaksızın tek başına harekete geçen ABD, Irak'ı 2003 Martının sonlarına doğru işgale başlamıştır. Bu süreçte Türk-Amerikan ilişkileri yeniden gündeme gelmiş, her zaman kriz zamanlarında hatırlanan Türkiye bir kere daha Beyaz Saray/Pentagon ekibinin ilgi odağı olmuştur. Ancak ABD'nin yaklaşan Irak'ın işgali sürecinde Türkiye ile hangi çerçevede ve ne kadar bir işbirliği arzuladığının yeterince açık olmamasının Türk siyasetçilerinde yol açtığı tereddütler 1 Mart tezkeresinin Meclise takılmasına neden olmuştur. Bu gelişmede kimin ne kadar rolü olduğu ayrı bir tartışma konusu olmakla beraber asıl önemli olan Türk-Amerikan ilişkilerinin kısmen de olsa rayından çıkmış olduğuydu. İşte bu ortamda 2003 Temmuzunun başında 11 Türk subayının Süleymaniye'de tutuklanması olayı Türkiye'de soğuk duş etkisi yapmıştır. 45 yıllık NATO müttefiki iki ülkenin askerleri arasındaki güveni derinden sarsacak bu olayın ABD'nin PKK/KADEK terör örgütünü kollamak istemesinden çıkması ise olayın asıl endişe verici tarafı olmuştur.

Makalede 1990 sonrası yeni dengeler ve yeni parametreler ışığında Türkiye'nin Körfez politikası ve Türk-Amerikan ilişkileri irdelenecektir.

I. BİRİNCİ IRAK SAVAŞI (1991) SONRASINDA YENİ DENGELER VE YENİ OYUNCULAR
A. ÇEKİÇ GÜÇ VE KEŞİF GÜÇ
Güvenlik Konseyi tarafından 3 Nisan'da alınan 687 sayılı kararla Irak'la resmi ateşkes koşulları belirlenmişti. Söz konusu kararda ayrıca, Irak ile Kuveyt arasındaki tampon bölgeye yerleştirilen BM barış gücü askerlerinin devriye görevi görmesi ve Amerikan askerlerinin Irak'tan çekilmesi öngörülmüştü. Ancak Kuveyt'te savaşın bitimini takiben askeri birliklerini merkezi hükümete karşı isyan hareketine girişen güneyde Şiiler ve kuzeyde Kürt grupları üzerine gönderen Saddam yönetimini durduracak bir karar tesis edilmemişti. Bu noktada, mültecilere yardım yapılmasına, yurtlarına geri dönmelerinin sağlanmasına veyahut Irak hükümetine karşı korunmalarına ilişkin hiç bir maddenin konulmamış olması, Türkiye'yi harekete geçirmişti. Zira, Irak'ta yaşayan 4 milyon peşmergenin yaklaşık yarısı Martın sonu ve Nisanın başında Türkiye ve İran'a doğru kaçmaya başlamış; bir kısmı bu ülkelere sığınırken, geri kalanı sınıra yakın dağlarda güç koşullarda beklemekteydi. Bu süreçte Cumhurbaşkanı Turgut Özal yoğun telefon diplomasisiyle Amerikan Başkanı George Bush'u harekete geçirmiş ve 5 Nisan sabahı Ankara'da Türk diplomatları ile Batı Avrupalı meslektaşları arasında yapılan toplantının sonunda 688 sayılı kararın taslağı tartışılarak son şekli verilmişti. Fransa tarafından derhal Güvenlik Konseyi'ne iletilen karar 10 olumlu, 3 olumsuz (Küba, Yemen ve Zimbabve) ve iki çekimser (Çin ve Hindistan) oyla kabul edilmiştir.

Dolayısıyla Güvenlik Konseyi'nin 2982. oturumunda kabul edilen S/RES/688 (1991) sayılı bu kararla kurtarma ve yardım ile sınırlı Huzur Operasyonu'nun birinci aşaması devreye girmiş oluyordu. Bu karar aynı zamanda güvenli bölge (safe havens) oluşturulması (her ne kadar kararda böyle bir kavramdan söz edilmemiş olsa da) ve Çekiç Güç veya Huzur Operasyonu gibi uygulamaların temel dayanağını oluşturacaktı. Amerikan Başkanı Bush'un 10 Nisan'da yaptığı açıklamayla, 36.paralelin kuzeyi Irak uçakları için "uçuşa yasak bölge" ilan edildi. Böylece Irak hükümetinin kurtarma ve yardım operasyonunun yapıldığı Kuzey Irak'tan askerlerini çekmesi ve 36. paralelin kuzeyine uçak ve helikopterlerini sokmaması istenmekteydi. Bush yönetimi tarafından 16 Nisan'da yapılan açıklamada ABD, İngiliz ve Fransız askerlerinin Türkiye sınırına yakın bir bölgeye konuşlandırılarak Kürtlere yardım yapılacağını açıklanmıştır. İlk aşamada büyük çoğunluğunu ABD, İngiltere ve Fransa'nın oluşturduğu 16.000 asker iken sonradan Mayıs ayında on bir ülkenin katıldığı, sayısı 20.000'i bulan ve Kuzey Irak'ta sınırları belirginleşmiş bir bölgeye asker konuşlandırılması ABD'nin o güne kadar Irak'ın içişlerine müdahale etmeme politikasında bir değişiklik anlamına geliyordu. Gerçi Bush yönetimi bunun Irak'ın içişlerine müdahale olmadığını ifade etmekteydi2.

Koalisyon ülkeleri Temmuz 1991'de askeri güçlerini Kuzey Irak'tan çekerken, Türkiye'de konuşlandırılacak ve daha sonra "Çekiç Güç" olarak adlandırılan daha az sayıdaki bir acil tepki gücü ile Kürtleri Saddam'ın olası saldırılarına karşı korumak istediklerini açıklıyorlardı. Bu çerçevede Güvenlik Konseyi'nin 688 sayılı kararı ile oluşturulan Huzur Operasyonu'nun birinci aşaması sona ermiş, ikinci aşaması (Temmuz 1991-Aralık 1996) daha sonra "Çekiç Güç" adı altında ve Kuzey Irak halkına karşı Bağdat Yönetimi'nin girişeceği bir saldırıyı caydırma ve gerektiğinde müdahale etmekle görevlendirilmiş oluyordu. Nitekim Temmuz ayının sonuna doğru yerleştirilme işlemi biten Çekiç Güç'ün süresinin Türkiye tarafından 30 Eylüle kadar uzatıldığı bildirildi. Bundan sonra altı ve üç aylık sürelerle uzatılmaya devam etmiştir. Bu arada 30 Eylül 1991'de görev süresi sona eren Çekiç Güç'ün görev süresinin Türkiye tarafından tekrar uzatılması kesinlik kazanırken, Silopi'de bulunan Çok Uluslu Güç'ün kara unsurlarının çekilmesi bunun yerine İncirlik'teki hava gücünün F-111 ağır bombardıman uçaklarıyla takviye edilmesi kararlaştırılmıştır.

Görev süresi 1996 Martında on birinci defa üç ay için uzatılmasının ardından 1996 Haziranındaki oylamada Temmuz sonuna kadar uzatılan "Çekiç Güç", Ortak Görev Gücü ve Huzur Operasyonu-2 gibi isimler alan bu güç İncirlik'te konuşlandırılmış 1748 asker ve 77 uçaktan oluşmaktaydı. Bunun dışında Pirinçlik ve Zaho'da da ikmal ve irtibat görevini yürüten aynı güce bağlı 56 çokuluslu asker yer alıyordu. İncirlik'ten havalanan ve Kuzey Irak'ta keşif uçuşları yapan Çekiç Gücün (Keşif Gücün) görevi 2003 Martında ABD'nin Irak'ı işgaliyle beraber hem fiilen ve hem de hukuken sona ermiş oldu. Birliğin başında biri Türk diğeri Amerikalı eşit yetkiye sahip iki komutan bulunuyordu. 1997 Ocağından itibaren adı Keşif Güç (ya da Kuzeyden Keşif Harekatı) olarak değiştirilen ve önceki dönemlerde olduğu gibi altı aylık dönemler halinde görev süresi uzatılan Çekiç Güç'e asker veren ülkeler arasında Türkiye, Fransa, İngiltere ve ABD vardı. Çekiç Güç'teki uçaklar sık sık bölge üzerinde eğitim uçuşları yapmaktaydı. Ancak 1998 Aralığında Çöl Tilkisi Operasyonu'na tepki gösteren Fransa Keşif Güç içindeki askerleri geri çekmişti.

Keşif Güç (Operation Northern Watch: ONW) de incirlikte üslenmekle beraber Kuzey Irak'taki Kürtlere yardım amacı taşımamakta fakat, Irak'ın BM kararlarına uyup uymadığını denetlemek amacıyla Türkiye'nin İncirlik hava üssünden kalkarak Irak'a keşif uçuşları düzenlemekteydi. Bu arada Türkiye'den çekindiği için Kürtlerle doğrudan ilişki kurmaktan kaçınan Amerikan yönetiminin tavrında bir değişiklik oldu ve 1992 Mayısında gerçekleşen Kuzey Irak'taki parlamento seçimlerinin hemen arkasından ABD'li yetkililerle görüşmeler yapmak üzere Washington'a giden Celal Talabani ve Mesut Barzani'nin başını çektiği Irak muhalefeti, 29 Temmuz'da ABD Dışişleri Bakanı James Baker'la da bir araya geldi. Başkan Bush tarafından kabul edilmeyen Kürt liderlerin yine de Washington'da ilk kez ABD yönetimince üst düzeyde kabul görmesi dikkati çekmiştir. ABD politikasında Kürtlere ilişkin olarak bu belirgin değişikliğin sebebi merak edilmekteydi3. Bu gelişmede ABD'deki Kürt lobisinin çalışmalarının yanında onlarla beraber hareket eden Ermeni ve Rum lobilerinin de desteğiyle Amerikan kamuoyunda oluşan Kürtlere yönelik daha kararlı bir politika izlenmesi yönündeki baskının yönetim üzerindeki etkisinin rolü göz ardı edilemez.

Washington, 1996 Kasım seçimlerini kazanarak Clinton'ın ikinci defa Başkan seçilmesinden sonra Irak'a yönelik politikasını netleştirmeye çalışıyordu. Bu çerçevede Irak'a belli sınırlamalarla da olsa petrol satımına izin verilmekle beraber ABD'nin amaçları, yaptırımların devam etmesinde kararlı olduklarını ifade eden Dışişleri Bakanı Albright tarafından açıklanırken, Irak'ta olası bir iktidar değişikliği konusunda müttefiklerle ve dostlarla işbirliğine hazır olduklarını ve yeni Irak'ın bağımsız, üniter, dış tehditlerden uzak ve bölgesi için tehdit oluşturmayan bir karaktere sahip olmasını arzuladıklarını ifade etmekteydi4 Bu arada İran'da sürgünde bulunan Irak İslam Devrimi Yüksek Konseyi (IİDYK) lideri Ayetullah Muhammed Bekir el-Hakim, yaptığı açıklamada ABD'nin Irak'taki muhalefete sürekli ihanet ettiğini belirterek, Irak halkının ABD'ye güvenmediğini ifade etmekteydi5.

Diğer taraftan Amerikan yönetimi 1998 Eylülünde Iraklı muhaliflerden Barzani ve Talabani'yi Washington'da bir araya getirerek aralarındaki çatışma konularını çözümleyerek Kuzey Irak'taki otoriteyi birlikte kullanma ve Saddam'a karşı ortak hareket etme konusunda işbirliği yapmalarını sağlamaya çalışmış; fakat ABD'nin bu girişimi, gerek Kuzey Irak'taki bu tür oluşumlarla ilgili gerekse Saddam'ın düşürülmesi sonrası ortaya çıkacak otoritenin kim tarafından nasıl doldurulacağı konusunda bir takım kuşkulara sahip olan Türk hükümetini endişelendirmiştir. ABD'nin Türkiye'yi dışlayarak bölgede Türkiye'nin pek onaylamadığı biçimde inisiyatif kullanması, PKK sorununu bir an önce çözmesi gerektiğini düşünmesine yol açmış ve arkasından Ekim başından itibaren iki ay süren bir Türkiye-Suriye gerginliği Kasım ayında Öcalan'ın Suriye'yi terk etmesiyle sona ermiştir. Diğer taraftan, ABD yönetiminin Saddam'ı düşürmeye yönelik çabalarını desteklemek amacıyla Irak Ulusal Kongresi'ne 97 milyon dolarlık askeri yardım yapılması talebi Kongre'nin her iki kanadında oylanarak 1998 Ekiminde kabul edilmiştir. Buna göre, bu unsurların CIA ile işbirliği yapması öngörülmekteydi6.

23 Kasım 1998'de Londra'da bir araya gelen ve KDP ve KYB'nin alt düzeyde temsilcilerle katıldığı toplantıda Irak'taki 30 muhalif grubun bir şemsiye örgütlenmesi gibi gözüken Irak Ulusal Kongresi, tüm muhalif grupları temsil ettiklerinin kabul edilerek Irak'ta güvenli bir bölgede Saddam'ı düşürmeye yönelik faaliyet göstermelerini sağlayacak bir ortamın kendileri için oluşturulmasını istemişlerdir.7 Ancak daha önce CIA tarafından buna dönük bir girişim Erbil'de başlatılmış; fakat Saddam'ın bir operasyonuyla bu faaliyet fiyaskoyla sonuçlanmıştı. 1996'da Talabani ile yaşanan çatışma esnasında Barzani'nin Saddam'dan yardım istemesi üzerine, Saddam'a bağlı birlikler Erbil'e doğru askeri harekata girişmiş; bu gelişme üzerine ABD, Kuzey Irak'ta kendisi ile işbirliği yapan grupları buradan götürmek zorunda kalmıştır8.

B. KÖRFEZ KRİZİNİN TETİKLEDİĞİ KÜRT SORUNU


Hatırlanacağı üzere Kürtler, 1960'ların sonlarında ABD ve onun bölgedeki müttefiki İran tarafından desteklenmeye başlanmış, bu destek Irak'ın 1972'de Sovyetlerle Dostluk ve İşbirliği Antlaşması yapması üzerine daha da artmış ancak 1975'te Cezayir Antlaşması'yla İran, Irak'tan istediğini alması üzerine Kürtlere verilen destek bir anda ortadan kalkmış ve Kürtler Saddam ile baş başa bırakılarak kaderlerine terk edilmişti. Aynı şekilde İran-Irak Savaşı esnasında Irak'a karşı İran’ın yanında yer almış olan Kürtler bu desteğin karşılığında hiç bir şey elde edemedikleri gibi 1988'de Halepçe Katliamını yaşamışlardır. 180.000 kişiye karşı yapılan söz konusu bu kimyasal saldırıda yaklaşık 5.000 insan hayatını kaybetmiştir.9

Körfez Savaşı sonrasında da Kürtler savaşın bitmesiyle beraber otorite boşluğundan ve ABD'nin ve "müttefik ülkelerin" yardım edeceği olasılığından hareket ederek Şii gruplarla beraber ayaklanmaya başlamışlar; ancak bu defa da oyuna getirilmişler ve yalnız bırakılmaları nedeniyle yeni bir katliamla yüz yüze kalmışlardır. ABD'nin bu ayaklanma ve Saddam hükümetinin tavrı karşısında ilginç bir sessizlik içinde olması dikkatlerden kaçmamıştır. Yukarıda ifade edildiği gibi bunun üzerine Türkiye'nin de girişimiyle 5 Nisan'da Güvenlik Konseyi tarafından 688 sayılı kararı kabul edilmişti. Haziran ayı içerisinde bir taraftan Irak'ın Süleymaniye ve Erbil kentlerinde hükümet kuvvetleri ile Kürtler arasında çarpışmaların olduğu ve çok sayıda insanın öldüğü (5 Haziran), diğer taraftan Cumhuriyet Muhafızlarının ülkenin güneyinde bulunan Şiilere karşı büyük bir saldırı başlattığı ve bölge halkını İran'a göçe zorladığı (8 Haziran) gelen haberler arasındaydı. Bu gelişmeler olurken aynı günlerde 9-14 Haziran tarihleri arasında Türkiye’de bulunan Irak Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) lideri Celal Talabani, Cumhurbaşkanı Turgut Özal ile de görüştü.

Nitekim, 17 Mayıs 1992'de yapılan seçimlere Kürdistan Demokratik Partisi (KDP), Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB), Kürdistan Sosyalist Demokratik Partisi (KSDP), Kürdistan Sosyalist Parti (bu iki parti tek liste ile katıldılar), Irak Kürdistan İslam Hareketi (IKİH), Kürdistan Demokrat Halk Partisi (KDHP), Kürdistan Komünist Partisi ile Hıristiyan Süryani Partisi katılmıştı. 105 sandalyeden 100'ünü Mesut Barzani (50) ve Celal Talabani'nin (50) aldığı seçimlerde hiç bir parti tek başına salt çoğunluğu sağlayamamıştı. Sonuçlar doğrultusunda parlamento başkanının KDP'den, başbakanın ise KYB'den olması kararlaştırılmıştı10.

Kürtler, parlamento seçimlerinin ardından 7 Temmuz'da bakanlar kurulunu da oluşturarak önemli bir adım daha atmışlardı. Celal Talabani'nin önderliğindeki Kürdistan Yurtseverler Birliği üyesi Dr. Fuad Masum'un başbakan olduğu kabinede, Talabani'nin Kürdistan Yurtseverler Birliği ile Barzani'nin Kürdistan Demokratik Partisi altışar bakanlıkla dengeyi sağlıyorlardı. Kürt liderlerin bağımsız bir Kürdistan kurulmayacağı konusunda güvence vermelerine karşın, (ki bunu defalarca yapacaklar) Kuzey Irak'ta bağımsız bir parlamentonun arkasından yeni hükümetin oluşturulması aslında bağımsızlığa yönelik yeni bir çaba olarak değerlendirilmekteydi. Irak'ın yanında İran ve Suriye'nin de benzer tepkilerine yol açan bu gelişme karşısında Türkiye, yeni kurulan hükümeti tanımadığı gibi, bu oluşumu bölge barışı ve Irak'ın toprak bütünlüğü açısından tehlikeli bir gelişme olarak değerlendirmekteydi. Dolayısıyla bilinen nedenlerden dolayı aralarında derin ayrılıklar bulunan Türkiye, İran ve Suriye bu oluşumun hemen arkasından Ankara'da üçlü bir toplantı düzenleyerek Irak'ın toprak bütünlüğünün bozulmasına yönelik gelişmelere karşı duyarlılıklarını ortaya koymuşlardır11.

Kuzey Irak'ta 1992’de seçimle oluşturulan yapı iki yıl bile geçmeden, Talabani'ye bağlı güçlerin 1994 Aralığında Erbil'de denetimi tek başına ele geçirmesi ve KDP güçlerini şehirden uzaklaştırmasıyla yoğunlaşan çatışmalarla beraber hükümet ve parlamentonun faaliyetleri sona ermiştir12. Bundan sonra 2003 Nisanına kadar tarafların bölgede yeniden birlikte bir yapı oluşturmaları söz konusu olmamış; bunun yerine her iki grup da kendi kontrol ettikleri bölgelerde ayrı fiili yönetimlerini oluşturmuşlardır. Bu arada devam eden çatışmları önlemek amacıyla üçüncü tarafların girişimiyle 1995 Temmuzunda Lizbon'da birinci Eylül'de de ikinci turu yapılan görüşmeler söz konusu olmuştur. ABD öncülüğünde gerçekleştirilen Lizbon görüşmlerinden bir sonuç alınamaması üzerine taraflar 1995 Ekiminde Tahran'da bir araya gelmişler. Sınırlı konularda uzlaşmaya varıldığı açıklanan bu görüşmlerden sonra13 bu defa 1995 Kasımında Amerikan heyetinin yanısıra Türk hükümeti temsilcilerinin de katılımıyla KDP ve KYB merkezleri arasında gerçekleştirilen mekik diplomasisinden de fazla bir sonuç elde edilememiştir14.

1996 Eylülünde şiddetlenen çatışmalara Saddam'ın ordusunun da müdahale etmesi ve Erbil'e kadar gelerek Talabani'ye karşı Barzani'yi desteklemesi, bu arada ABD'nin insani yardım faaliyetlerinde görev almış; yani Amerikan hükümeti adına casusluk faaliyeti de dahil olmak üzere bir çok görev için kullanılmış olan Kürtlerin bölgeden tasfiyesine başlanması gerçekten ilginç gelişmelerdi. ABD aşamalı bir şekilde bu insanları önce Türkiye'ye oradan Pasifik'teki Guam Adasına ve buradan da Birleşik Devletler'e götürmüştü. Akıbetleri konusunda kesin bilgilere ulaşılamayan bu insanların daha sonraki süreçte hangi amaçlar için kullanıldıkları ise önemli bir endişe kaynağı olmuştur. 2003 Martında Kuzey Irak'a gönderilen Amerikan askerleri arasında bunların da bulundukları konusundaki bilgiler, Kriz sonrasında Kuzey Irak'ta cereyan eden olaylarla birlikte düşünüldüğünde Türk halkı açısından endişe verici bir durum olarak değerlendirilmiştir.

1998 Eylülünde Amerikan yönetimi Türkiye'yi dışlayarak Talabani ve Barzani'yi Washington'da bir araya getirdiği görüşmelerde Irak'ın kuzeyindeki otoriteyi birlikte kullanmaları ve Saddam'a karşı güçlerini birleştirmeleri konusunda tarafları ikna etmeye çalıştıysa da bundan da bir sonuç alınamamıştı15. Dolayısıyla tarafların 1998’de ortak bir siyasi yapı ve ortak bir parlamento oluşturulması konusunda ilke anlaşmasına varmış olmalarına rağmen, 1999, 2000, 2001 ve 2002 yılları boyunca devam eden görüşmeler sürecinden somut bir sonuç elde edilememiştir. Bu anlamda 2003 Martına kadarki durum fili olarak iki ayrı yönetim yapısının oluşmuş olduğu biçimindeydi. Süleymaniye, KYB ve lideri Talabani’nin; Erbil ise KDP ve onun lideri Barzani’nin yönetim merkezi durumundaydı16

Körfez Savaşı biterken Kürtlerle beraber ülkenin güneyinde Şiiler de ayaklanmışlardı. Ancak dünya Şiilere karşı Kürtlere davrandığı gibi duyarlı davranmadı. Bunun elbette çok sayıda nedeni vardı. Öncelikle etnik bir grup olmaktan ziyade dini bir grup olan Şiiler Irak'ın nüfusunun yaklaşık yüzde 60’ını oluşturmaktadır ve ekonomik ve sosyal durumları ne kadar geri olsa da self determinasyon veya özerklik isteğiyle Irak'ın toprak bütünlüğünü tehdit edecek bir davranışta bulunmamışlardır. Her zaman Kürtler devlete karşı ayaklanırken, Şiiler sisteme yani rejime karşı ayaklanmışlardı. Ayrıca Şiilerin ayaklanması Kürtlerle karşılaştırıldığında birlikten yoksun, dağınık ve zayıftı. Buna rağmen Batı, Şiilerin ayaklanmasını, bunların İran'a yakın olması nedeniyle Kürtlerin ayaklanmasından farklı değerlendirmiştir. Bundan dolayı Körfez Savaşı sonrasındaki Şii ayaklanmasına Batı'nın desteği hem geç hem de oldukça zayıf olmuştur. 32. paralelin güneyinin “Uçuşa Yasak Bölge” ilanı da tam bir yıl sonra 1992 Ağustosunda söz konusu olmuştur. Güneydeki bu uçuşa yasak bölge yine ABD tarafından tek taraflı olarak 3 Eylül 1996'da 32. paralelden 33. paralele kaydırılmıştır.

C. IRAK’TA YASAKLI SİLAHLARIN DENETİMİ VE AMBARGO


Güvenlik Konseyi'nin 687 (1991) sayılı ateşkes koşullarını düzenleyen kararı aynı zamanda balistik füzeler de dahil kitle imha silahlarının denetimini ve imhasını da öngörmekteydi. Bu imha ve denetim işlevi ise BM Özel Komisyonu (UNSCOM) ve Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) tarafından yürütülecekti. Irak'a uygulanmakta olan ambargonun kaldırılması ise bu sürecin tamamlanmasına bağlanmıştı. Bu doğrultuda UNSCOM ve IAEA, 9 Haziran’da kimyasal silahlara ilişkin, 30 Haziran'da ise nükleer silahlara ilişkin denetim işlevine başlamıştır. Söz konusu denetim işlevi oldukça sorunlu olmuş defalarca kesintiye uğramıştır. 23 Haziran’dan itibaren yani daha işin başında Irak'ın nükleer tesislerini BM gözlemci heyetine açmak istemeyerek ve heyetin istediği belgeleri vermekten kaçınarak bundan sonra sıkça yaşanacak krizlerden ilkini de başlatmıştır17

Bununla beraber daha işin başından itibaren ABD, BM'nin Irak'a yönelik aldığı kararların takibinden kendisini sorumlu görmüş ve bu doğrultuda zaman zaman Irak'a yönelik tehditlerde bulunmuştur. 1991 Eylülünün son haftasında Irak askerlerinin nükleer silahlarla ilgili araştırmaları sürdüren 44 BM görevlisini otomobillerinde gözaltında tutmakta olduğu haberi uluslararası kamuoyunun dikkatini bir anda yeniden Irak'a yöneltmişti. Irak, beş gün aradan sonra Bağdat'ta gözaltında tutulan 44 kişilik BM ekibinin yanlarındaki gizli belgelerle Bağdat'tan ayrılacağını bildirince kriz sona ermişti.

BM Güvenlik Konseyi'nin daimi üyeleri, 11 Ekim'de aldığı 715 (1991) sayılı kararla, Irak'ın sahip olduğu kitlesel imha silahlarını araştıran BM heyetlerinin, yetkilerinin kapsamının genişletilmesini ve Irak'ın bu konuda yaptığı engellemelerin kınanmasını ve gerektiğinde güç kullanılmasını öngörmekteydi18.

BM heyetinin Irak'ta nükleer silahlarla ilgili inceleme yapması sırasında Irak Hükümeti ile 1992 Temmuzunda, BM gözlemcilerinin Tarım Bakanlığı’na girmek istemelerine Irak Hükümetince izin verilmemesinden dolayı yeni bir kriz çıkmıştır. UNSCOM bakanlıkta balistik füzelerin gizlenmekte olduğundan şüphelenmekteydi. Irak yönetimi ise, BM gözlemci heyetinin bakanlığa girmesinin Irak'ın egemenliğine aykırı olduğunu ileri sürüyordu19. Bu olay hemen hemen BM ile Irak arasında Körfez Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan en ciddi sürtüşmeydi. Nitekim, Saddam'ın, Irak'a karşı savaşmamış Avrupalılardan oluşacak BM heyetinin Tarım Bakanlığı'na girmesine izin vermesiyle krize çözüm bulunmuştu.

UNSCOM'un çalışmaları sık sık Irak hükümetinin engellemeleri ile kesintiye uğramıştır. Bu doğrultuda, 1996 Martında 5 tesise giriş izni vermemesi yüzünden UNSCOM ile Irak Hükümeti arasında kısa süreli bir kriz daha çıkmıştır. Kriz uzun sürmemiş olmakla beraber BM Güvenlik Konseyi, 27 Mart 1996 tarihli 1051 (1996) sayılı kararla Irak'ı UNSCOM ile tam işbirliği yapmaya çağırmaktaydı20.

Irak ile UNSCOM arasında esas kriz 1996’nın Haziran ayında patlak verdi. Bağdat yönetimi denetim işlevini sürdüren heyetin inceleme yapmak istediği Bağdat yakınındaki tesislerden üç tanesine Irak hükümetinin hiç izin vermemesi, birine ise kısmen izin vermek istemesi yüzünden çıkan sorun üzerine 53 kişiden oluşan heyet beş gün tesislerin etrafında bekledikten sonra Rolf Ekeus’un talimatı üzerine 17 Haziran’da Bağdat’ı terk etmek zorunda kalmıştır. BM Güvenlik Konseyi, 12 Haziran'da kabul ettiği 1060 sayılı kararla Irak'ın bu eyleminin tüm BM kararlarına aykırı olduğunu belirterek, Irak'ın UNSCOM ile işbirliği yapmasını istemiştir.21 Nitekim, ABD uçaklarının 20 Haziran’da Bağdat’ın 80 km güneyinde bulunan Hakam tesisini bombalamasının ardından BM ile kitlesel imha silahlarını denetleme görevini sürdüren heyetin çalışmalarına yardımcı olmayı kabul eden Irak Hükümeti arasında 28 Haziran’da varılan bir anlaşma ile sorun çözümlenmiş oldu.

BM Güvenlik Konseyi 14 Nisan 1995'te aldığı 986 sayılı kararla Irak'ın yükümlülüklerini yerine getirmesini istemiş ve uygulanan yaptırımların devam etmesini kararlaştırmıştır. Kararı asıl önemli kılan tarafı “gıda karşılığı petrol” programını başlatmasıydı. Karara göre bir anlamda geçici bir çözüm olarak Irak halkının insani gereksinimlerini karşılamak amacıyla 90 günde 1 milyar dolarlık petrol ihraç etmesi; ancak bunun önemli bir kısmının Kerkük-Yumurtalık hattından yapılması ve Türkiye’nin de BM Yaptırımlar Komitesi’nin öngördüğü oranlarda petrol boru hattının kullanılmasının karşılığı olarak petrol almasına izin verilmesi öngörülmekteydi22. BM ile Irak hükümeti arasında imzalanan Anlayış Memorandumu (Memorandum of Understanding: MOU) doğrultusunda 1996 Aralığından itibaren üç ay içinde (yenilenmesine Güvenlik Konseyi karar verecekti) Irak'ın 1 milyar dolar tutarında petrol satması öngörülmüştü23. Nitekim programı uygulayacak heyetin (The Office of the Iraq Programme: OIP) görevine başlaması ancak 1997 Ekiminde mümkün olurken, program çerçevesinde 1996 Aralığından 2003 Martındaki Irak savaşına kadar 43 milyar dolarlık petrol satış kontratı BM yetkililerinin onayından geçmiştir. Bu arada 1997 Mayısında BM Özel Komisyonunun (UNSCOM) başkanlığına Rolf Ekeus yerine Avusturyalı Richard Butler seçilmiştir24.

1997 Haziranında ise UNSCOM'un faaliyetleriyle ilgili olarak BM ile Bağdat Hükümeti arasında tekrar sorun çıkmaya başladı. Irak UNSCOM helikopterlerinin uçuşlarına müdahale etmekte ve yine bazı tesislere giriş izni vermemekteydi. 1997 Eylülünde tekrar başlayan Irak'ın UNSCOM'un faaliyetlerine yönelik engelleme girişimlerinin Ekim ayında artması üzerine Güvenlik Konseyi aldığı yeni bir kararla Irak'ı Özel Komisyonla işbirliği yapmaya çağırırken, önceki kararlara da uymasını istemekteydi. Ancak bu konuda asıl gelişme 27 Ekim 1997'de Irak parlamentosunun Irak'a uygulanan yaptırımların kaldırılmaması halinde BM gözlemci heyetiyle işbirliği yapılmamasını tavsiye eden bir karar almasıyla yaşandı. Arkasından da Irak hükümeti UNSCOM içindeki Amerikalıların ülkeyi terk etmesini istedi. Bu kararlar, Tarık Aziz tarafından 29 Ekimde Güvenlik Konseyi’ne iletildiğinde Konseyin buna tepkisi bunun kabul edilemez olduğu yönündeydi. Esasında Irak, heyetteki Amerikalıların sayıca çokluğunu ileri sürerek diğer ülkelerle orantılı bir sayıya indirilmesini istemekteydi. BM Güvenlik Konseyi’nin 12 Kasım' 1997’de oybirliğiyle aldığı 1137 sayılı kararla Irak'ın sürekli hale gelen engellemeleri kınanarak işbirliği yapmaya çağrılırken, Irak'ın bu tutumunda etkisi olan Irak yöneticilerinin yurt dışına çıkmalarına kısıtlama getirilmesi kararlaştırıldı25.

Bu gelişme üzerine 13 Kasım 1997’de Irak tarafından yapılan açıklamada UNSCOM heyetinin ülkeyi derhal terk etmesi istenmekteydi. Ancak bir taraftan Rusya'nın devreye girmesi diğer taraftan Saddam'ın ABD ile yeni bir çatışmayı göze alamaması üzerine kriz, 20 Kasım'da UNSCOM'un çalışmalarına izin verilmesiyle aşıldı26.

Ancak 1998 Ocağının başında, özellikle sekiz başkanlık sarayına girilmemesini, Amerikan U-2 uçaklarının keşif uçuşlarını durdurmasını ve heyetteki Amerikalıların sayılarının azaltılmasını isteyen Bağdat yönetiminin, Ritter'ı ve ekibini de casuslukla suçlamasıyla dünyanın gözü tekrar bölgeye ve Saddam'a çevrilmişti. Ritter, heyetteki diğer 16 UNSCOM üyesi ile birlikte 16 Ocak 1998'de Bağdat'tan ayrıldı.27 21 ve 22 Şubat 1998'de Genel Sekreter Kofi Annan'ın önce Başbakan Yardımcısı Aziz, arkasından da Saddam'la yaptığı görüşmelerle detayını açıklamamakla beraber Güvenlik Konseyi'nin 15 üyesi için de kabul edilebilir bir anlaşmaya varıldığını açıklamasıyla krizin aşılmış olduğu anlaşıldı.

Bu arada 20 Şubat 1998’de BM Güvenlik Konseyi 1153 sayılı kararla Irak'ın gıda alımı başta olmak üzere diğer harcamaların karşılanması için altı ayda 2 milyar dolar olarak belirlenmiş olan gıda karşılığı petrol satımını 5.2 milyar dolara çıkarılmıştı28.

Denetimleri takip eden Nisan ayında UNSCOM yetkililerince hazırlanan rapor pek iyimser değildi. Raporda Irak'ın işbirliğinden kaçındığı bu nedenle de ciddi bir ilerlemenin sağlanamadığı vurgulanmaktaydı. 23 Temmuz 1998’de UNSCOM Başkanı Richard Butler'ın ve 27 Temmuz 1998’de Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın Güvenlik Konseyi'ne sunduğu raporlarda Irak'ın nükleer, kimyasal ve biyolojik silahların geliştirilmesine ilişkin programlarla ilgili bilgileri ve dokümanları daha sonra kullanmak üzere gizlediği üzerinde durulmuştu29. Ayrıca ilgili raporlarda UNSCOM'un çalışmaları sırasında savaş başlığı parçalarına rastlandığı hatta VX içeren savaş başlıkları takılı füzelerin varlığı iddia edilmişti. Irak'ın 3.9 ton VX ürettiği iddiasına karşılık, UNSCOM yetkilileri Irak'ın 100 ton VX ürettiğini ileri sürmekteydi.

Yeni bir krizin patlak vermesi uzun sürmedi. Irak hükümeti 5 Ağustos 1998'de BM Genel Sekreteri Kofi Annan'a ve Güvenlik Konseyi'ne gönderdiği mektupta UNSCOM'un görevi yeniden tanımlanıncaya kadar heyetle işbirliği yapmaktan vazgeçtiğini bildirmekteydi. BM Güvenlik Konseyi'nin buna tepkisi Irak'ın bu kararının kesinlikle kabullenilemez olduğu biçimindeydi. Richard Butler'ın Irak'ın öldürücü gaz ürettiği ve bunu savaş başlıklarına yerleştirdiği yönündeki iddialarını reddeden Başbakan Yardımcısı Tarık Aziz, yedi yıldır süren denetimin yeterli olduğunu belirterek 6 Ağustos itibariyle UNSCOM'la işbirliğini durdurduklarını ifade etmiştir. Tarık Aziz yaptığı açıklamada ancak heyetteki Amerikan etkisinin azaltılması şartıyla işbirliğine devam edebileceklerini de belirtmekteydi30. Sonuçta bu konuda hiç bir ilerleme sağlanamaması üzerine BM Güvenlik Konseyi oybirliği ile aldığı S/RES/1194 (1998) sayılı kararla Irak'ın mevcut eylemlerinden dolayı kınanmasını, Irak'taki silah denetimi faaliyetinin askıya alınmasını ve Irak'ın UNSCOM ve IAEA ile işbirliği yapıncaya kadar, bu ülke ile hiçbir konunun görüşülmemesini kararlaştırdı31.

Bağdat yönetimi, 31 Ekim'de bundan böyle UNSCOM'la işbirliği yapmayacağını açıklıyordu32. BM Güvenlik Konseyi 5 Kasım 1998'de oybirliği ile aldığı 1205 sayılı kararda Irak yönetimini kınayarak 5 Ağustos ve 31 Ekim tarihli kararlarından vazgeçmeye çağırmıştı33. Irak yönetiminin Tarık Aziz aracılığıyla 14 Kasımda Güvenlik Konseyi'ne yazdığı mektupta UNSCOM'un faaliyetlerine izin verileceği ve işbirliğinin sürdürüleceğinin belirtilmesi ve ABD başkanı Clinton'un bu açıklamayı şu an için yeterli bulduklarını ifade etmesi üzerine BM heyeti 16 Kasımda tekrar Bağdat'a dönerek çalışmalarına başlamıştı.

Ancak 20 Kasımda UNSCOM Başkanı Butler'ın istediği belgeleri vermekten kaçınan Bağdat yönetimi, Butler'ı ellerinde olmayan belgeleri isteyerek kriz çıkartmaya çalışmakla suçlamaktaydı34. Butler, 15 Aralık’ta Güvenlik Konseyi'ne sunduğu raporda Irak yönetimini istediği belgeleri vermemekle suçlamakta ve UNSCOM'un bazı yerlere girmesine izin vermediğini belirtirken, IAEA'nın sunduğu raporda Irak'ın işbirliğinin yeterli düzeyde olduğu ifade edilmekteydi35.

Amerikan müdahalesinin yapılacağının iyice belli olması üzerine gıda yardım koordinasyonuyla görevli heyet Irak'ı terk ederken, Irak'a gıda satışının da durdurulduğu açıklanmaktaydı. Nitekim Amerikan ve İngiliz uçaklarının 16 Aralıktan itibaren "Çöl Tilkisi Operasyonu" (Operation Desert Fox) çerçevesinde Irak'ı bombalamasıyla film kopmuştu. Bunun üzerine 19 Aralık'ta Bağdat'tan yapılan açıklamada artık bundan sonra Irak yönetiminin UNSCOM'un Irak'a dönmesine izin vermeyeceği belirtiliyordu. Kısa bir süre içinde bakanlık binaları ve başkanlık saraylarının tahrip edildiği ve Saddam'ın yaklaşık dokuz füze tesisinin en az bir yıl süreyle kullanılamaz hale getirildiği bildirilmişti. Rusya, saldırıların uluslararası hukuka aykırı ve anlamsız olduğunu açıklayarak tepkisini Londra ve Washington büyükelçilerini geri çağırarak göstermişti. Saldırıyı kınayan Çin'in yanı sıra Fransa aynı zamanda güney Irak'taki uçuşa yasak bölgede görev yapmakta olan uçaklarını çekerek (daha önce kuzeydeki uçuşa yasak bölgedeki Fransız uçakları geri çekilmişti) tepkisini ortaya koymuştur36.

ABD'nin Irak'a yönelik 16-19 Aralık 1998 tarihleri arasında söz konusu olan "Çöl Tilkisi Operasyonu"yla Irak’taki kitlesel imha silahlarını denetimi de sona ermiştir. Çöl Tilkisi Operasyonu sadece UNSCOM’un faaliyetlerini sona erdirmekle kalmamış "uçuşa yasak bölge"lerin (no fly zone) yasallığı ve meşruiyeti de tartışmaya açılmıştır. Çünkü bunlar BM'nin herhangi bir kararına dayanmayan, ABD tarafından tek taraflı olarak belirlenen sınırlardı. Washington'daki Strateji ve Uluslararası Çalışmalar Enstitüsü'nde görevli bir uzman olan Anthony Cordesman, Irak'ın silah yapmak için artık bol bol zamanının olacağını ifade etmekteydi. Scott Ritter ise bombalamanın hiç bir şeyi durduramayacağını ve Irak'ın biyolojik ve kimyasal silah programının süreceğine işaret etmekteydi.

Bu gelişmelere rağmen Irak'a ambargo devam etmekte ve Irak'ta Yaptırımlar Komitesinin denetiminde Irak'ın petrol satmasına ve bunun bir kısmıyla gıda ve diğer zorunlu alımları gerçekleştirmesi sağlanmaktaydı. ABD yönetimi Kuzeyden ve Güneyden keşif harekatları çerçevesinde uçuşa yasak bölgelere (36. Paralelin kuzeyi ve 33. Paralelin güneyi) Irak uçaklarının girmesine engel olurken, Irak yönetimi de bu bölgelere yapılan uçuşlara müdahale ederek uçuşa yasak bölgeleri tanımadığını ortaya koymaya çalışmıştır.

Diğer taraftan Güvenlik Konseyi 17 Aralık 1999’da 1284 sayılı kararla, UNSCOM ya da diğer adıyla Özel Komisyon’un yerine Irak’ta denetim işlevini yerine getirmek amacıyla UNMOVIC’i (United Nations Monitoring, Verification and Inspection Commission) oluşturduğunu ve bundan böyle Irak’ta denetim işlevini IAEA ve UNMOVIC’in yapacağını açıklamaktaydı37.

D. AMBARGONUN IRAK ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ


2003 yılı başına kadar Irak’taki ambargonun ve gıda yardım programının denetimini sağlamaktan sorumlu 151 uzmanın çalıştığı Irak Program Bürosu’na bağlı; onunla işbirliği halinde olan ve Güvenlik Konseyi’nin 986 sayılı kararı ile oluşturulan Irak’a İnsani (Yardım) Koordinasyonu Bürosu’nun (UNOHCI) denetimi sürmekteydi. Ancak tüm bu kuruluşlar Güvenlik Konseyi tarafından 661 sayılı kararla oluşturulan Yaptırımlar Komitesi’ne bağlı bulunmaktaydı38. Ayrıca gıda programıyla ilgili olarak Dünya Gıda Programı (WFP), Dünya Sağlık Teşkilatı (WHO), UNICEF, FAO, BM Kalkınma Programı (UNDP), UNESCO da zaman zaman incelemelerde bulunarak raporlar hazırlamaktaydı.

Bununla beraber, dünya kamuoyu, Irak’a uygulanan ambargonun teorik ve hukuksal anlamda bir ambargodan bekleneni yerine getirmediği; tam tersine masum insanları cezalandırmaya yönelik insani bir suçun uluslararası bir örgüt tarafından işlendiğini düşünmekteydi. Bu tür olgular, BM İnsan Hakları Alt Komitesi’nin raporlarında da dile getirilmiş ve çok sayıda insanın ölümüyle sonuçlanan bu uygulamanın bir insanlık felaketine dönüşmekte olduğuna dikkat çekilmişti. Ambargo uygulamalarının hükümetten ziyade halka yönelik bir uygulama olmaktan çıkarılmasının yollarının araştırılması gerektiği üzerinde duranlar, ambargonun belli bir zaman sınırlaması içermesi, sivil halka yönelik olmaktan çıkarılması örneğin hükümetin ve üst düzey elitlerin dışarıdaki varlıklarının dondurulması ve lüks tüketim mallarının yasaklanması gibi alternatif yöntemlerin geliştirilmesini teklif etmekteydi39. Bunlar daha sonra Başkan G. W. Bush’un göreve geldiği ilk günlerde akıllı yaptırımlar adıyla kamuoyunda bir süre tartışılmıştır. Bunların dışında Foreign Affairs dergisinin Mayıs/Haziran 1999 sayısında, Amerikan siyaset bilimcilerinden John Mueller ve Karl Mueller makalelerinde ambargoyla gerçekleşen kitlesel imhayı, nükleer, biyolojik ve kimyasal silahların oldukça düşük olan kullanım olasılığı da düşünülecek olursa devam eden uygulamadan daha tehlikeli olduğuna dikkat çekmişlerdir. UNICEF’in raporunda da ambargo uygulamalarının başlamasından itibaren çocuk ölüm oranlarında iki misli bir artış olduğu ifade edilmiştir.40

İngiliz Hükümeti’nin Amerikan politikasına verdiği desteğin eleştirildiği bir makalede 1997-1999 arası dönemde çoğunluğunu çocukların oluşturduğu 720.000 kişinin öldüğünün tespit edildiği belirtilmiştir41. BM Yardım Koordinatörü Başkanı Von Sponeck 2000 Şubatında görevinden istifa ederken daha önceki Başkan Dennis Halliday’in ileri sürdüğü gerekçelerden hareket etmiş ve Irak’a uygulanan yaptırımların sadece halka zarar verirken ve onları açlığa ve sefalete sürüklerken Irak Hükümeti üzerinde herhangi bir etkisinin olmadığı için amacına ulaşmadığını ifade etmiştir. Ayrıca 1998 Kasımında UNSCOM’un görevinin sona ermesinden itibaren ABD ve İngiltere’nin Irak’ın nükleer ve kimyasal tesislerini bombalamak amacıyla gerçekleştirilen hava harekatında 20.000’den fazla sorti yapılmış ve 200’den fazla insan hayatını kaybetmişti42.

Uluslararası kamuoyu önünde Irak’a uygulanan ambargonun hukuksal meşruiyeti tartışılsa bile, ahlaki meşruiyetinin artık kalmamış olması aslında 2001 öncesi itibariyle Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri arasındaki görüş ayrılığını da derinleştirmeye başlamıştı. ABD ve İngiltere Saddam’ın bir tehdit olmaya devam ettiğini ileri sürerek yaptırımlara devam edilmesini savunmaktaydı. Oysa Çin, Rusya ve Fransa yaptırımların Irak’ta yol açtığı etkilerin politik bir sonuç alınmaya uygun olmadığı gibi, bir taraftan bombalarken diğer taraftan Saddam’a işbirliği teklifinin anlamsızlığına dikkat çekerek hem ambargoyu hem de hiçbir BM kararına dayanmayan uçuşa yasak bölgeler uygulamalarını eleştirmekteydi43. 2001 yılına gelindiğinde Irak'ın yeni bir gözlemci heyetini kabul etme olasılığı hemen hiç yokken, Irak'a seyahat ambargosu fiilen kalkmış durumdaydı ve Rusya, Fransa, Türkiye ve Arap ülkelerine ait uçaklar Irak'a yolcu taşımaya ve bu çerçevede çok sayıda bilim adamı, iş adamı, sanatçı ve sporcu on yıl aradan sonra Irak'a seyahat etmeye başlamışlardı.

II. IRAK’IN İŞGALİ VE AMERİKAN POLİTİKASI


11 Eylül sonrasında Bush’un adıyla yeni Amerikan dış politikasının temel felsefesini oluşturan Bush Doktrini açıkça dünyayı tekrar Soğuk Savaş yıllarında olduğu gibi ikili bir ayırıma tabi tutmaktaydı. Bush, 26 Eylül’de Kongre’deki mesajında tüm ülkelere bir seçim yapması gerektiğini “ya bizimle berabersiniz ya da bizim karşımızda teröristlerle” ifadeleriyle net bir şekilde ortaya koymaktaydı. Yeni Amerikan politikasında artık “Sovyet tehdidi” retoriğinin yerini “terör tehdidi” retoriği almıştı. Bush’un şer ekseni olarak nitelediği ve teröre destek vermekle suçladığı devletler arasında Irak da yer alıyordu. Bush Doktrini’ne 2002 Ocağından itibaren ama özellikle 2002 Eylülünde kamuoyuna açıklanan Ulusal Savunma Stratejisi ile somut bir içerik kazandırılmıştı. “Önleyici savaş” veya “önceden saldırı” stratejisi adı verilen politika çerçevesinde ABD yönetimi artık çok taraflı işbirliği yerine tek taraflı inisiyatif kullanarak Amerikan çıkarlarını ve güvenliğini savunmaya dönük bir strateji izleyeceğini ortaya koymuş oldu. Bu stratejinin özü tehdidin niteliğinin ne olduğuna Amerikan yönetiminin karar verecek olması ve bu konuda kullanılacak araçların belirlenmesi konusunda da inisiyatifin ABD’de olmasıydı. Amerikan yönetimi tehdit ve kitle imha silahları kavramlarını yan yana kullanarak hem teröristlerle bağlantılı hem de kitle imha silahlarına sahip olmaya çalışan ülkeleri tehdit olarak görmekte ve bunlara karşı gerekirse tek başına harekete geçme hakkına sahip olduğunu ileri sürmekteydi.

Bu arada ABD tarafından ileri sürülen, “Irak’ın BM kararlarına uymadığı, kitle imha silahlarına sahip olduğu ve geliştirdiği, bölge ve dünya güvenliği için ciddi bir tehdit haline geldiği, Irak’ın demokratikleştirilmesinin zorunlu hale geldiği ve Irak yönetiminin El-Kaide ile bağlantısının olduğu” iddiaları gerek bölge ülkeleri gerekse dünya kamuoyu tarafından inandırıcı bulunmuyor; Irak’a karşı güç kullanılması yerine barışçı yöntemlerin sonuna kadar zorlanması ve soruna uluslararası işbirliği çerçevesinde BM platformunda çözüm aranması gerektiği savunulmaktaydı. Bunların dışında Irak petrolünün doğrudan kontrolü, sadece petrolü satmanın kârını ve petrol alanlarındaki servis hizmetlerinin Amerika’nın ellerine geçmesinden doğacak gelirleri değil, aynı zamanda ABD hükümetinin istediği bir zamanda piyasaya süreceği petrol miktarını belirleyerek petrol fiyatını kontrol etmesini ve ABD dolarının diğer ülkeler tarafından petrol alışverişinde kullanılacak para birimi olmasının sürdürülmesini de sağlayacaktı. Çünkü Irak, 2000 yılından bu yana, ABD finansal egemenliğine zarar vermek için, dünya ticaretinde doların hegemonyasını yıkmaya çalışarak petrolünü “Euro” üzerinden satıyordu. Bu rakipsiz enerji kaynağı azalmaya başladıkça, ABD neredeyse tek taraflı olarak, hangi ülkenin gelişip hangilerinin gelişmeyeceğine karar verme pozisyonunda olacaktı. Amerikan askeri ve siyasi gücünün bölge ve uluslararası alanda hegemon duruma geçişinin sağlanması; Ortadoğu’nun kalbindeki önde gelen bir Arap ülkesinin sonu belirsiz bir süre için, dost hükümetlerin ve pazar ekonomisinin bölgedeki varlığına destek vermek amacıyla doğrudan, olmazsa sömürgesel bir kontrol altına alınması; askeri bütçenin genişletilmesi için bir neden yaratılması ve bu sayede petrol endüstrisini de içine alacak şekilde silah endüstrisinin kârlarının artırılması ise diğer amaçlardı.

Bush 2002 Ocağında söz konusu olan ve Kongre’de her yıl yapılan birlik (state of union) konuşmasında da kitle imha silahına sahip bazı ülkeleri şer ekseni olarak nitelerken bunların İran, Irak, Suriye ve Kuzey Kore olduklarını belirtmekte ve artık Amerikan yönetiminin terör örgütlerinden ziyade bunlarla bağlantıları olan hükümetleri hedef alacağını ilan etmekteydi. Amerika 11 Eylül saldırılarından sonra dünya ülkelerini tehlikeli ve dost ülkeler olmak üzere iki kategoride değerlendirmeye başlamış ve bu doğrultuda 2002 Eylülü’nde ilan ettiği Yeni Güvenlik Stratejisi’yle, Amerika’nın kendisini tehdit altında hissettiği her durumda saldırıya geçme hakkı olduğunu savunmaktaydı. Oysa bir devletin tek başına bu türden bir karar vermesi uluslararası hukuka aykırıydı. Bir devletin saldırı hazırlığı içinde olduğu iddiası, yakın tehlike kavramının kapsamı dışında kalmaktaydı. Bu durumda yapılabilecek tek şey, BM Güvenlik Konseyi’nin dünya barışını korumak için bir önlem almasını talep etmek olabilirdi. Dolayısıyla böyle bir tehlike olasılığı karşısında bir ülkenin tek başına ve BM Güvenlik Konseyi kararı ve yetkilendirmesi olmaksızın silahlı saldırıya geçmesi, BM’nin mevcut düzeni içinde açıkça uluslararası hukuka aykırı bir eylem olduğu ortadaydı. ABD’nin iddia ettiğinin aksine bu müdahaleyi meşru gösterecek hiçbir BM kararı ya da uluslararası hukuk kuralı bulunmamaktaydı.

A. IRAK’IN İŞGALİ ÖNCESİ GELİŞMELER


Güvenlik Konseyi’nin 8 Kasım 2002’de aldığı 1441 sayılı karar, Irak’ı koşulsuz işbirliği yapmasını ve bu işbirliğinin bir takvime bağlanmasını öngörmekteydi. Belirlenen takvim çerçevesinde (30 gün içinde) Irak yönetimi 7 Aralık’ta elindeki kitle imha silahlarının bir dökümünü BM’ye sunmuşsa da söz konusu bu liste Amerikan yönetimi tarafından tatmin edici bulunmamıştır. 27 Ocak 2003‘te ise Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı Başkanı (IAEA) Muhammed el-Baradai ile silah denetçilerinin (UNMOVIC) Şefi Hans Blix 60 günlük incelemenin ardından ilk raporlarını BM’ye sunmuşlardı. Hans Blix, Bağdat yönetiminin ilkesel bazda işbirliğine evet dediğini fakat işbirliğini pratiğe geçirmede yeterli çabayı göstermekten kaçındığını ifade etmekteydi. Aynı şekilde Baradai de yapılan araştırmalarda şu ana kadar Irak’ın kitle imha silahlarına sahip olduğu konusunda kesin bilgilere ulaşılamamış olmakla beraber halen cevaplanması gereken çok sayıda soru bulunduğunu, Irak tarafından sunulan belgelerin daha ziyade 1991 öncesi silah programlarını yansıttığını, özellikle 1998 sonrası duruma ilişkin gelişmeleri aydınlatıcı bilgiler bulunmadığını ifade etmekteydi44.

ABD ve İngiltere’nin dışında başta Fransa, Almanya, Rusya ve Çin olmak üzere diğer Güvenlik Konseyi üyeleri bu aşamada güç kullanılmasından kaçınılmasının önemini vurgularken, denetim için zaman tanınması gerektiği üzerinde durmuşlardı. Bu arada 24 Ocak Cuma günü Bush ve Blair Camp David’de bir araya gelerek strateji belirlemeye çalışmışlardı. ABD Dışişleri Bakanı Powell’ın Güvenlik Konseyi üyeleri başta olmak üzere dünya kamuoyunu etkilemek için 6 Şubat’ta BM’de sunduğu kanıtlar tam bir fiyaskoyla sonuçlandı45. Bu arada Güvenlik Konseyi üyeleri arasındaki bölünme de netleşmeye başlamıştı. Daimi üyelerden Fransa, Rusya ve Çin’in yanı sıra geçici üyelerden Almanya ve Suriye kesinlikle karşı olduğunu açıklarken Meksika ve Kanada da her fırsatta güç kullanılmasına karşı olduklarını açıklamaktaydılar. Diğer taraftan Güvenlik Konseyi’nin geçici üyelerinden olan Pakistan, Angola, Kamerun, Gine ve Şili kararsızlar arasında yer alırken Bulgaristan, ABD ve İngiltere ile birlikte hareket etmeyi tercih etmişti. Bununla beraber, Avrupa ülkelerinden başta İspanya olmak üzere İtalya, Danimarka, Portekiz’in yanı sıra eski Doğu Bloğu üyelerinden Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Arnavutluk, Hırvatistan, Estonya, Letonya, Litvanya, Makedonya, Romanya, Slovakya ve Slovenya da tercihini ABD ve İngiltere için kullanmıştı. Bununla beraber, Avrupa ülkelerinden Fransa, Almanya ve Belçika’nın yanısıra İsrail hariç tüm Orta Doğu ve İslam ülkelerinin karşı çıktığı Amerika’nın tek taraflı güç kullanma isteğine Türkiye ve Endonezya da açıkça karşı çıkan ülkeler arasında yer almaktaydı. 114 ülkenin katıldığı ve Malezya’nın başkenti Kuala Lumpur’da yapılan Bağlantısızlar zirve toplantısında da Irak’ın 1441 sayılı karar uyması istenirken ABD’nin tek taraflı güç kullanmasına karşı ortak tavır belirlendi. Bütün bunlara rağmen ABD’nin bölgeye sevk ettiği asker sayısı hızla artmakta ve tarih 14 Şubatı gösterirken sayının 150.000’i geçtiği belirtilmekteydi.

Bu arada bir başka kriz de NATO bünyesinde yaşandı. Önce ABD arkasından da Türkiye tarafından yapılan ve 4. madde kapsamında tehdit değerlendirmesi ve bu bağlamda bazı önlemlerin alınması doğrultusundaki başvuru çerçevesinde Türkiye’ye AWACS ve Patriot yerleştirilmesi teklifini Fransa, Almanya ve Belçika’nın bloke etmesi ittifak tarihinde ilk ciddi kriz olarak nitelendi. Önce Washington tarafından Ocak ayının ortasında, NATO'ya yapılan başvuruda, olası savaş halinde İttifak'tan beklentiler bir paket halinde sunulmuş ve bu paketin onaylanması istenmişti. Söz konusu pakette, ABD'nin lojistik destek talepleri ile birlikte, Irak'ın komşusu olan tek NATO üyesi müttefik Türkiye'nin savunmasına ilişkin öneriler de bulunuyordu. Türkiye'nin savunma alanında takviye edilmesi için gerekli planların, NATO'nun askeri kanadında hazırlanması için ''siyasi karar'' isteniyordu. Söz konusu takviye çerçevesinde, Türkiye'ye AWACS uçakları, Patriot füzeleri ve kitle imha silahlarına karşı korunma yetenekleri aktarılması da gündemde bulunuyordu. Ancak Amerikan teklifi NATO Genel Sekreteri Robertson’un tanıdığı sessizlik süreci sona ermeden üyelerinden Fransa, Almanya ve Belçika’nın vetosunu açıklamasıyla reddedilmiş oldu. Bunun üzerine aynı gün 10 Şubat’ta Türkiye "tehdit altındayım" diyerek resmen NATO tüzüğünün "danışma" talep eden 4. maddesinin işletilmesi için başvuruda bulundu. Böylece Türkiye'nin NATO üyelerini "bilgilendirme" süreci de başlamış oldu. Aynı şekilde ilgili üç ülkenin itirazı dolayısıyla karar alınması ancak bir hafta gecikmeyle söz konusu olmuş olsa da artık herkes NATO parçalanıyor mu sorusunu sormaktaydı. Bu kriz aslında etkileri uzun yıllar devam edecek olan ve artık ittifakın eski ittifak olmadığını ortaya koyan önemli bir gelişmeydi.

Aslında dünya kamuoyunda Amerikan karşıtı duyguları ateşleyen asıl gelişme 1441 sayılı karar doğrultusunda UNMOVIC ve IAEA’nın ortaklaşa yürüttüğü çalışmalar sonunda Blix ve Baradai tarafından 14 Şubat’ta sunulan ikinci rapor oldu. Irak’ın işbirliği konusunda daha istekli olduğunu belirten Blix, 60 ülkeden 225 görevliden oluşan denetim heyetiyle (bunların 100’ü UNMOVIC, 15’i IAEA gözlemcisi, 50’si hava mürettebatı, 60’ı yardımcı görevli) 300’den fazla tesiste önceden haber verilmeden 400’den fazla denetim gerçekleştirildiğini anlattı. Blix, henüz kitle imha silahlarıyla ilgili bir bulguya, dolayısıyla ABD’nin olası Irak işgalini haklı kılacak bir kanıta ulaşılamadığını ifade ederken Powell’ın sunduğu bilgilerin güvenirliliğine yönelik de kuşkularını ortaya koymaktaydı. El Baradai de Irak’ta yasaklanmış nükleer faaliyetler olduğu yönünde hiçbir kanıt bulunamadığını bununla beraber halen bazı konuların araştırıldığını, Irak’taki denetimlerin genişletilmesi ve daha fazla denetçi gönderilmesi gerektiğini ifade etmekteydi46. Bu gelişmenin ardından 15 Şubat’ta sanki dünya halkı ayaklanmıştı; dünyanın her yerinde milyonlarca insan yapılan gösterilerle olası savaşa ve Amerika’ya karşı tepkilerini ortaya koymaya çalıştılar.

ABD açısından asıl olumsuz gelişme Şubat başından itibaren görüşmeleri ve pazarlığı süren Türkiye üzerinden Irak’a yönelik ikinci cephenin açılmasına ve bu çerçevede Türkiye’de ABD’nin 62.000 asker, 255 savaş uçağı ve 65 helikopter konuşlandırmasına ve Kuzey Irak’a geçirmesine izin verecek tezkerenin Mecliste gerekli çoğunluğu sağlayamamasıydı.47 Türkiye’nin Kuzey Irak’a sevk edeceği asker sayısı ve bunların nerelerde konuşlanacağı gibi konularda ABD yönetimi ile tam bir uzlaşma sağlanamaması tezkerenin geçmemesinde etkili olmuştu. Çünkü bu konularda siyasi ve askeri çevreleri tam anlamıyla tatmin edecek bir sonuca ulaşılamamıştı.

Şubat başında Meclisten geçen ilk tezkereyle İskenderun ve Mersin limanı ile İncirlik, Diyarbakır, Afyon, Çorlu, Sabiha Gökçen ve Batman'daki havaalanları modernize edilecek ayrıca gerekli görüldüğünde diğer üs ve limanlar da modernizasyon kapsamına alınacaktı. Bu çerçevede Türkiye’ye yaklaşık 5000 Amerikan personelinin yanı sıra çok sayıda askeri teçhizat gelmiş ve gelmeye de devam etmekteydi. Fakat 1 Mart’ta ikinci tezkerenin Meclisten geçmemesi üzerine Amerikan askeri personeli Türkiye’den ayrılmak zorunda kalmıştır. Türkiye ise, bir taraftan ABD ile tezkereye ilişkin görüşmeleri yürütürken diğer taraftan sorunun barışçıl yollardan çözülmesi için girişimlerini sürdürmekteydi. Bu çerçevede Başbakan Abdullah Gül’ün Ocak başında Orta Doğu ülkelerinden Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün, Suriye ve İran’a yaptığı gezilerin ardından 23 Ocak’ta söz konusu ülkelerin dışişleri bakanlarının İstanbul toplantısında yayınlanan ortak bildiride Irak, BM kararlarına uymaya ve bir an önce silahsızlanmaya davet edilirken sorunun barışçıl yollardan çözülmesi yönündeki ortak düşünceler açıklanmıştı.

B. IRAK’IN İŞGALİ VE SONRASI


ABD ve İngiltere tarafından düzenlenen ve adına “Irak’a Özgürlük Operasyonu” kod adıyla bilinen Amerikan-İngiliz işgal operasyonu 20 Mart sabahı başlamıştı. ABD’nin Irak’a saldırısına karşı çıkan BM Güvenlik Konseyi üyelerinden Fransa, Almanya, Rusya ve Çin, değişik ifadelerle de olsa tepkilerini dile getirdiler. Fransa Cumhurbaşkanı Chirac, Irak savaşının gelecek için ciddi sonuçlar doğuracağını söylemiş ve insani bir felaket yaşanmadan sona ermesini dilemiş, ABD yönetimini uluslararası hukuku ihlal etmekle suçlayan Çin ise, ABD’nin Irak’a karşı başlattığı saldırının derhal durdurulmasını istemişti. Almanya hükümetinin açıklamasında, “Irak’a karşı savaşın başladığı haberi federal hükümette derin endişe ve dehşet uyandırmıştır.” denilmekteydi. Rusya Devlet Başkanı Putin de ABD’nin Irak operasyonunun büyük bir siyasi hata olduğunu ve ‘derhal durması gerektiğini söylemekle yetinmişti. Belçika Başbakanı Guy Verhofstadt da ABD’nin Irak’a saldırısını kınayan ve uluslararası hukuka aykırı bulanlar arasındaydı. Brüksel’de basın toplantısı yapan Belçika Başbakanı, saldırıyı, “uluslararası hukuk düzeninden ayrılmak” olarak nitelenmekteydi. Bu arada BM’nin Irak ile ilgili Silah Denetim Komisyonu’nun İsveçli Başkanı Hans Blix de 27 Mart’ta Avusturya dergisi “News”e, BM’nin New York’daki merkezinde verdiği demeçte, ABD’nin, Irak’taki çalışmalarından hiçbir zaman hoşnut olmadığını, çalışmaya henüz 3,5 aydır başlamış olduklarını ve yeterli süreyi kullanmadıklarını, ayrıca Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’in kitle imha silahlarına başvurma ihtimalinin söz konusu olmadığını söyleyerek bu şartlarda yapılmış olan saldırıyı eleştirmekte ve ABD’nin “BM hukukunu tanımaz siyasetinden” dolayı hayal kırıklığına uğradığını belirtmekteydi

BM kararı olmaksızın yapılacak bir müdahalenin uluslar arası hukuka aykırı olacağını düşünen Türkiye, her ne kadar asker gönderme ya da ikinci cephenin açılması konularında işbirliği yapmamış olsa da ABD ile ilişkilerini bütünüyle tehlikeye atmamak adına saldırının başlamasıyla beraber bu ülkeden gelen talep doğrultusunda bazı hava koridorlarını tahsis etmiş ve özellikle insani yardım ve kurtarma operasyonlarında destek olma konusunda işbirliği sözü vermiştir. Buna karşılık, Amerikan yönetimi bir taraftan Türkiye’den insani gereksinimler için yardım etmesi ve füze ve askeri uçaklar için hava koridorunu açmasını isterken, diğer taraftan Kuzey Irak’a girmemesi konusunda uyarmaktaydı.

Nihayet 9 Nisandan itibaren Amerikan askerlerinin Bağdat’ın merkezindeki Firdevs Meydanı’na girmesi ve 10 Nisan’da meydan’daki dev Saddam Hüseyin heykelinin yıkılması ile 12 yıldır oynanan oyun sona ermişti. 1 Mayıs’ta ise savaşın bittiği Bush tarafından açıklanmaktaydı.

Bu arada Bush’un Kongre’den, Irak’ta devam eden savaş için talep ettiği 79 milyar dolarlık ek savaş bütçe tasarısı Kongre’de 13 Nisan’da kabul edilmişti. Bütçe kalemleri arasında, Ekonomik Destek Fonu çerçevesinde Türkiye’ye de, Başkan Bush’un önerdiği şekilde, bir milyar dolar hibe (8,5 milyar dolar krediye çevrilebilir) verilmesi yer alıyordu.İlk önerildiği sırada herhangi bir şarta bağlanmayacağı ifade edilen Türkiye’ye verilecek 1 milyar dolar hibe ya da 8,5 milyar dolar krediye çevrilebilecek olan yardım Kongre’nin onayladığı son metinde, Türk hükümetinin “Irak’a Özgürlük Operasyonu”nda işbirliğini ve insani yardıma desteğini sürdürmesi ve tek yanlı olarak Kuzey Irak’a asker yerleştirmemesi koşullarına bağlanmıştı. Diğer taraftan ABD yönetiminin, Irak’ta işlerin gittikçe kötüleşmesinden dolayı ortaya çıkan yeni ihtiyaçları karşılamak için Eylül başında hazırlanan 87 milyar dolar dolayındaki ek paket de Ekim ortasında Kongre’de kabul edilmişti.

Mayıs başında gündeme damgasını vuran gelişmeler Tarık Aziz’in teslim olması, ABD’nin Suudi Arabistan’daki askerlerini bu ülkeden çekmeyi kararlaştırması ve Irak’taki geçici yönetimin başına getirmeyi düşündüğü emekli General Jay Garner ve ekibinin görevine son vermesi olmuştu. ABD’nin Suudi Arabistan’da özellikle 1991’den sonra kurulmuş olan Birleşik Hava Operasyonları Merkezinin Katar’a taşınacağı açıklanmaktaydı. Garner’ın yerine ise ABD, eski bir diplomat olan Paul Bremer’i atamaktaydı.

BM Güvenlik Konseyi, ABD ve İngiltere’nin, Irak’a yönelik 13 yıllık ambargonun kaldırılmasını öngören 1483 sayılı kararı 22 Mayısta kabul etti.

986 sayılı BM kararıyla oluşturulan gıda karşılığı yardım programına ve 661 sayılı kararla oluşturulan Yaptırımlar Komitesi’nin faaliyetlerine de son veriliyordu. Karar’da Irak’ın petrol gelirlerinin, ağırlıklı olarak ABD ve İngiltere tarafından kontrol edilmesi öngörülüyordu. Dolayısıyla karar tasarısı Irak’ın petrol gelirlerinin ülkenin yeniden imarı için kullanılacak olmasını öngörmekle beraber petrol gelirinin nasıl kullanılacağına geçici yönetimle danışmalarda bulunacak olan ABD ve İngiltere’den oluşan Geçici Koalisyon Otoritesi karar verecekti. Birleşmiş Milletler’e ise insani yardımların koordine edilmesi konusunda yetki veriliyor ve Irak’ta siyasi otoritenin oluşturulması konusunda BM Genel Sekreteri’nin bir Özel Temsilci atamasına olanak tanınıyordu. Ancak Kararda, Birleşmiş Milletler silah denetçilerinin yakın gelecekte Irak’a dönmeleri öngörülmemiş olsa da özellikle Irak’ın borçlarının yeniden yapılandırılması gibi hassas konularda Güvenlik Konseyi üyeleri arasında bir uzlaşmaya varılmıştı. BM Güvenlik Konseyi’nin Rusya, Fransa ve Almanya’yı da içeren 14 üyesi tasarıya geçit verirken, Suriye oylamayı boykot etmişti. Güvenlik Konseyi, böylece Körfez savaşından bu yana Irak’a uygulanan yaptırımları (ve ambargoyu), silah ambargosu dışında kaldırmış oldu. Tasarı Irak’ta siyasi otoritenin oluşturulması konusunda Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin bir Özel Temsilci atamasına olanak tanımakla beraber BM temsilcisinin rolü, kesin hatlarıyla kararda belirtilmiyordu. Özel Temsilci olarak, BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri Sergio Vieira de Mello’nun atanacağı bildirilmişti.

Diğer taraftan, Kerkük’te oluşturulan 30 kişilik Kent Konseyi’nce Vali yardımcılarının belirlenmesinin ardından, 28 Mayıs’ta Kerkük Valiliği için yapılan ve sadece Türkmen ve Kürt adayların katıldığı seçimde, Kent Konseyi tarafından Kürt aday Abdurrahman Mustafa, 20 oyla Vali seçilmişti. ABD’li General Reymond Odierno başkanlığında yapılan seçimde, Türkmen aday Mustafa Kemal Yaycılı ise 10 oy almıştı. Bu arada Vali vekilliğine Arap asıllı İsmail Ahmet Hadidi getirilirken, Kerkük Kent Konseyi başkanlığına Türkmen Tahsin Mehmet Kahya getirilmişti.

Savaş sonrası dönemde Türk-Amerikan ilişkileri için en talihsiz gelişme 4 Temmuz’da Süleymaniye’deki Türk irtibat timine mensup özel kuvvet subaylarından 11’inin Amerikalılarca tutuklanması olmuştur. Bu olay iki ülke ilişkilerindeki güven ortamına ve stratejik ortaklığa çok ciddi bir darbe indirmişti. Aslında bundan sonra her iki taraf da ilişkinin eskisi gibi olmayacağını gayet iyi bilmekteydi. Gerçekten bu olayla birlikte, taraflar kabul etmek istemese de, Türk-Amerikan ilişkilerinde bir yol ayırımına girildiği anlaşılmıştı. Nitekim, önce Türkiye’den asker talebinde bulunan Amerikan yönetiminin PKK/KADEK konusunda net bir tavır ortaya koyamamasının da etkisiyle, taraflar arasındaki müzakerelerden tatmin edici bir sonuç alınamaması, hatta ABD’nin Irak’taki grupların muhalefetini önemsiyor bir tavır ortaya koyması Türk hükümetinin Meclisten 7 Ekim’de aldığı Irak’a asker göndermeye ilişkin izin tezkeresini 7 Kasım’da kullanmamama kararı almasına yol açmıştır Bu arada tarafların Irak politikasında olduğu gibi Suriye ve İran politikalarında da farklı noktalarda oldukları anlaşılmıştı. Özellikle İsrail hükümetinin Filistin konusundaki sert tutumunu sürdürmesi ve Amerikan yönetiminin sessiz kalması ya da dolaylı da olsa bu politikaya destek vermesi Türk-Amerikan ilişkilerinin genel olarak Orta Doğu politikasında da ciddi bir farklılaşmanın ortaya çıktığını göstermekteydi.

Diğer taraftan, 13 Temmuz’da oluşturulan Irak Geçici Yönetim Konseyi’nin 30 Temmuz’daki toplantısında bir Başkanlık Konseyi belirlenmişti. Buna göre 9 kişiden oluşan Başkanlık Konseyi üyeleri alfabetik sıraya göre geçici Irak Yönetim Konseyi’ne başkanlık edecekti. Üyeleri 25 kişilik geçici Yönetim Konseyi üyeleri arasından seçilen Başkanlık Konseyi, 5 Şii, 2 Sünni, 2 de Kürt temsilciden oluşmaktaydı. Bu durumda El-Caferi, Geçici Konsey Başkanlığı’nı 1 ay yürütecek; El-Caferi’nin ardından ise sırasıyla Şii Ahmed Çelebi ve yine bir Şii olan İyad el-Alavi ondan sonra da Celal Talabani başkan olacaktı. Geçici Irak Yönetim Konseyi toplantısında Irak’taki Amerikalı sivil yönetici Paul Bremer ile İngiliz yüksek temsilci John Sawers da hazır bulunmuştu. Başkanlık Konseyi’nde, Şiileri, Irak Ulusal Konseyi Başkanı Ahmet Çelebi, Irak İslami Devrim Yüksek Konseyi (IİDYK) Başkanı Abdül Aziz el-Hakim, İslamcı Dava Partisi sözcüsü İbrahim el-Caferi, Irak Ulusal Anlaşması Genel Sekreteri İyad el-Alavi ve din adamı Muhammed Bahr el-Ulum temsil edecekti. Kurulda Kürtleri temsilen Kürdistan Demokratik Partisi lideri Mesud Barzani ve Kürdistan Yurtseverler Birliği lideri Celal Talabani bulunuyordu. Sünnileri temsil edecek isimler ise, Irak İslamcı Partisi Genel Sekreteri Muhsin Abdülhamid ve Bağımsız Demokratlar Birliği’nden Adnan Paçacı olarak belirlenmişti.

Öte yandan Geçici Yönetim Konseyi’nin BM nezdinde tanınması yönünde ABD ve İngiltere’nin girişimleri Güvenlik Konseyi tarafından alınan S/RES/1500(2003) sayılı kararla sonuç vermişti. BM Güvenlik Konseyi’nin 14 Ağustos’taki oturumunda kabul edilen ilgili kararda iki nokta öne çıkmaktaydı. Bunlardan biri Irak’ta yardım amacıyla bir Birleşmiş Milletler misyonu oluşturulması, diğeri ise Geçici Yönetim Konseyi’nin tanınmasıydı. ABD ve İngiltere'nin başını çektiği ülkelerce hazırlanan karar tasarısı 15 üyeli Konsey'in başkanlığını yürüten Suriye'den çekimser oy alırken, kalan 14 ülke ‘evet’ oyu vermişti. Irak’ın egemenlik ve toprak bütünlüğünün vurgulandığı BM Güvenlik Konseyi kararında, “Irak’ta 13 Temmuz 2003 tarihinde oluşturulan “Irak Yönetim Konseyi”nin, egemenliği uluslararası alanda tanınan, temsil kabiliyetine sahip bir Irak hükümetinin oluşturulması yolunda atılmış önemli bir adım olduğu” kaydediliyordu. Ayrıca karar çerçevesinde oluşturulması öngörülen ve 300 dolayında personeli bulunacak olan BM yardım misyonunun görev süresi bir yıl olarak belirlenmişti. Misyon; insanî, siyasî ve ülkenin imarı gibi konularla ilgilenecekti.

Bu arada geçici Irak Yönetim Konseyi’nde devam eden pazarlıklar Ağustos sonunda sonuçlanmış ve geçici Irak yönetiminin bakanları da belli olmuştu. Bakanlıklar, geçici Irak Yönetim Konseyi’ndeki paylaşıma göre dağıtılmıştı. Buna göre, bakanlıkların 13’ü Şiilere, 5’i Sünnilere, 5’i Kürtlere verilirken, Türkmen ve Asurilere de 1’er bakanlık verilmişti. Bakanlık dağılımına göre Petrol ve İçişleri Bakanlığı Şiilere, Maliye Bakanlığı Sünnilere, Dışişleri Bakanlığı ise Kürtlere verilmişti. Bu çerçevede Irak Kürdistan Demokratik Partisi (IKDP) sözcüsü Hoşyar Zebari Dışişleri Bakanlığı’na, Irak Kürdistan Yurtsever Birliği Partisi (IKYB) üyesi Hama Tevfik Sanayi Bakanlığı’na, Latif Raşid de Sulama Bakanlığı’na getirilmişti. Ayrıca Petrol Bakanlığı’na Şii İbrahim Muhammed Bahr el-Ulum, İçişleri Bakanlığı’na Şii Nuri Bedran, Maliye Bakanlığı’na ise Sünni Kemal Geylani atandı. Bilim ve Teknoloji Bakanlığı’na ise Türkmenlerden Raşid Mindan Ömer geldi. Kabinede tek kadın bakan olarak görev yapacak Kürt Nesrin Mustafa Bervari ise Bayındırlık Bakanlığı’na getirilmişti.

Diğer yandan, Birleşmiş Milletler binası olarak kullanılan Bağdat’taki Kanal Hotel’e 19 Ağustos’ta düzenlenen bombalı saldırı Irak’taki durumun vahametini ortaya koyması bakımından oldukça önemliydi. Irak’ta savaştan hemen sonra ABD’nin neden olduğu kaos, yalnız Amerikan askerlerine yönelik olmaktan çıkmış ve 7 Ağustos’ta Bağdat’taki Ürdün büyükelçiliğine bomba yüklü bir araçla düzenlenen saldırıdan sonra yeni bir boyut kazanmıştı. 12 kişinin hayatını kaybettiği ve 52 kişinin yaralandığı söz konusu saldırının arkasından BM binası olarak kullanılan otele patlayıcı bomba yüklü bir kamyonla düzenlenen ikinci saldırıda da BM’nin Irak Özel Temsilcisi Sergio Vieira de Mello da dahil olmak üzere 23 kişi hayatını kaybetmiş 100 kişi de yaralanmıştı. Saldırının Saddam yönetimin iki numaralı adamı ve Irak yönetiminde Başbakan Birinci Yardımcısı olarak bilinen Taha Yasin Ramazan’ın Uday ve Kusay’ın öldürüldüğü yer olan Musul’da yakalanmasıyla aynı güne rastlaması saldırı konusunda dikkatleri yeniden Saddam’a çevirmişti.

Irak’ta kaos bununla kalmıyordu: Kerkük’ün Tuzhurmatı beldesinde Murtaza Ali Dağı’ndaki Hz. Ali türbesinin tahrip edilmesini 21-22 Ağustos’ta protesto etmek isteyen Türkmenlere bir grup IKYB peşmergelerince ateş açılması sonucu 9 Türkmen hayatını kaybetmiş, 12’si de yaralanmıştı. ABD nezdinde girişimde bulunan Türkiye, provakatif hareketlerden kaçınması için de Celal Talabani’nin IKYB’sini uyarmakla yetinmek zorunda kalmıştı.

Diğer taraftan, 24 Ağustos’ta Şii din adamı Muhammed Said el-Hakim’in evine yerleştirilen bombanın patlamasıyla 3 Şii Iraklı ölmüş, 9 kişi de yaralanmıştı. Irak İslam Devrimi Yüksek Konseyi yöneticisi Ayetullah Muhammed Bekir el-Hakim’in amcası olan Ayetullah Muhammed Said el-Hakim, Mayıs ayında İran’dan Irak’a dönmüştü. Iraklı Şii liderlerden Muhammed Said el-Hakim’in evine yönelik gerçekleştirilen bombalı saldırı ülkenin önde gelen iki büyük Şii grubu arasındaki ilişkileri iyice gerginleştirmişti. Olayda hayatını kaybeden üç koruma görevlisi için düzenlenen cenaze törenine katılan yaklaşık 2 bin kişi, olaydan rakip Mukteda el-Sadr grubunu sorumlu tutarken Sadr grubu bu iddiaları reddetmişti. Bununla beraber Irak’ta Muhammed Bekir el-Hakim’in lideri olduğu Irak İslam Devrimi Yüksek Konseyi (IİDYK) ile Mukteda el-Sadr’a bağlı grup ülke nüfusunun yaklaşık yüzde 60’ını oluşturan Şiileri kendi çatıları altında toplamak için mücadele ediyordu. Sadr grubu El-Hakim grubunu, ABD’yi desteklemekle suçluyor. El-Hakim’in kardeşi Abdül Aziz el-Hakim, ABD öncülüğünde oluşturulan 25 kişilik Irak Geçici Yönetim Konseyi’nde yer alırken, Sadr, Konsey’de yer almayı reddetmişti. Daha önce de Londra’da yaşayan ve ABD tarafından Necef’e getirilen Abdül Mecid el-Huei de 10 Nisan’da Necef’teki Hz. Ali Camii’nde öldürülmüş, olaydan El-Sadr grubu sorumlu tutulmuştu. Ayrıca Irak’ın en büyük Şii dini lideri olan ve El-Hakim grubuna yakınlığıyla bilinen Ayetullah Ali el-Sistani de, camide kuşatılarak ülkeyi terk etmesi istenmiş ve bu olaydan da El-Sadr grubu sorumlu gösterilmişti. El-Sadr grubu ise her iki olaydan da sorumlu olmadığını açıklamıştı.

29 Ağustos’ta Irak’ın en önemli Şii merkezi Necef’te Hz. Ali Camii’nde Cuma namazı çıkışında meydana gelen patlamada önde gelen Şii lider Muhammed Bekir el-Hakim’le birlikte en az 100 kişinin ölmesi Irak’ta kaos ve belirsizliğin hangi noktaya geldiğini açıklaması açısından oldukça önemliydi. 200’den fazla da kişinin de yaralandığı facia, bir araca yerleştirilen bombanın infilakı sonucu meydana gelmişti. IİDYK’nın Londra temsilciliği, saldırının Şii hiziplerin değil, Saddam yanlılarının veya radikal grupların eylemi olabileceğini kaydetmişti. Saldırıyla ilgili olarak Irak Şii toplumu üzerinde iktidar mücadelesi sürdüren El-Sadr grubundan da şüphe edilmişti Pazar günü de El-Hakim’in amcası Muhammed Said, bir suikast girişiminden yaralı kurtulmuştu. Peygamber soyundan geldiği iddiasında olduğu için seyyid sayılan 64 yaşındaki ılımlı siyasetçi El-Hakim, Amerikan ordusunun en kısa sürede çekilmesini istiyor, ancak ABD ve İngiltere’yle işbirliğinden de geri kalmıyordu. Bu işbirliğinin bir göstergesi olarak diğer Şii grupların meşruiyetini reddettiği Geçici Irak Yönetim Konseyi’nde üye olan kardeşi aracılığıyla temsil ediliyordu.

SONUÇ


1990/91 Krizi, ABD’nin Orta Doğu ve özellikle Basra Körfezi politikasına daha doğrudan girmesine yol açarken bu güne kadar bölgede Türkiye’nin çıkarlarını derinden etkileyen en önemli gelişme olmuştur. Genellikle Orta Doğu’daki çatışmalardan uzak duran ve sorunlara taraf olmamaya özen gösteren Türkiye bu defa kendisini krizin tam ortasında bulmuştur. Şüphesiz krizin niteliği diğerlerinden oldukça farklıydı ve Türkiye’nin kayıtsız kalması olanaksızdı. Kuveyt’in işgali bölgede dengeleri bir anda Irak lehine değiştirmiş ve bu devlet bir anda bölgenin hegemonik gücü konumuna yükselmişti. Türkiye ile arasındaki özellikle su sorununu diplomatik yöntemlerle çözmekten kaçınan Irak’ın mevcut potansiyelini bir kat daha arttırmış olması bu iki devlet arasında çatışmaya kadar varabilecek bir takım sorunların yaşanma olasılığını güçlendirmişti. Bu nedenler daha önceki Orta Doğu politikasından biraz farklılaşarak Özal Türkiye’sini daha aktif bir tutum almaya yöneltmiştir. Buna karşılık Türkiye Körfez Krizi’nde mali yapısı derinden etkilenen az sayıda ülkelerden biri olmuştur. Irak’a uygulanan yaklaşık 13 yıl devam eden ambargo Türkiye’nin yılda 2,5-3 milyar dolarlık bir kayba uğratmıştır. Türkiye, tüm komşu ülkelerle olduğu gibi, Irak ile sınırlarına ve Irak’ın toprak bütünlüğüne saygı politikasını sürdürmüştür.

Körfez Krizinin ortaya çıkardığı en önemli olgu ise Irak'ın kuzeyinde bir Kürt devleti kurma çabaları ve buna ABD'nin açıkça destek veren bir görüntü içerisinde olması olmuştur. Türkiye, kendi toprak bütünlüğü ve egemenliğine yönelik bir tehdit olarak algıladığı böyle bir oluşuma oldukça duyarlı yaklaşmıştır. 1992'de parlamento ve hükümet oluşumuyla başlayan sürecin 1994'te KYB ve KDP arasında başlayan çatışmalarla gölgelenmesi üzerine ABD'nin devreye girmesiyle 1998’den itibaren Washington süreci olarak anılan ve söz konusu grupları uzlaştırma ve bir yönetim yapısı altında örgütleme çabaları Türkiye ile ABD arasında alttan alta güvensizliği besleyen unsurlar olmuştur.

ABD'nin uzlaştırma çabaları ancak sınırlı düzeyde sonuç vermiş olsa da Türkiye'de üslenen Keşif gücün sağladığı koruma altında 36. paralelin kuzeyindeki bölgede 2000 ve 20001’de yapılan ayrı seçimlerle iki farklı yönetim yapısı oluşmuştur. Talabani İran sınırında, Barzani ise Türkiye sınırında daha etkili olmuş ve bu ülkelerle yapılan sınır ticaretinden oldukça yüksek kazançlar elde etmişlerdir. Ayrıca BM ambargosu çerçevesinde Irak’ın tüm dış alım ve dış satımını denetim altında altında bulunduran BM, elde edilen gelirlerin yaklaşık yüzde 13-15'ini bu bölgeye aktarmıştır.

Nitekim, 2003 Mart/Nisanında söz konusu olan Amerikan işgali sonunda Saddam yönetiminin devrilmesiyle beraber oluşan yeni yönetim yapısı içerisinde Kürtler nüfuslarıyla orantılı olmayacak biçimde önemsenen ve temsil edilen bir unsur olarak göze çarpmışlardır. Örneğin Şiilerin yüzde 60 olan nüfuslarına karşılık 25 kişilik geçici yönetimde 13 kişi ile ve 9 kişilik Başkanlık Konseyi'nde 5 üye ile temsil edilirken yüzde 15-17 olan nüfuslarına karşılık Kürtler geçici yönetimde 5, Başkanlık Konseyi'nde ise 2 üye ile temsil edilmişlerdir. Oysa yüzde 5-7'lik nüfuslarına rağmen geçici yönetimde 1 kişi ile temsil edilen Türkmenler Başkanlık Konseyi'nde temsil edilme şansı bulamamışlardır. Bu durum Türkiye'nin ABD ile ilişkilerinde taşıdığı kuşkunun yersiz olmadığını gösterdiği gibi bu kuşku ve güvensizlik azalmamış zaman içerisinde daha da artmıştır.

1 Makalede yer alan bilgilerin ayrıntıları için bkz. Tayyar Arı, Irak, İran ve ABD: Önleyici Savaş, Petrol ve Hegemonya (İstanbul: Alfa: 2004).

* Uludağ Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesidir.

2 Bush'un basın açıklamasının tam metni için bkz. Congressional Quarterly Weekly Report, Vol.49, No.16 20 April 1991, ss.1009-1011.

3 James M. Prince, ‘A Kurdish State in Iraq’, Current History, Vol.92, No.570, January 1993, s.20.

4 ‘The fickle hand of friendship’, The Middle East, May 1997, s.13.

5 Bekir el-Hakim, ABD'nin Irak'ı işgalinin ertesinde 2003 Mayısında yaklaşık 20 yıldır sürgünde bulunduğu İran'dan Irak'a dönen Bekir el-Hekim, 29 Ağustos 2003 Cuma günü Necef'te Hz. Ali Camii'ne düzenlenen saldırıda hayatını kaybetmiştir.

6 ‘Slippery Saddam’, The Economist, 10 October 1998, s.44.

7 ‘Saddam's sleep of the unjust’, The Economist, 28 November 1998, s. 51.

8 ‘Saddam Wıns on Points’, The Middle East, January 1999, s.10.

9 Carole O´Leary, ‘Look to the Kurds in Iraq’, http://www.washtimes.com/op-ed/20011002-3530884.htm,

10 Prince, A Kurdish State in Iraq, ss.18-19.

11 Ofra Bengio, ‘The Challenge to the Territorial Integrity of Iraq’, Survival, Vol.37, No.2, Summer 1995, s.83.

12 Sa'di Berzenci, ‘Irak Kürdistanında Mevcut Durum Hakkında Görüş’, Avrasya Dosyası, Cilt.3, Sayı.1, İlkbahar 1996, ss.198. 193-216.

13 Ümit Özdağ, ’Kuzey Irak ve PKK’, Avrasya Dosyası, Cilt.3, Sayı.1, İlkbahar 1996, s.100.

14 Berzenci, “Irak Kürdistanında Mevcut Durum Hakkında Görüş”, ss.200-201.

15 The New York Times, 17 September 1998, s. 9.

16 Charles Recknagel, ‘Iraq: Kurdish Parties Move To Normalize Relations’,

http://www.rferl.org/nca/features/2001/07/05072001120125.asp

17 www.un.org/Depts/oip/scrs/scr706.htm

18Cumhuriyet, 13 Ekim 1991.

19 Milliyet, 21, 22 Temmuz 1992.

20 Kararın tam metni için bkz. www.un.org/Docs/scres/1996/9607404e.htm

21Bkz. International Herald Tribune, June, 15-16 ve June 17, 1996, s. 1,4 ve 1,6.

22 Kararın tam metni için bkz. www.un.org/Docs/scres/1995/9510988e.htm

23 "Iraq agrees oil for food deal with UN," The Middle East (July/August 1996), s. 9.

24 The New York Times , May 1, 1997, s. 2,5).

25 Bkz.www.un.org/Docs/scres/1997/9731347E.htm

26 The New York Times, Nov. 12, 13, 14, 20,21, 22, 1997, s. 11.

27 The New York Times, Jan. 11, 16, 21, 1998, s 1; "Unhappy Landings," The Middle East (January 1998), s. 6-7.

28 The New York Times, Feb. 7, 20, 1998, s. 2. Kararın tam metni için bkz. www.un.org/Docs/scres/1998/sres1153.htm

29 The New York Times. July 23, 1998, s. 7,24;

30 "Tricks and games," The Economist, August 8, 1998, s. 36.

31 The Financial Times, Sept. 9, 1998, s. 9. Karar için bkz. www.un.org/Docs/scres/1998/sres1194.htm

32 New York Times, October 31, 1998; Washington Post, October 31, 1998.

33 New York Times, November 5, 1998; Washington Post, November 5, 1998.

34 New York Times, November 14, 15, 16, 20 1998, s. 11; Washington Post, November 14, 20, 1998, s. 11; Financial Times, Noember 15, 1998 s. 15,16.

35 New York Times, December 14, 15, 1998, s. 12; Financial Times , December 15, 1998, s. 12.

36 "What next for Iraq," The Economist, January 2, 1998, s. 37.

37 Karar metni için bkz. www.un.org/Docs/scres/1999/99sc1284.htm

38 UN Observation Mission Briefing By Benon Sevan, Executive Director of the Iraq Program, (OIP) April 25, 2000

www.globalpolicy.org/security/sanction/iraq1/00-04-25.htm

39 Naomi Koppel, “UN Report, Sanctions Ineffective”, Associated Press, August 15, 2000

www.globalpolicy.org/security/sanction/iraq1/2000/000815.htm

40 Bu konuda ayrıca bkz. “Has Iraq Not Suffered Enough? Times Press September 27, 2000

www.globalpolicy.org/security/sanction/iraq1/2000/000927.htm

41Eric Herring “Between Iraq and a Hard Place:A Critique of the British Government's Narrative on UN Economic Sanctions” September 1999, www.cam.ac.uk/societies/casi/conf99/doc/herring.html.

42 Gwynne Dyer, “Oil Prices in the Sanctions balance,”News World Communications March 9, 2000

www.globalpolicy.org/security/sanction/iraq1/sponeck5.htm;

Özellikle yaptırımlara yönelik eleştiriler konusunda ayrıca bkz. Barbara Crossette, “Americans of Two Minds on Sanctions, A Poll Finds,” New York Times April 23, 2000.

www.globalpolicy.org/security/sanction/iraq1/iraq37.htm

43 Genel Sekreterin ambargo uygulaması konusundaki eleştirel yaklaşımı ve toplantıda diğer Güvenlik Konseyi üyelerinin temsilcilerinin görüşlerine ilişkin bilgi için bkz. ”Security Council Meets to Consider Humanitarian Sitüation in Iraq: Secretary-General Describes Moral Dilemma for United Nations” March 24, 2000, UN Press Release SC/6833 Dist: General S/2000/520 1 June 2000, www.globalpolicy.org/security/sanction/scouncil.htm

44 http://www.cnn.com/2003/US/01/27/sprj.irq.excerpts/index.html

45 'A Policy of Evasion and Deception'

http://www.washingtonpost.com/wp-srv/nation/transcripts/powelltext_020503.html

46 “Blix Report To U.N.” February 14, 2003

http://cbsnewyork.com/terror/terror_story_045141449.html

47 “Turkish Speaker Nullifies U.S. Troop Vote”

http://www.washingtonpost.com/wp-dyn/articles/A21613-2003Mar1.html

25 Nisan 2008 Cuma

AMPUL


Yedi ışık,yedi sır:






Bizi kimler yönetiyor?

AKP Parti tüzüğünün 3. Maddesinde amblemlerinin ampul olduğu ifade edilmektedir.
Ampul bir ısık kaynağı değil sunucusudur.



Ancak bir elektrik hattına bağlı anahtar açıldığında ısık verir.


—AKP’nin enerji hattı kime bağlıdır?
Isık için o anahtarı açmak, o düğmeye basmak gerekir.
—AKP’nin ampulünü yakıp söndüren anahtarın basında kim var.
—Teslimiyetçi yönetim tarzının sebebi bu mudur?
—Meşruiyet kaynağını da , sarıda aramasının nedeni bu mudur?
—Yabancıların isteklerini harfiyen yerine getirme tutumunun nedeni bu mudur?


Ampulün etrafında 7 ısık huzmesi vardır.

AKP tüzüğünün 4. Maddesinde 15 temel amaç varken neden 7 ışık?
—7 ısık huzmesinin anlamı ampulün bağlı olduğu, hatta anahtarı elinde tutanların
prensipleri olabilir mi?
Kısaltılmış parti adı olarak, kendilerine AKP yerine
"AK parti" denmesini istemektedirler.



Neden "AK"?



Sembolleri ampulün, baska örgütlerin sembolleriyle benzerlikleri var mıdır?
—Renkleri neden sarı ve mavi?
Ampul… Kimin Ampulü?


Kabala'nın simgesi: AMPUL
Kabala(İbranice Qabbala):
Kelime anlamı, "alma, kabul etme" olan bir Yahudi mistik öğretisidir.
-------------------------------------------
"Yahudilerin gizli sırlar öğretisi olarak bilinen Kabala, son günlerin moda akımı.
Kabalistlerin ' Işık' dedikleri şey, Yaradan'ın sonsuz ışığıdır.




Kabala'da 'ışık', bir ampulle simgeleniyor.


(Güler Kömürcü / AKŞAM / 05 Ağustos 2005)
-----------------------------------------------
Kabala Öğretisini anlatan kitap ismi:
ALLAH'IN LAMBASI: YAHUDİ IŞIĞININ KİTABI (The Lamb of God: A Jewish Book of Light)
----------------------------------------------
Kabala'cı NATHAN GAZA (1643–1680)
Sahte Mesih Sebatay Sevi'nin peygamberi olarak meşhur oldu.

Takipçileri O'nu Buzzina Kaddisha:

Kutsal Lamba olarak adlandırdılar ve beraberinde Mesih'in Işığını getirdiğine inandılar.
Sevi İslam'a döndü.
Ancak Nathan, diasporadaki Yahudilere Sebatay'ın müdafii olarak misyoner faaliyeti üstlendi.


SEBATAY SEVİ (1626–1676)
Yahudi dünyası, O'nun söz verilen Mesih ve Tanrı'nın yeniden doğuşu olduğuna
inandı. 1666 yılında İstanbul'a yerleşmek istedi. Yakalandı ve idamdan kurtulmak için
İslam'a döndü.


NATHAN ve takipçileri buna değişik bir yorum getirdiler.
Sebatay'ın din değiştirmesi, gerçekte, ışığın kaybolan kıvılcımını kurtarmak için

"klippotic (yeniden ortaya çıkmak için saklanacağı kabuk)"
âleme doğru inişini temsil etmektedir.

Anadolu'daki Sebatay inananları Hıristiyan veya Müslüman
görünüş altında hâlâ O'na bağlılık ve ibadetlerini gizlice sürdürmektedir.
www.kheper.net/topics/Kabbalah/SabbatiZevi.htm
----------------------------------------------------
…Yani yeri geldiği zaman bir Müslüman papaz elbisesi dahi giydirilmiştir.

Eğer bu elbiseyi giymem gerekiyorsa, giyerim.
(Erdoğan/ 22.07.2002/ Tek etek, Kanal D)

—Ampul ve ışık, gizli bir Sebatay inanışının tezahürü ve Erdoğan'ın
sözleri bu saklanmış tutumun yansıması mıdır?
—Bu yansıma takkiye anlayışının yeni bir örneği midir?

Işık Neyin Işığı?
Tevrat=Lamba=Işık
Kabalistlerin "ışık" dedikleri şey, "Tanrı'nın sonsuz Işığı”dır. Kabala'da Işık bir "ampul" le simgeleniyor.

(Yaman Törüner, Milliyet, 30 Temmuz 2005)

Avi Ben Mordechai'nin
"Tevrat'ın Işığında Yeni Ahiti Anlamak"

Adlı öğretisinde: İsa=Tevrat=Işık

…"On Emirden biri, bir lambadır ve ışığı öğretir."

İbrani dilinde bu söz
"Öğreti Tevrat"tır…
Olarak tercüme edilmiştir.
Bu nedenle Tevrat Işık olarak tanımlanır…
Bu tanımlara göre Kitab-ı Mukaddes 119:105 e bakıldığında…
"Senin sözün yolumu ve ayaklarımı aydınlatan lambadır"
Kitab-ı Mukaddes 119:105'i yazan Kral Davut'a göre:
"Tevrat bir lamba ve ısık olarak mütalaa edilmistir."
E(Yahudi Köklerini Kucaklama, To Embrace Hebrew Roots: Part VIII,)

www.seekgod.ca/printliteralkab

—Kabala öğretisindeki lamba ile AKP'nin ampulü arasında ne kadar
büyük benzerlikler var. AKP amblem olarak ampulü neden
seçmiştir?
—Kral Davut'a göre Tevrat olarak mütalâ edilen "Lamba ve Işığı"
ile AKP'nin "ampulü ve ışığı" arasında bir
ilişki var mıdır?
Hangi Aydınlanma?

AKP'nin ampulünü kim yakıyor?
Ak Partinin amblemi:
Ampulün etrafında 7 ısık huzmesi vardır. Ak Parti, adaleti, kalkınmayı ve
aydınlanmayı
ülkemizin her bölgesinde tesis etmenin gayreti içindedir. Bunu
başarmak için tüm gayret ve imkânlarıyla çalışacaktır.

(Ak Parti Kurum Kimliği
Kılavuzu, 2006 "Ak Partinin amblemi" sayfa 7)

ABD'de bulunan Hürriyet heykelinin asıl adı
"Dünya'yı aydınlatan hürriyet” tir.
(Liberty Enlightening The World)
Heykelin basında taç 7 ışık huzmesinden olusur.

(Hürriyet Heykeli Tanıtım Kataloğu)

ABD bir dolarının arkasında; "Yeni Dünya Düzeni" yazısı,
piramit, göz ve etrafında "aydınlanma" yer alır .

http://www.frihost.com/forums/vt-49828.html

Bu alttaki linki (AMPUL.doc)sağ altdaki “ctrl”tuşu basılı olarak tıklayın ve açılansayfayı ve yanındakileri muhakkak izleyin.
A M P U L.doc
"İlluminate" İtalyanca köklü bir kelimedir. Aydınlanma demektir. Fransızcada ışık
anlamına gelen "lalumiére" kelimesi de aynı kökten gelir. 1776 yılında Almanya'da
kurulan Illuminati örgütünün, içinde her ulustan ve dinden etkili isimlerin bulunduğu
gizli bir mason kardeşlik cemiyeti olduğu bilinmektedir.
AKP aydınlanmayı tesis etmekle görevli olduğunu açıkça ortaya koymuştur.
—Bu kimin aydınlanmasıdır?
—Aydınlanma demekle ne kastedilmektedir?
Neyin Sarısı?
Kimin Mavisi?

Yedi Kollu Samdan Masonların önemli simgelerinden birisidir.
Geleneksel olarak altından yapılır…
Aynı zamanda 1948'de kurulan İsrail'in Devlet Amblemidir.

www.milliyet.com.tr/2001.09.09/guncel/gun01.html

Altının rengi sarıdır. İsrail amblemindeki altın renkli, yedi kollu şamdan sarı,zemin rengi açık mavidir…

—Adalet ve Kalkınma Partisi amblemi neden sarı ve mavi renklerde kullanılmaktadır.?
—AKP amblemlerinde kullanılan sarının turunculas masının, Soros'un turuncu devrimleri ile bir ilgisi var mıdır?
AKP'nin 7 Işıklı Ampulü
Ve Şaşırtıcı Benzerlikler:

Yedi Işıklı Hürriyet Heykeli

ABD'de bulunan Hürriyet heykeli 1884 yılında Fransa'nın ABD'ye bir hediyesidir.
Heykelin asıl adı "Dünya'yı aydınlatan Hürriyet"tir
(Liberty Enlightening The World).
(Hürriyet Heykeli Tanıtım Kataloğu)
Bakırdan yapılan Özgürlük Tanrıçası Heykeli, Fransa tarafından kurulus unun 100. Yılı nedeniyle ABD'ye hediye edilmistir, kaidesi ise ABD'de yapılmıstır.
Heykelin yaratıcısı Frederic Bartholdi'dir.ABD'nin Newyork
sehrindeki Özgürlük Adasında yer alır. Heykel, sağ elinde bir mesale, sol elinde ise bir tablet tutar.
Basındaki taç kısmında ısık huzmesi seklinde 7 sivri uç bulunur.
( tr.wikipedia.org/wiki/Hurriyet_Abidesi )

Yedi Kollu Şamdan:

---------------------------------------------------------
-------------------------------------------------------

Üzerinde yan yana ve aynı düzeyde olmak üzere yedi mumluk bulunan şamdan, Masonların simgelerinden birisidir. Geleneksel olarak altından yapılır.
7 kollu şamdan mason mabedindeki kutsal ateşi sembolize eder. Usta derecesinde, mabede yedi kollu şamdan bulunması şarttır. Yedi kollu şamdan, aynı zamanda 1948 yılında kurulan İsrail'in amblemidir.
( www.milliyet.com.tr/2001/09/09/guncel/gun01.html )

"…İsrail simgesi Menorah, Kudüs'teki eski tapınakta kullanılan 7 kollu şamdan ya da lamba tutaca ğıdır…"
(Josephus, The Jewish War, G.A.Williamson, Tanslator, Panguin, 1959)
www.stateofisrael.com/emblem/
İsrail Devlet Amblemi, İsrail Paralarının arkasında.

Yedi Kollu Şamdan

Başbakan’ın Yanı Basında

1 Eylül 2004'te ATV Ana Haber Bültenine konul olan
Basbakan Recep Tayyip Erdoğan, Başbakanlık Konutu'nu,
ATV'ye açarak canlı yayında gündeme ilişkin mesajlar vermişti.


"…ATV'de yayınlanan Ali Kırca-Tayyip Erdoğan sohbetinde ekrana
gelen şamdan, Başbakan'ın konuşmasıyla tezat yaratıyordu.
Bas bakanlık Konutu'ndaki bu şamdan ekrana getiriliş açısından
Yahudilerin 7 kollu kutsal "Menorah"ı gibi görünüyordu…"
Yurtsan Atakan, Hürriyet, 12 Eylül 2004
………………………………………………….

Yaklaşık 45 dakika süren o yayında, televizyonları basındaki "muhafazakâr" izleyici kitlesinin dikkatini Ali Kırca ve Erdoğan arasında duran ve adeta bir mesaj içeriği taşıyan "yedi kollu samdan çekmiş ti.
—Masonların mabedindeki, Yahudilerin ve
İsraillin amblemi "yedi kollu şamdan" ,
Başbakan'ın yanı başında ne arıyordu?
Yedi Katlı Cesaret Ödülü
Erdoğan, ABD'deki önde gelen Musevi kuruluşlarından
Anti Defamation League tarafından
İkinci Dünya Savaşı'nda soykırıma uğratılan Musevileri kurtaran Türk diplomatlara verilen cesaret ödülünü
Türkiye adına aldı.
Erdoğan: Bu ödülü kabul ederken vatandaslarım adına nefreti ve zorbalığı mağlup etmeye yönelik çabalarımıza devam etmeyi ve daimi barış ve adaletin tohumlarını ekmeyi taahhüt ediyorum.
(Sabah, 10 Haziran 2005)

—Ödül plaket tahtasında 7 adet bakır rölyef dikdörtgen plakanın varlığı dikkat çekmektedir.

• Erdoğan 27 Ocak 2004'te ABD Yahudi Komitesi (AJC)
tarafından da ödüllendirildi.


7 İlluminati İlkesi:

İlluminate 1776 yılında Adam Weishaupt tarafından
Almanya'da kurulmuştur. Kökenleri, Ortaçağ'daki
Tapınak Şövalyelerine kadar gider.
(Serdar Turgut, Akşam, 25 Mayıs 2004)
İlluminati örgütünün 7 ilkesi olduğu ifade edilmektedir.
(Da Vinci Çözümü: Leonardo da Vinci'nin 7 Sırrı,
Beyaz Yayınları, 2004)
Yeni Dünya Düzeni kurma amaçlı bu örgütün çıkışındaki 7 temel hedefin içinde,
altıncı sıradaki hedefleri:
dinlerin ortadan kaldırılmasıdır.
Birinci açıklanan amacı:

Düzenli hükümetlerin yıkılması……..

(Serdar Turgut, Aks am, 1 Eylül 2004)
…………………….
Hedef dünyada devletlere karşı bir inançsızlık yaratmak, dinleri birbirine düşürmek, …
Ve sonunda da dünyaya yeni bir düzen getirmektir.
(Serdar Turgut, Aksam, 25 Mayıs 2004)
İlluminati İlkeleri ve AKP
AKP'nin yeni ideolojisini anlatan "Muhafazakâr Demokrat" adlı
kitapta, hedeflerinin: "Küreselleşmenin üniter-milli devletlere getirdiği maliyet nedeniyle, yeni uluslararası standartlara göre yeniden düzenlenmesi" olduğu ifade edilmektedir.
"Dünyadaki küreselleşmeye bütün samimiyetimle inanıyorum."
(Erdoğan, 22.07.2002, Kanal D)

Türkiye, küreselleşmenin markası haline gelecektir.
(Erdoğan, 10.12.2002, ABD)
İlluminati örgütünün 7 ilkesi ile AKP görüşleri
arasında benzerlikler vardır.
*Ulus devletlerin yıkılması
"…Resmi ideoloji ırkçı bir kişilik taşıyor, bu yapısıyla da milli bütünlüğü koruması mümkün değildir. Su anda Türkiye Cumhuriyetinde 27 etnik grup yaşamakta. Bu 27 etnik grubunda varlıklarının tanınması gerekmektedir.
"Türkiye Türklerindir" gibi tezler yanlıştır.
Türkiye'nin 70 yıllık tarihi bosa harcanmıs bir zamandır."

Tayyip Erdoğan, 2. Cumhuriyet Tartısmaları, Metin Sever-Cem Dizdar,1993

*Medeniyetler İttifakı altında evrensel değ erlerin ve tek kültürün hâkimiyeti
"…Ulusal Kültürlerin küreselleşme içinde varlıklarını korumaları için değişim
zorunlu bir dinamiktir. Yani alt değerleri, üst değerler olarak takdim etme yanlısına düşmemeliyiz…"
Tayyip Erdoğ an, 20.01.2004,TBMM grup toplantısı
"…Türkiye tüm dünyaya Hıristiyanlık ile İslam'ın birbiriyle kucaklasabileceğini gösterecektir..."
Tayyip Erdoğan, 10.12.2002,CSIS, ABD
*Din ve Kültürlerin Ortadan Kaldırılması
"…Helenizm ile Frigya uygarlığı Anadolu'nun tam ortasında vücut buldu.
Avrupa ve Paris adlarının Anadolu mitolojisinden geldiği söylenir.
Akdeniz kültürünü iste böyle iç içe örebildik. Peki, sonra ne oldu?
Ortak değerlerimizi daha ileriye götürüp yaygınlastırmak yerine medeniyetler çatısması tezini ortaya attık
Bu ortak bilinci engelleyen tek sey, tarihten gelen karşılıklı güvensizlik duygusudur. Bu güvensizliği "Din ve Kültür gibi suni bölünmelerle" maalesef hala daha beslemeye devam ediyoruz.
Tayyip Erdoğ an,17 Ekim 2003, İspanya
Newyork Katolik Üniversitesi fahri doktora ünvanı ödül töreni
Erdoğan, İlluminati'nin temel amacı olan "Yeni Dünya Düzeni" kurma doğrultusunda gelisen küresellesmenin emir ve direktiflerine uyulması gerektiğinden sık sık söz etmektedir.
Erdoğan, medeniyetler ittifakının es baskanıdır.
Erdoğan, ülkemiz dâhil 22 İslam ülkesinin haritalarını
değistirme ve Ortadoğu'da yeni bir düzen kurma projesi
olan "Büyük Ortadoğ u Projesi"nin es baskanıdır.
Erdoğan, Davos toplantılarına; AKP'ye yakın olanlar Bilderberg toplantılarına yakın ilgi göstermektedir.

Bilderberg Grubu,

İlluminate Şebekesinin bir organıdır.

Siyon Protokolleri
Ve
Yedi Başlı YILAN:

Siyonistler, yılanın yol boyunu gösteren haritayı çoktan çizmisler ve varılacak olan büyük menzilleri isaretlemislerdir.
İlk menzil, yılanı milattan 429 yıl önceye Pewricles'in

Yunanistan 'ına götürür.
İsa'nın doğumundan az önce, yılanın başı

Roma'ya girmistir.

Paris XIV'üncü Louis'in sarsılmaya başladığı,

Londra, Napolyon’un düştüğü,

Berlin ise 1881 yılına girdiği zaman şahit olmuşlardır.

Kayda değerdir ki, bu yılanın salyalı izlerini bıraktığı devletler siyasi ve toplumsal buhranlarla temellerine kadar sarsılmıslardır.

Harita son menzilleri oklarla gösteriyor.

Moskova, Kiev, Odesa , İstanbul

ve nihayet haritanın ilk ve son noktasını teskil eden Kudüs.

Will Durant-Roger Lambelin, Yahudiliğ in Tarihi ve Siyon Liderlerinin
Protokolleri, Okumus Adam Yayınları, Eylül 2004,sayfa 93



Siyon Protokolleri, Yahudilerin dünyayı nasıl sömürge haline getireceklerini planlayan bir yazıttır.
Vaat edilmiş toprakların kurtarılması ve Büyük İsrail'i kurulusunun "Sembolik Yılanın Sakinliği" ile mümkün olacağına isaret edilmistir.

***************

Yılanın başı milletlerin kalplerine girecek ve onları çürütüp yok edecektir.

*****************


Kudüs'ten harekete başlayan bu yılan, kendi zafer zincirini tamamladıktan sonra yine oraya dönecektir.

Haftalık Dergisi
*İsrail'in güvenliği için Lübnan'a asker göndermenin amacı, siyon haritasını çizmeye katkı sağlamak olabilir mi?

*Irak'ta, Kıbrıs'ta, AB'de bu gayri milli politikaların sebebi –yılan misali- gizli iliskiler olabilir mi?

*Annan'a Davos'ta Kıbrıs'ı teslim sözü verilmesi; Berlusconi'ye ek protokolü imzalama sözü verilmesi; PKK ile ates kes görüsmeleri bizlere bir seyler anlatmıyor mu?

*Topraklarımızın satılması, Ekonomimizin yabancılastırılması tesadüf olabilir mi?

*Ilımlı İslam ve İslam'da reform tartısmaları tesadüf mü?
*Patrikhaneye neden ekümeniklik sıfatı verilmek istenmekte?

*Kuzey Irak'ta bağımsız Kürt devletinin önünü kimler açmaktadır?
Siyon Protokolleri ve Kukla Yönetimler
Siyon Protokollerinin 2.çisinde yer alan
konulardan birinin başlığı da şudur.
Kukla Hükümetler ve Gizli Danısmanları
Bu protokolde aynen su ifadeler yer almaktadır.
Hizmete elverislilikleri derecesine göre halk arasından seçeceğimiz, kölece itaat etme kapasitesi olan idareciler, ülke idaresine hazırlanmış kimseler olmayacaktır.
Bu efendiler çocukluklarından beri bütün dünya islerini idare noktasından yetiştirilmiş bilgin ve çok zeki danışmanlarımızın ve uzmanlarımızın ellerinde kolaylıkla birer oyuncak haline geleceklerdir.
Will Durant-Roger Lambelin, Yahudiliğin Tarihi ve Siyon Liderlerinin Protokolleri,
Okumus Adam Yayınları, Eylül 2004

"…Erdoğan Batı için az bulunur bir ürün. Bu yüzden de onlar için değerli. Batı'nın hiçbir Müslüman lidere söyletemeyeceği seyleri, Erdoğan içinden gelerek söylüyor…"
Fatih Altaylı, Hürriyet,7’k buat 2004
"…Tayyip Erdoğan'ı kullanın, deliğe süpürmeyin…"
Cüneyt Zapsu, Bas bakan Danışmanı, ABD
"…Kimlik değişimi karsısındaki tereddüt, toplumumuzda
gözükmemektedir…"
Erdoğan, 24 Ocak 2004, Davos
"…ABD asker isterse göndeririz…"
Erdoğan, 23 Ekim 2003, CNN Türk

—Kimler hazırlıksızca iktidara taşınmıştır.

—Ülkemizi beceriksizce kimler yönetiyor?

—O ampulün aç-kapa düğmeçi kimdedir?

—Zeki ve uzman danışmanların
elinde oyuncak haline gelenler kimlerdir?

—Kimler devletimizi yönetmeyi danışmanlara bırakmıştır?
Kayıt dışı siyaset anlayısı ile kapalı kapılar ardında ülkemizi (sözde) yönetenler kimlerdir?
—Toplumumuzun kimlik değişimine tereddüt göstermediğini söylemekten kasıt nedir?
Değiştirip hangi kimliğe bürüneceğiz?
Geç olmadan
Uyanalım!

Not: Bu yazıda geçen bazı web adreslerinin üzerini “Carl” tuşu(sol alt köşedeki) basılı iken tıklayarak
o konu ile ilgili sitelere ulaşabilirsiniz.


Sayın Tarihçi Tarihçi ye gönderdiği AYDINLATICI yazısı için teşekkürler

20 Nisan 2008 Pazar

TÜRKİYEDE AMERİKAN MİSYONERLERİ VE ARMAGEDDON




TÜRKİYEDE AMERİKAN MİSYONERLERİ VE ARMAGEDDON

‘ABCFM’ye göre Türkiye Türklerin değildir. Bir misyonerin ifadesiyle; ‘Biz Türkiye’de Hıristiyanlar ve Hıristiyanlık için okul, hastane açıyoruz, ilaç götürüyoruz, modern tıbbı ve eğitimi kuruyoruz. Türkler bizi istemeyebilirler, ama oranın sahibi Türkler değil ki…’
Genel anlamda dinlerdeki dünyanın son zamanlarıyla ilgili öğretilere ‘eskalatoji’ denir.
Hıristiyan eskatolojisinde ‘Mesih’in İkinci Gelişi’nin ve “Armageddon”un-eş deyişiyle “Kıyamet Savaşı”nın- özel bir yeri vardır.
Bu inanca göre, İsa Mesih’in İkinci Gelişi’yle birlikte Hıristiyanlar, Kudüs’ün 55 mil kuzeyindeki Megiddo Ovasında Hıristiyan karşıtı olan Yecüc ve Mecüc Ordusunu yok edecektir.

Radikal Protestan Hıristiyanlar, bu savaşın ardından yeryüzünde 1000 yıl sürecek olan Mesih Krallığı kurulacağına inanırlar.
Yahudi eskatolojisinde de “Mesih İnancı” ve “Kıyamet Savaşı”nın özel bir yeri vardır. Ancak Yahudilerin beklediği Mesih, İsa değil Davud soyundan bir kraldır. Yahudi eskatolojisine göre Mesih, Gog ve Magog’a (Yecüc ve Mecüc’e) karşı verdiği savaşı Yahudilerin Sukot/Çardak Bayramı günü kazanır. Böylece yeryüzünde kendilerini “Tanrının Oğulları” olarak gören Yahudilerin 1000 yıllık egemenliği başlar.

Protestanlara ve Yeni Hıristiyan Akımlar’a göre Mesih’i göndermesi için Tanrı’yı harekete geçirmek gerekir. Peki, bu nasıl olacaktır? İnanca göre bunun yolu, Üçüncü Kehanet’in Tanrı’ya bırakılmayıp insan eliyle gerçekleştirilmesidir. Bu aşamadan sonra artık bu inanç ve kehanet ile değil “Teo-politik bir proje” ile karşı karşıyayız demektir.

Üçüncü kehanet nedir?

-İsrail’in vaat edilmiş topraklara ulaşması gerekir. Burada ayrıntılara girmiyorum, zaten şu an bu aşama var gücüyle uygulanıyor -
Mescid-i Aksa’nın ve Kubbetu’s-Sahra’nın yıkılıp yerine Süleyman Tapınağı’nın inşa edilmesi gerekir.


Tapınağın üçüncü kez inşasının ilk adımı Tapınak’ın kayıp olan temel taşının yerine konulmasıdır. 4,5 ton ağırlığındaki bu taş, Tapınak’ın önceki inşalarında da katkısı olduğuna inanılan Alafi Ailesi’nin arazisinden getirilmiştir.




Hulda Kapısı diye bilinen bu alana taşın yerleştirilmesi için çevrenin boşaltılması gerekmektedir. Bu durumda Yahudiler Kubbetü’s-Sahra’yı yıkacaktır.


Köktendinci Amerikan Misyoner Örgütleri’nin Türkiye Operasyonları

Mormonlar ve Türkiye Operasyonları

Mormonlar kendilerini Mesih İsa Kilisesinin Son Zaman Azizleri olarak adlandırırlar. Mormonlar kimi zaman Protestanlık içinde değerlendirilirse de Luther ve Calvin gibi Protestan önderlere değil de Joseph Smith’in öğretilerine bağlıdırlar.
Merkezleri Utah Eyaleti’dir.

Mormonlar topraklarımızda Sultan Abdülhamid döneminden itibaren boy göstermeye başlamışlardır.
Sultan Abdülhamid, Mormonların yanı sıra tüm misyonerlik faaliyetlerine karşı dikkatli olunması için tedbirler aldırmıştır. Ülkemizde ilk faaliyetleri 1994 yılına rastlar, bu dönemde gizli faaliyetlerde bulunmuşlardır.


Ağustos 1999 depreminde Mormon Kilisesinin temsilcileri olan Clark Cox ve Janet Cox isinli şahıslar, yardım faaliyetinde bulunmak üzere İstanbul’da ofis açmak için Dışişleri Bakanlığı nezdinde izin talebinde bulunmuşlardır. Gerekli izin alınmış ve 1996 da kurulan “Letter-Day Saint Charities (LDSC) isimli kuruluş tarafından deprem bölgesine yönelik yardım, propaganda ve örgütlenme faaliyetleri yürütülmüştür.



LDSC isimli kuruluşun temsilcileri deprem çalışmalarından sonra da ülkemizde kalmışlardır. Söz konusu mormon kuruluş ile Tarımsal Enerji ve Mekanizasyon Araştırma Vakfı (TEMAV) ve Atılım Üniversitesi arasında yardım ve işbirliği yapmak amacıyla protokol imzalanmıştır.


Bu protokol Dışişleri Bakanlığı’nın da olumlu görüşleri alınarak Yükseköğretim Kurulu Başkanlığı’nca onaylanmıştır. Böylece mormon misyonerler öğretim görevlisi olarak Atılım Üniversitesi’nde görev almışlardır. Söz konusu mormon misyonerler Atılım Üniversitesi ve TEMAV yöneticilerinin girişimleriyle ülkemizde ikamet ve çalışma izni almışlardır.
Mormon misyonerler, propaganda ve örgütlenme amacıyla Köy Hizmetleri ve GAP İdaresi Başkanlığı personeline, 8 milletvekiline, ücretsiz yabancı dil eğitimi vermişlerdir.İstanbul Etiler’de bir ev, kiliseleri olarak faaliyet halindedir.


İstanbul Fatih Rotary Klübü gibi kimi Rotary klüplerinin de mormonlara lojistik destek verdiği bilinmektedir.Mormon kilisesine ait olan Birgham Young Üniversitesi Türkiye’den yabancı dil öğrenmek için ABD’ye gelmek isteyen gençlere birtakım mali imkanlar sunuyor.

Yedinci Gün Adventistleri ve Türkiye’deki Faaliyetleri

Marjinal Protestan gruplardan birisi olan Yedinci Gün Adventistleri, köken olarak Adventizm’e dayanır. Adventizm, 1831’de William Miller adlı bir çiftçi tarafından Amerika’da kurulmuş bir Mesihi harekettir.

Adventizm, köklerini Hıristiyan ve Yahudi kehanetlerinden,Mesihçilikten ve Kitab-ı Mukaddes’te sözü edilen binyıl inanç ve beklentilerinden alır. Advent, Adventit, Adventizm terimleri, Latince “geliş” anlamındaki “adventus” sözcüğünden türemiştir ve İsa’nın İkinci Gelişi ile ilgili anlamlar taşır.

Hıristiyanlıkta egemen görüş olan Hz. İsa’nın Tanrı’nın Oğlu olduğu inancına katılmazlar. Vaftiz yapmazlar. Vaftizi ancak 14-20 yaşında olanlara uygularlar, bebeklere vaftiz yapmazlar.
Genel merkezleri Washington’dur. Vejetaryenliğin yaygınlaşmasında Adventistlerin katkısı çok büyüktür.
Türkiye’de özellikle Ermeni ve Süryaniler üzerinde propaganda yapmaktadırlar. Çalışmalarını Kadıköy merkezli olarak yürütmektedirler. Azerbaycan’da ileri düzeyde örgütlenmişlerdir ve Gagavuz Türk’leri üzerinde yoğun faaliyetleri vardır.

Adventistler 17 ağustos depremini fırsat bilerek 1999’da Türkiye’de yeni bir atağa kalkmışlardır. İstanbul’da ADRA’nın bir temsilciliğini de açmışlardır. Adventistler (ADRA: Adventist Development and Relief Agency) UNICEF ve Milli Eğitim Bakanlığı işbirliği ile deprem bölgesindeki tüm illerde, “Anne Eğitimi Programı” uygulamıştır.


Adventistlerin de, Hıristiyan Siyonizm’ine inandıklarını belirtmeliyiz. Başka deyişle Adventistler, henüz İsrail kurulmadan önce Yahudilerin Filistin topraklarına dönmelerini savunmuşlardır.


Bugün de Adventistler, Mesih’in yeniden gelmesi için İsrail’in sonuna kadar desteklenmesi gerektiğini savunurlar.
Adventistler savaşa gitmeyi reddettikleri için 1942’den 1960’lara kadar askeri projelerde gönüllü kobay olmayı kabul etmişlerdir. Adventistlerin önümüzdeki zamanlarda Yehova Şahitleriyle birlikte “vicdani ret” cephesini genişleteceklerini söyleyebiliriz.

Yahova Şahitleri ve Türkiye Operasyonu

Yehova Şahitleri hareketi, 1879’da, Charles Taze Russel adlı bir Amerikalı tarafından başlatılmıştır. Russel zamanında “Kutsal Kitap Etütçüleri” adını taşıyan hareket daha sonra Yehova Şahitleri adını almıştır.

Genel merkezleri New York’tadır. Yehova Şahitleri’ne göre: Yakın gelecekte Armageddon savaşı başlayacaktır. Tanrının gazabıyla diğer Hıristiyanlar ve din mensupları yok olacaktır. Zulüm ve kargaşa dönemi sonunda dünya temizlenecektir. Yeryüzünde Tanrı’nın bin yıllık krallığı kurulacaktır.
Armageddon Savaşı’ndan kurtulanlar akabinde yaratılacak olan ideal dünyada barış içinde yaşayacaklar; daha önce semaya çekilen değerli ölülere katılacaklardır. Bu bin yıllık krallıktan sonra kısa bir süre için şeytan ve taraftarları tekrar ortaya çıkacak ve yok edileceklerdir. Armageddon Savaşı’ndan önce ölenlerin ise varlıkları yok edilip toprak olacaklardır. Semaya yükselen müminler için Tanrı yeni bir beden yaratacaktır.
Bu bedenler hiçbir kusur olmaksızın önceki özlerine benzer olacak ve asıl kişilikleri ve hatıralarıyla yaşamaya devam edeceklerdir.
Böylece cennet yeryüzünde kurulmuş olacaktır.
Yehova Şahitleri inançlarını Mukaddes Kitap’tan alırlar ve Mukaddes Kitap Tanrı’nın bir (1) olduğunu söyler, oysa Hıristiyan Alemi Tanrı 3’tür der ve İsa Mesih’in de bir Tanrı olduğunu söyler.




Cehenneme ve Kadere inanmadıklarını Cennet’in yeryüzünde kurulacağına inanırlar.
1934’te Türkiye’de faaliyet yapmak istemişlerse de Atatürk izin vermemiştir. 1967’lerden sonra bazı ibadet ve toplantılarını stat veya salonlarda yapacak düzeye gelmişlerdir. Özellikle Eskişehir’de yoğunlaşmışlardır.


Bütün büyük şehirlerimizde temsilcilikleri vardır.Yehova Şahitleri, propaganda kitaplarında, kurulu hukuk düzenine, askerliğe ve milli bayraklara selam durmaya karşı olduklarını belirtmektedir.

Moon Hareketi ve Türkiye Operasyonu




Sun Myung Moon, Kore kökenli Amerikalı bir Mesih. Kısaca Moonculuk olarak bilinen hareketin tam adı “Evrensel Hıristiyanlığın Birleşimi Amaçlı Kutsal Ruh Cemiyeti”dir. Moom kendi hareketini,”Dünya Barışı İçin Aile Federasyonu ve Birlik” diye tanımlar.

Amacını da şöyle özetler: “Ailelerden oluşan, gerçek sevgi idealini somutlaştırmak ve tüm insanlar arasında birliği sağlayıp, dünya barışını kurmak için uğraşan, uluslar arası bir harekettir.”
Mesihi bin yıllık devre anlayışına sahiptir. Mooncular, kendilerine “Tanrı Krallığı”nın yeryüzünde gerçekleştirme görevi verildiğine inanırlar.
Mooncuların beyin yıkama yoluyla veya zihin kontrolü teknikleriyle üye kazandığı ve alıkoyduğu, aileleri böldüğü, liderleri lüks içinde yaşarken üyelerinin istismar edildiği, Güney Kore Haber Alma Teşkilatı’yla (KCIA) alakası bulunduğu, silah imalatıyla uğraştığı gibi suçlamalar yapılmıştır.
Hareket 1989’lara kadar, antikomünist mücadele sürdürmüştür.
CIA’nın Güney Kore’yi Hıristiyanlaştırmak ve başta Uzakdoğu olmak üzere anti-komünist faaliyetler yapması için desteklediği mooncular, bugün küresel çapta yayılmış, oldukça karanlık ilişkileri olan bir örgüttür.Moon’un silah fabrikası, gazeteci Fatih Altaylı tarafından gündeme de getirilmişti.
Mooncular, özellikle Özal dönemiyle birlikte-1982’den itibaren-Türkiye’de yoğun bir propaganda faaliyetine girişti. Mooncular, diğer Hıristiyan misyoner örgütlerinin aksine kitlesel propagandadan çok politik ve akademik çevrelerle ilişki kurdular.
Mooncular, faaliyetlerini daha rahat yürütebilmek için Marmara İlahiyat Fakültesi’ne bir adamlarını da yerleştirmişlerdir.
Yaşar Nuri Öztürk, Deniz Baykal, Işılay Saygın, Zekeriya Beyaz, Ayseli Göksoy, İmren Aykut gibi medyatik ve siyasi isimlerin de adı bu tarikatla gündeme gelmiştir.

Amerikan Board Teşkilatı



ABCFM ya da daha çok bilinen adıyla Amerikan Board Teşkilatı, Osmanlı topraklarında faaliyet gösteren ilk Amerikan Protestan misyoner örgütüdür. Çok daha önemlisi Osmanlı topraklarında kurduğu kolejler aracılığıyla ABCFM Ermeni terörünün doğmasında dolaylı biçimde de olsa etkili olmuştur.
ABCFM, Amerika’da iktidarı her zaman tekellerinde tutan Beyaz Anglo-Sakson Protestanlar’la (WASP) bağlantılıdır. Bunlar da WASP’ın diğer kanatları gibi, Tanrı’nın dünyevi planının Yahudilerle ilişkili olduğuna inanır.
Protestan Hıristiyanlara göre söz konusu dünyevi plan Mesih’in yeniden gelmesi için İsrail’in vaat edilmiş toprakları ele geçirmesi ve Mescid-i Aksa’nın yıkılıp yerine Süleyman Tapınağı’nın inşa edilmesidir.
ABCFM, Osmanlı Türkiye’sinde, ABD’nin emperyal amaçları doğrultusunda Ermenileri Protestanlaştırarak devşirmiştir. Bu çerçevede ABD’nin asıl amacı “Protestan Ermeni İmparatorluğu” kurmaktı.

Wilson Prensipleri ise, bu amaca giydirilen politik bir kılıftı. Bu süreçteki aktörlerden birisi olan ABCFM’nin “Ermeni meselesi”nin doğmasında önemli bir rolü olmuştur. Ünlü tarihçi Justin McCarthy’nin de vurguladığı gibi,
“19. yüzyılın sonlarından itibaren ABCFM’nin yurtdışındaki misyonerlik çalışmaları artık bir nevi Ermeni davası haline gelmiştir.”

ABCFM, ABD’deki Protestan misyoner örgütlerinin en kıdemlisi ve de en büyüklerinden birisidir. ABCFM, Calvinci geleneği temsil eden, 16, yüzyıl sonları ile 17. yüzyılda İngiltere ve Amerikanın doğusunda filizlenen Püriten akımın belli başlı üç temsilcisinden Congregationalistler’ce 1810 yılında Boston’da kurulmuştur.
Tüm Protestan misyoner örgütleri içinde gelir ve misyoner sayısı yönünden ABD’de % 30–35 lik bir paya sahiptir.

Sağlık ve Eğitim Vakfı 1968 tarihinde Amerikan Bord Heyeti’nin kurucusu olduğu İzmir, Tarsus ve Üsküdar Amerikan Liseleri ile Talas Amerikan Ortaokulu mezunları ve Amerikan Bord personeli tarafından kuruldu.
Amerikan Bord Heyeti, 1820’lerden itibaren Osmanlı toprakları üzerinde eğitim ve sağlık alanında hizmet vermektedir. Cumhuriyet öncesi dönemde anaokulundan üniversite düzeyine ve meslek okullarına kadar pek çok eğitim kurumunun yanı sıra çeşitli yetimhaneleri, hastaneleri ve yayınevleri de vardı.


Cumhuriyetimizin kurulmasından sonra da Türk halkına kaliteli eğitim ve sağlık hizmeti götürmeyi amaçlayan heyetin kurucusu olduğu üç okul (İzmir, Tarsus ve Üsküdar Amerikan Liseleri) günümüzde de eğitim hizmetine devam etmektedir.


Amerikan Bord Okullarından başka Gaziantep Amerikan Hastanesi ile SEV Matbaacılık ve Yayıncılık Eğitim Ticaret A.Ş. de Vakfın çatısı altında toplanmıştır.

Barış Gönüllüleri Örgütü



Barış gönüllüleri örgütü, 1961’be başkan John F. Kennedy tarafından kurulmuştur. Barış Gönüllüleri’nin resmi söylemdeki amacı diğer milletleri yakından tanımak, Amerikalıları diğer milletlere tanıtmak ve gelişmekte olan ülkelere becerili işgücü ile kalkınmaları hususunda yardımcı olmaktır.


Barış Gönüllüleri ülkemize “Uluslar arası Antlaşmalar ve Sözleşmeler” çerçevesinde gelmiştir.1962–1970 yılları arasında Türkiye’de bulunmuşlardır. Garip olan, söz konusu anlaşmanın 10 Nisan 1965 tarihini taşıması.


Hâlbuki Barış Gönüllüleri’nin Türkiye’deki faaliyetleri 1962’de başlamıştır. Türkiye’ye gelen gönüllü sayısında da farklı rakamlar (1201–1585) vardır. En başta gelen etkinlikleri İngilizce öğretimidir.
Ağrı Dağı tutkuları da akla Nuh’un Gemisi araştırmalarını çağrıştırmaktadır. PKK ile yakın ilişkileri de vardır.

SOS Çocuk Köyleri

Barbaros Çocuk Köyü’ndeki cinsel taciz skandalları, TKMÇV’den SOS Kinderdof International’e, tsunami felaketzedesi çocuklardan, Dünya Kiliseler Birliği’ne kadar geniş bir alandaki faaliyetler arasındaki bağlantı dikkat çekici.
Misyoner örgütler hem medyatik imaj açısından hem de insan devşirmek açısından kimsesiz ve yardıma muhtaç çocukları iyi birer fırsat olarak görmektedir.


Deprem bölgesinde UNICEF’in desteği ile Caritas, Türk Protestan Kiliseleri ile birlikte çocuklara yönelik çalışmalar yapılmıştır. PKK’ya verdiği destek deşifre edilen Katolik misyoner örgüt Caritas, İstanbul Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğü’nün katkılarıyla çocuklara yönelik olarak çeşitli projeler yürütmektedir.


İzmir Enternasyonal Protestan Kilisesi de sokak çocuklarına yönelik özel faaliyetler yürütmektedir. İzmir’de Katolik Kilisesi’nin de çocuklara yönelik bir vaftiz kampının olduğunu da not edelim.

Yoga Hareketi

Sözde maneviyat sektörünün popüler örneklerinden birisi ünlü Hindu Guru Shri Mataji, Shri Mataji Hindu kökenli Hıristiyan bir ailenin çocuğu olarak Hindu ve Hıristiyan mistisizmlerinin bir sentezini modern zamanların spiritüalizmi ile kaynaştırarak bir ruhsal olgunlaşma ve daha da ötesi bir manevi kurtuluş yolu olarak sunmaktadır.

Uluslar arası popülaritesi olan bu türden sözde maneviyat ekollerinin daha pek çok örneği var. Bunlardan bir diğeri de Maharishi Mahesh Yogi’nin geliştirmiş olduğu “Transandantal Meditasyon” yöntemi.
İzleyicilerinin Maharishi Birleşik Alan Teknolojisi Derneği adı altında İstanbul, İzmir, Ankara ve Adana’da örgütlenmiş olduklarını da kaydedelim.
Yogacıların hedef kitlesi bir uçta jet-sosyete, öbür uçta sokak çocukları.
1988’de Ataköy Dolfin Disco’daki ayine 1.000 kişilik resmi kartlı (Sahaja Yoga Kartı) mürid katılmıştı. Shri Mataji’nin müridlerinin Shri Mataji hakkındaki imajı ise tıbbi mucizeleri ile bilinen İsa Mesih’in imgesine denk düşüyor.

İlginçtir, müridleri Shri Mataji’den İsa Mesihvari mucizevî şifalar beklerken o tekerlekli sandalyeye mahkûm. Bir atalar sözünün tam sırası herhalde: “Kelin ilacı olsa başına sürer.”

Scientology Hareketi

Kendini 20, yüzyılın dini olarak tanıtan Scientology Hareketi, 1954 Şubatında, Los Angeles’te Lafayette Ronald Hubbard ve onsekiz havarisi tarafından kuruldu.
Scientology Hareketi, kendini bir din olarak kabul ettirmek istiyor.




Hollywood’un en popüler aktörlerinden Tom Cruise, ünlü sunucu Larry King, Dustin Hoffman, John Travolta gibi pek çok ünlü Scientology’nin üyesi bulunuyor.

Scientology Hareketi’nin zihin kontrolü üzerine kurulu olduğunu söyleyebiliriz. Scientolojistler “zihin kontrolü”nü “Auditor” dedikleri “Denetçi”ler aracılığıyla uyguluyorlar. Denetçiler, külte katılmak isteyenlere kişiye özel bir eğitim paketi hazırlıyorlar.
Eğitim paketinin amacı, taliplinin hayatını gözden geçirmesi, kendisiyle yüzleşme yeteneği kazanması. Üye adayı, böylece hayatına damgasını vurmuş olan enigmaların/olayların etkisinden kurtuluyor ve “clear” yani “Berrak” olduğu kabul ediliyor. Berraklık mertebesine erişen talibim bir sonraki aşaması “müridlik”. Buradan “OT” dedikleri mertebeye geçiliyor. “OT” bedenini ve zihnini terk edebilen “Thetan” yani ruh.

Thetan “bakmadan görebiliyor, işitmeden duyabiliyor” vs. Bu çerçevede, Scientology’de kitaplı dinlerin İsa dahil tüm peygamberleri ve Buda gibi diğer büyük dini liderler, “Berraklık” mertebesinin biraz üstüne çıkmış insanlar olarak kabul görüyorlar. Tanrı’ya inanmakla birlikte Yehova Şahitleri gibi cennet ve cehennem inançları yok.
Bunun yerine Hinduizm-Budizm kökenli reenkarnasyon inancını benimsiyorlar, “Berraklık” mertebesine ulaşan kişinin duğum-ölüm silsilesinden kurtulacağı telkin ediliyor.
Kendi kaynaklarından verdikleri bilgilere göre dünya çapında örgütlendikleri 74 ülkeden birisi de Türkiye. Türkiye’deki faaliyetleri 1999 depremi ile başladı. Faaliyet sahasına aldığı ülkede kendisini ilk olarak kitap ve broşürlerle gösteriyor.

Bu anlamda “Süper Yayınları” adıyla Türkiye’de yayıncılık sektörüne girmiş görünüyorlar. Süper yayınları Aksaray’da Cerrahpaşa Caddesinde faaliyete geçmiştir. Yayınevinin web sitesinde verdiği bilgiler, sadece bir yayınevi olmanın ötesinde Scientology Hareketi’nin temsilcisi olduğu yönünde.

Almanya Federal Hükümeti, Scientology Hareketi’nin faaliyetlerine sınırlama getirmiştir. Alman yetkililer, hareketi dinsel bir kurumdan çok insanlardan para toplamak için kurulan sahte bir din olarak değerlendiriyor.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz; Evanjelikler, Amerika’da gerçek iktidarı her zaman elinde tutan Beyaz Anglo-Sakson Protestanların (WASP) çatısı altında yer almaktadır. Bunlara göre Mesih’in yeryüzüne yeniden gelmesi için İsrail’in vaat edilmiş toprakları ele geçirmesi ve Mescid-i Aksa’nın yıkılıp yerine Süleyman Tapınağı’nın inşa edilmesi gerekir. Evanjelikler bu süreçte Armageddon adını verdikleri bir Kıyamet Savaşı çıkacağına inanırlar. Evanjeliklere göre bu konuda Tanrı’nın keyfi beklenmez.

TANRIYI KIYAMETE ZORLAMAK GEREKİR.
20 Nisan 2008 ZTC

Sayın ZTC ye kapsamlı yazısı için teşekkürler


Website counter