29 Mayıs 2009 Cuma

MARMARAY PROJESİNE “NEDEN-SONUÇ” İLİŞKİSİ ÜZERİNDEN GENEL BİR BAKIŞ

MARMARAY PROJESİNE“NEDEN-SONUÇ” İLİŞKİSİ ÜZERİNDEN GENEL BİR BAKIŞ(1.BÖLÜM)
MARMARAY PROJESİ KARŞITLIĞINDA

DÜNDEN BUGÜNE NE DEĞİŞTİ?


Yaklaşık 5 senedir sınırlı sayıda insanla da olsa, Marmaray Projesine karşı mücadele veriyoruz. Bu mücadele daha çok, projeyi deşifre etmeye ve gelişmeleri aktarmaya çalışmakla geçiyor. Her ne kadar 2004-2006 yılları arasında, “projeyi sorgusuz sualsiz” destekleyen yaklaşımlarda değişiklik olsa da, projeye bütünsel bakışta yaşanan sıkıntılar halen devam etmektedir.

Algının ne olduğundan önce, yaptığımız araştırma ve gelişmeleri paylaşan bizler, “haberci” hatta “felaket tellalı” durumuna düşmüş durumdayız. Bir de sürekli aynı konuda yazan, belge ve bilgi sunan durumunda olduğumuz için “sıkıcı” algılanmaya da neden olabilmekteyiz.

Ancak süreç, bütünsel olarak algılanamadığı, parçalar birleştirilemediği sürece, projeye karşı verilecek mücadelede, ne yazık ki pek fazla yol alamamaktayız.

Bu yüzden öncelikle süreci doğru olarak tanımlayabilmemiz gerekiyor. Bunun için de, geçmişle şimdi arasında bir kıyaslama yapmak durumundayız…


Marmaray Projesi karşıtlığında geçmiş yıllardaki durum

Aslında başlığa hiç de uymayan bir süreçten geliyor Marmaray Projesi üzerindeki düşünceler. Çünkü, 2004-2006 yılları arasında ortada bir karşıtlık değil, aksine savunma süreci var. Hatta bu savunma o kadar abartılmış ki; “Marmaray Projesi, yeni bir konu değil, ülkemizin ve İstanbul’un yaklaşık 150 yıllık bir projesi. Marmaray Projesi 1860’lı yıllarda gündeme gelmiş…-2004” şeklinde sözler söylenebilmiştir.

Bu sözü söyleyen Marmaray Projesini icat eden siyasi iktidar ile projeden sorumlu kuruşlar olan TCDD yada DLH Genel Müdürlüğü olsa bir nebze olsun anlamak mümkün! Ancak bu söz ne yazık ki, “ulaştırma konusunda bilimsel merkez olma özelliğine sahip olan” bir mühendislik dalının örgütlendiği İnşaat Mühendisleri Odasının bir şube başkanına ait!

Bu sözleri söyleyen başkanın, diğer bir dayanağı da, “Marmaray Projesini… meslek grubu olarak uzun yıllardan bu yana önemseyen” olmaları! İşin içine akademi ve bilimsellik girince, insan ister istemez, somut temele dayanan, bilimsel şüphecilikten şaşmayan açıklamalar bekliyor! Ancak görünen tablo bu yönde değil!

Eğer proje kavramı ile kasıt, “bir planın analiz edilebilen ve değerlendirilebilen en küçük bağımsız birimleri” ise, bu projenin 150 yıllık olduğunu söylemek için “Marmaray” adıyla yapılan bu projenin, 150 yıl önceki planla yada fikirle bağdaşması, fikrin projeye aynen yansıması gerekmektedir.

Yapılan projenin adı “Marmaray”, 150 yıl önceye kadar dayandırılan(ki daha öncesine de gitmektedir bu fikir) projenin adı da “Marmaray” mıydı, “150 yıl önce planlanan bugünkü projeyle aynı mıydı” diye sorular sormak, herhalde hakkımızdır! Burada kavramların doğru kullanılmasından öte bir anlam vardır! Çünkü problem, yapılan projenin; “güncel ve planlanmaya dayanmayan kaygılarla yapılıyor” olmasının üstünün, “yüzyılın projesi, 150 yıllık hayali gerçekleştiriyoruz” söylemleriyle örtülmek istenmesidir.

150 yıl öncesinden, son 6 yıla gelen kadar geçen süreçte mevzu edilen fikir, kıtaların birbirine deniz altından bağlanmasıydı! Bu hayal Türkiye demiryollarının gelecek senaryoları kapsamında bir hayaldi. Yani Orta Asya, İpek yolu, Bağdat vb. kanallardan gelen demiryolunun kesintiye uğramadan İstanbul üzerinden Avrupa’ya ulaşması idi!

Gerçekte siyasilerin niyeti bu muydu, bu tartışılabilir hatta İnşaat Mühendisi bir hocamızın dediği gibi projenin 25 yıllık mazisi olduğu da söylenebilir! Ancak 5 yıl önce “Marmaray” adıyla ortaya atılıp, apar topar inşaatına başlanan proje, transit demiryolu taşımacılığı ile ilgisi olmadığı gibi, aslen bir metro sistemidir ve bu proje ile demiryolları ağır darbe alacaktır! Herhalde, akademik bir çevrenin temsilcisinin 2004 yılında bunu görememiş olması ve projeyi 150 yıllık diye savunmak istemesi bu şartlar dahilinde kabul edilebilir olmaz.

Başka bir yaklaşım da, bir gazeteci ve aynı zamanda geçmiş yıllarda bir odanın genel başkanlığını yapmış olan bir akademisyenden geliyor: “Marmaray, “ulaşımda otomobile tutsaklığı” gidermeyi amaçlayan “metropol ölçeğinde raylı toplu taşım sistemi” sayesinde, kent dokusundaki “karayolları tahribatını” durdurmayı hedefleyen “ulusal” bir proje-Ağustos 2005”.

Bu açıklama yapıldığı tarihte, açıklama sahibi akademisyen halen bu odanın Genel Başkanı! Açıklamanın tarihi, bu proje ve projenin içine yerleştirilmiş kentsel dönüşüm projelerinden olan ve “Haydarpaşaport, Dünya Ticaret Merkezi, Manhattan vb.” adlarla anılan rant projesine karşı verilen mücadelenin de hız kazandığı zamanlara denk geliyor. Bir yanda, projeyle birlikte, kent dokusunun önemli faktörlerinden olan Haydarpaşa Gar gibi, tarihi ve endüstriyel miras olan garlar/istasyonların yok edilmek, bir avuç zengin için rant alanları haline getirilmek istenmesine karşı mücadele veriliyor, bir yanda ise mücadelenin içinde şubesi de aktif ve öncü olarak yer alan odanın genel başkanı, projeyi öve öve bitiremiyor, hem de ulaşımda otomobile olan tutsaklığı bitireceği, kent dokusunda tahribatı durduracağı iddiasıyla! Zaten aynı dönemlerde bu akademisyen, bir liman kenti olan İstanbul’un özelliği ve kapasitesi itibariyle TEK limanı olan Haydarpaşa Limanının(ülkenin en büyük 3.limanı) da, “çirkin” olduğunu ve oradan kaldırılmasını gerektiğini söyleyebiliyor.

Aslında Marmaray Projesi hazırlandığında nasıl kamuoyuna yansıtıldı ise, bugün de aynı şekilde yansıtılıyor! Yani projede bir değişiklik yok ama temsiliyet yetkisi olan bir akademisyenin hem bu özelliği itibariyle, hem de gazeteci olması itibariyle, ister istemez “bilimsel şüphecilik, 5N, 1K basın ilkesi” temelinde yaklaşmasını bekliyorsunuz. Ancak, iş beklentileri tersten aşarak, hangi bilimsel temellere dayandığı belli olmayan, projeyi ortaya atan “siyasi iktidarın söylemlerine denk düşen” bir noktaya geliyor…

Şehrin planlama sürecinde bilimsel bir rol oynayan ve konunun uzmanı olan bir odanın eski Şube Başkanı ise, her fırsatta “Marmaray Projesini doğru” bulduklarını söylüyor bu yıllarda. Şehir planlaması konusunda, projenin “ne kadar doğru yere oturduğunu, hangi temellere dayandığını” açıklamaksızın ve kentlilerin yolculuk hareketlerini, “Marmaray Projesini savunan/yapan taraf için inceleyen” İstanbul Metropolitan Planlama Bürosunun(İMP), “yolculuk hareketleri kuzeye kaymıştır” yönündeki genel tespitinin de gerisine düşerek!

İşin cilvesine bakın ki, odanın bir sonraki şube başkanı ise, Eylül 2008 tarihinde şu açıklamayı yapıyor: “….. Odası İstanbul Şube Başkanı, bu tip büyük projelerin kamuya son derece kapalı bir şekilde yürütüldüğünü belirterek şunları söyledi: Özellikle ulaşım projelerinde bunu çok sık görüyoruz, karşımıza çıkıyor. İlgili hiç bir kurumla paylaşmadan çok büyük projelerin gündeme geldiğini ve büyük hızla başladığını görüyoruz. Burada da bu katılım sürecini en acı şekilde yaşıyoruz. Ev sahipleri “Bizi bilgilendirmediler” diyor. Hiç bir bilgilendirme olmadan bir takım yatırımlar yapılıyor, projeler uygulanıyor, biz de odalar olarak bundan son derece rahatsızız.” Bir yanda hiçbir veriye dayanmaksızın yapılan açıklamalar, bir yanda da aynı odadan gelen “kamuya son derece kapalı…bundan odalar olarak çok rahatsızız” çığlığı!

İşte konuyla ilgili bizzat yorumlarda bulunan ve bazıları direkt, bazıları da dolaylı olarak ilgili olan odaların 2004-2006 yıllarında ortaya attıkları bazı söylemler! Bu söylemler içinde bulundukları bilim dalları itibariyle, bağlayıcı söylemlerdir! Çünkü yapılan açıklamalar bireysel değil, örgütsel açıklamalardır.

Marmaray Projesiyle ilgili olarak sorumlu kuruş DLH Genel Müdürlüğünün, “projenin her aşamasında odaların, bilim insanlarının görüşlerini aldık/alıyoruz” söylemlerine, örgütsel yapılar olmaları itibariyle oda yöneticileri ve akademisyenlerce yapılan bu açıklamaların gerekçe gösterilemeyeceğini kim iddia edebilir? DLH Genel Müdürlüğü bugünkü karşı çıkışlar karşısında, çıkıp dese ki; “bakın geçmiş yıllarda oda yöneticileri, bilim insanları şunları söyledi, projeyi savunduklarını, doğru bulduklarını söyledi” dese, kim bunun yalan olduğunu söyleyebilir ki?

Bu söylemler sadece oda başkanlarına ait söylemler değil, ülke içinde dalında öne çıkan değişik akademisyenlerin de söylemleri mevcut! Marmaray Projesine karşı gelişen karşıtlığın aldığı yol itibariyle, bu akademisyenlerin de geçmişte neler söylediklerini bilmekte fayda var…

Bir odanın şube başkanı 2006 yılında yaptığı bir açıklamada; “Marmaray Projesi’ne ayrılması gereken ciddi bir bütçe olduğunu ve mali yetersizliklerden ötürü projenin gecikebileceğini, 2. Tüp Geçit Projesi’nin Marmaray’ın daha da fazla gecikmesine neden olacağını ve bunun da ulaşıma daha fazla yük bindireceğini” söylüyor...

Başka bir odanın şube başkanı ise, sempozyum konuşmasında; “Hepimizin bildiği gibi, tüp tünel çerçevesinde, artı İstanbul’un ulaşımına entegrasyonu çerçevesinde Marmaray Projesine başlanıldı, temeli atıldı, biz de ….. Odası olarak, ………… Odası İstanbul Şubesi olarak bu projeye yıllardır gönül verenlerdeniz, destekleyenlerdeniz. Her doğru projeyi desteklemek, bizim anlayışımız, ama yanlış olan, kent kültürüne, kent ulaşımına hizmet etmeyecek olan, yani bilimsel olarak doğru olmayan, sonuçları doğru olmayacak, insanları sıkıntıya sokacak projelere karşı durmak da yine bizim görevimiz. İşte bu çerçevede “İstanbul Ulaşımı ve Marmaray Projesi” dedik, son derece desteklediğimiz bir proje ve böyle bir etkinlik düzenledik.” sözlerine yer veriyor…

Bir odanın resmi web sayfasında 2006 yılında yayınlanan Marmaray Projesi yorumunda şu verilere yer veriliyor; “Gebze-Halkalı arası Marmaray ile 105 dakikaya düşecek… İstanbul Boğazı'nı tüp tünelle geçerek bitmek bilmeyen trafik sorununa çare olması beklenen Marmaray 'Asrın Projesi' şeklinde niteleniyor. Proje, Asya ile Avrupa kıtaları arasında kesintisiz bir demiryolu ulaşımının sağlanmasını ve İstanbul'da raylı ulaşımın ana akslarından biri olacak şekilde mevcut banliyö hatları ile araçlarının modernizasyonunun gerçekleştirilmesini amaçlıyor. Marmaray, Gebze-Halkalı arasındaki 76 kilometrelik güzergah üzerinde inşa edilecek. Bunun 63 kilometresi yüzeysel metro, 1.4 kilometresi batırma tüp tünel ve 11.6 kilometresi ise delme tüneller ile aç-kapa istasyonlardan oluşacak. Proje tamamlandığında saatte, bir yönde 75 bin, iki yönde toplam 150 bin yolcu taşınması planlanıyor. İlk aşamada günlük ortalama 1 milyon yolcuyu taşıyacak sistemde artan talebe bağlı olarak günlük 1 milyon 750 bin yolcu da taşınabileceği öngörülüyor. Böylece, tahmini seyahat sürelerinin; Gebze ve Halkalı arası 105 dakika, Bostancı ve Bakırköy arası 37 dakika, Söğütlüçeşme ve Yenikapı arası 12 dakika, Üsküdar ve Sirkeci arası ise 4 dakika olarak gerçekleşeceği belirtiliyor”.

Bir üniversitemizin öğretim üyesi, sempozyum bildirisinde şunları söylüyor; “Kent içindeki ulaşımda amaç, araçların değil, yolcunun taşınmasıdır. Marmaray Projesi de bu amaca hizmet edecek bir projedir. Marmaray Projesi’nin hayata geçirilmesiyle bir yandan Boğaz’ın ayırdığı mevcut ana hat demiryolu sistemi ve İstanbul’un metro sistemi sürekli hale gelecek; diğer yandan, iki yakada bulunan banliyö hatlar› bütünleşecek ve çağdaş bir yapıya kavuşarak İstanbul kent içi trafiğine önemli düzeyde hizmet verecektir.

Bu da, Boğaz’ın Marmaray gibi yüksek kapasiteli bir ulaştırma türüyle geçilmesiyle, Boğaz’da yeni bir köprü yapılmasına gerek kalmayacağıdır. Marmaray’ın tüp geçidi ihtiva eden kesimi haricinde kalan Yedikule-Halkalı ve Söğütlüçeşme-Gebze arasında bulunan güzergahta hat sayısı üçe çıkarılarak, üçüncü hatta TCDD tarafından bölgesel trenlerin ve ana hat trenlerinin çalıştırılması planlanmaktadır. Hat işletme bakımından, 2.14 dakika sıklıkla tren çalışabilecek özelliktedir. Dolayısıyla bu kadar yüksek kapasiteli kesim TCDD’nin işletmesi için de yeterli olabilir. Şöyle ki: İstanbul varışlı ana hat trenlerinin tümünün Anadolu Yakasında Sögütlüçeşme yada Haydarpaşa’ya, Avrupa yakasında da Yedikule yada Sirkeci’ye kadar gelmesi gerekmez. Bu trenler, yolcularını Asya Yakasında Gebze’de, Avrupa Yakasında ise Halkalı’da veya Ispartakule civarında Marmaray’a aktarabilirler. İstanbul için pik saat olarak belirlenen 07.00-09.00 ve 17.00-19.00 saatleri içinde bile yolcu durumuna göre bir yönde 2 yada 3 bölgesel trenin banliyö trenleriyle birlikte çalıştırılması mümkündür. Yani pik saat aralığında banliyö trenleri çalışırken, araya bölgesel trenleri koyabilmek mümkün olabilir. Yük trenleri de yolcu sayısının çok azaldığı gece saatlerinde çalıştırılabilir. ORER üzerinde yaptığımız çalışmalarda da, bunun mümkün olduğunu gördük.

Ben de diyorum ki, Kadıköy artık bir aktarma merkezi olmasın. Kadıköy’e yakın mesafeden gelenler için otobüsle taşımacılık yapılabilir. Ama uzaklardan gelenler, yani Kartal’dan, Pendik’ten, Göztepe’den, Maltepe’den gelenler için aktarma merkezinin Harem olması daha uygun olacaktır.”

Bu ve benzeri açıklamalar, sunumlar peş peşe yapılıyor bu yıllarda. Ve ne yazık ki, DLH’nın hiçbir bilimsellik içermeyen popülist söylemlerini baz alarak Marmaray Projesini savunan akademisyen sayısı bir hayli fazla.

Demiryollarında örgütlü sendikalar ise(BTS de dahil), hiçbir gerekçe olmaksızın yönetsel bazda projeyi desteklediğine dair açıklamalar yapıyor. Hatta işi daha kötü boyutlara taşıyıp, “banliyö işletmeciği bizim görevimiz değil” diyen sendika yöneticileri bile çıkabiliyor.

Sendikaların yanlış ve ilgisiz yaklaşımı, konuyla ilgili çalışma yapmamaktan ve genel söylemin peşinden gitmekten öte olmamakla birlikte, akademik çevrelerin “projeyi üretenler ve yapanlar tarafından kandırıldığı, 3.köprü karşılığında bu projenin akademik çevrelere kabul ettirildiği” yönünde iddialar da 2006 yılından sonra ortaya atılmaya başlanıyor. Ancak, 2004-2006 yılları arasında söylenen sözler, ortaya konulan bildiriler, ortada bir kandırmaca olmadığını da gösteriyor. Çünkü, DLH’nın işin başından beridir ortaya attığı gerekçelerin hiçbirinin bilimsel gerekçe olmadığı bir gerçek olmasına rağmen, akademisyen açıklamalarında “önemli detaylara” yer verildiği ortada!

Projenin içinde görev alan akademisyenlerin dahi, proje inşaatı ilerledikçe, “tarihi istasyonların zarar göreceği bize söylenmedi” demesi de, dışarıdan bakınca kabul edilebilir gibi gözükmüyor! Çünkü, bırakın bu konuda yıllarca okumayı, sıradan bir vatandaşa bile, mevcut hattı göstermek suretiyle, “buradan 3 yol geçireceğiz” dense, onlar dahi “o zaman önündeki engellerin(sanat yapısı, istasyon vb.) yıkılması gerekir” diyebilecektir.

İşin özünde; konuya duyarlı olması gereken kesimlerin, “ben bu işin bilimiyim” diyen akademik çevrelerin, konuyu “bilimsellik ve şüphecilik” yaklaşımları temelinde dikkate almadıkları yatıyor. Yaklaşım şekli bu noktadan çıkamamış olacak ki, bugün hala İnşaat Mühendisleri Odası yönetimi, “Oda görüşü” olarak Marmaray Projesini savunmaya devam ediyor, hem de en başında yaptığı gibi, “hiçbir bilimsel temele ve gerekçeye dayanmadan”…
MARMARAY PROJESİNE“NEDEN-SONUÇ” İLİŞKİSİ ÜZERİNDEN GENEL BİR BAKIŞ(2.BÖLÜM)
Bu yıllarda Marmaray Projesine bölümleri itibariyle yada cepheden karşı çıkanlar da yok değil!

Bir akademisyen, “İstanbul Ulaşımı ve Marmaray” isimli sempozyumda karşıtlığını şu şekilde dile getiriyor; “Ben Marmaray Projesi’ne ilişkin genel düşüncelerimi belirtmek istiyorum, ufak birtakım gözlemlerim de oldu. Aslında ben bunu üçüncü Menderes uygulaması görüyorum, ikinci dönem de Dalan dönemiydi. Tarihi eser açısından ve tarihi istasyonlara büyük bir saldırı söz konusu ve ben, bunların taşınarak kurtarılacağına asla inanmıyorum. Zaten Türkiye’de restorasyonun durumu ortada, yani gerçekten sağlıklı restorasyonun yapılabildiği bir tane örnek bile bulamazsınız. Bence yeterince ön araştırmaları yapılmadan, en tarihi alanlara bir saldırı söz konusu. Bunlardan biri Üsküdar; Üsküdar’ı gördüm ve gerçekten çok ilgi çekici bir yer ve belki de böyle bir tabakhane örneği Türkiye’de tek. Cağaloğlu, Sirkeci gibi hem Bizans, hem Osmanlı bakımından son derece değerli alanlara bildiğim kadarıyla, yani çok da iyi araştırmış değilim, ama Cağaloğlu’nda sırf 15 tane tabaka var, bütün bunlar imha edilecek. Ben diyorum ki, bu proje bir miktar daha ertelenebilse ve daha sağlıklı ön araştırmalar yapılıp, daha az tahrip görebilecek alanlara doğru kaydırılsa... Demin Üsküdar’daki öneriyi gördüm, sahil dolduruluyor. Zaten İstanbul’daki en büyük yanlışlardan bir tanesi ve İstanbul’un en güzel bölgelerinden bir tanesi olan sahillerin yok edilmesidir. Biliyorsunuz, Dalan bunu çok yaptı ve Üsküdar’ın kıyı şeridi değiştiriliyor, çok radikal çözümler, çok kökten çözümler. Ben şahsen bu haliyle bu projeye karşıyım, bunu ifade etmek istiyorum.”


Bazı akademisyenler ise, tüp geçitle ilgili itirazlarını dile getiriyor, bu itirazları başlıklar halinde aktarmak gerekirse;

-Ayrıca Marmaray da enerjinin en çok olduğu yere yapılıyor. Tüp geçit İstanbul için büyük risk taşıyacak!

-Elde edilen geo-teknik kesitlere bakıldığında, batırma tüp tünelin geçeceği yerin 'korkunç' derecede tehlikeli olduğu görülüyor. Deniz tabanından itibaren yaklaşık 6-20 metre derinliğe kadar bir bölgede, ince taneli ve suya doygun kum tabakası şiddetli bir depremde 'sıvılaşmaya' mahkumdur. Dolayısıyla, bu güzergah üzerine batırma tüp tünel inşa edilmesi, dünyanın en büyük denizaltı tünel faciasına davetiye çıkarmaktan başka bir şey değildir.

-Batırma tünelin boyu 1600 metredir. Bunun 900 metresi çok yüksek sıvılaşma çekincesi içermektedir. Bu aşamadan sonra eğer batık jöle tekniğe uygun olarak karıştırılmazsa deprem sırasında tüp yüzecek ve burularak kopabilecek, böylece dünyanın en büyük kıyımlarından birisi olacaktır...

Bunların haricinde sınırlı sayıda demiryolu çalışanı ve bazı akademisyenlerden; “Marmaray Projesinin rant projesi olduğu vb.” temelli itirazlar yükselirken, bu itirazlar ise ısrarla görmezden geliniyor.


Marmaray Projesi karşıtlığında şuan ki durum

Geçmiş yıllarda, Marmaray Projesini savunan birçok akademisyen ve sendika yönetimleri görüşlerini değiştirmiş durumda. Bugün öne çıkan, dalında yetkin olan bazı akademisyen görüşlerini başlıklar halinde incelemek gerekirse;

-Asrın Projesi olarak sunulan Marmaray aracılığı ile bir tarih katliamı yapılacaktır. Gebze-Haydarpaşa ve Sirkeci-Halkalı koridorlarındaki hat üçlemesi planı tarihi birçok yapının/değerin niteliğine geri döndürülemez biçimde zarar verecektir. Tarihi Haydarpaşa ve Sirkeci tren garları işlevlerini yitireceklerdir.

-İki yakadaki Marmaray koridoru boyunca hat sayısı üç iken, yakalar arasında bulunan tüp geçit iki hatlıdır. Üç hat olarak planlanan Marmaray koridorunu çift hatlı bir tüp ile birbirine bağlamak fiziksel bir darboğaz oluşturmaktadır. Bu darboğaz, iki yaka arasındaki tren işletmeciliğini ciddi biçimde zora sokacaktır. Bu durum, yakalardaki hat üçlemesini anlamsız hale getirmektedir. Bu işletim tarzı, Marmaray koridorundaki üçüncü anahattı gereksiz kılmaktadır.

- Marmaray' da en zayıf halka tüp geçiştir. Çünkü tüm uyarılara karşın, yalnız iki hattın Boğazı geçmesine olanak verecek biçimde gerçekleştirilmektedir. Yani ana hat trenlerinin geçişini göz ardı eden bir yaklaşım egemendir.

- Bu amaçla, tarihi, doğal ve kültürel değeri olan bu hatların ve çevresinin zarar göreceği, ulaştırma anlamında da yararı olamayacak girişimlerin durdurulması en doğru davranış olacaktır. İstasyon yerlerinin değiştirilmesi ve benzeri türden zorlama girişimlere de gerek yoktur. Mevcut durumun çağdaş teknolojilerle yenilenmesi ile yetinilmelidir.

- Marmaray adı verilen uygulamaların doğal sonucu imiş gibi gösterilerek Haydarpaşa ve Sirkeci İstasyonlarının istasyon kimliklerinin ortadan kaldırılarak çevreleri ile birlikte ranta yönelik başka amaçlar için kullanılmaya çalışılması kabul edilebilir bir durum değildir.

-Bugün geldiğimiz noktada proje amacından saparak, sadece kent içi ulaşımına hizmet edecek bir yapılaşmaya doğru gitmekte. Niçin diyeceksiniz? Çünkü Marmaray projesi içinde yer alan tüp geçit sadece iki hat olarak yapılmış ve zirve saatler içinde ana hat trenlerinin tüpü kullanmalarının önü kapatılmıştır.

-Marmaray projesi kapsamında Haydarpaşa ve Sirkeci Garlarının demiryoluyla bağlarının kesilmesi, yani gar olma işlevlerinin yok edilmeye çalışılması ile TCDD’nin tek hat üzerinde taşımacılık yapmasının önü de kesilmiş oluyor.

-Kentin tarihi ile bütünleşmiş bu garlar, mevcut iken, modernleşmek adına yeni garlar inşasına kalkışmak, tarihimize ve ülkemize karşı büyük bir saygısızlık olacaktır

-Banliyö hatlarının üç hatta çıkarılması ile tarih de katlediliyor. Zira Gebze, Haydarpaşa ve Sirkeci Halkalı koridorlarındaki hat üçlemesi planı, birçok tarihi yapının niteliğine geri dönülmez biçimde zarar verecek. Pek çok istasyon binası ya yıkılacak, ya da istasyon olma işlevi yok edilerek koruma adı altında atıl duruma getirilecektir.

-3.hat yapımından mutlaka vazgeçmeli ve mevcut banliyö hatları işletmeye kapatılmadan yenilenmesi için gereken inşaat programı yapılarak uygulanmalıdır.

Konuyla ilgili olarak oda yönetimlerinden ise, “oda görüşü olarak”, hali hazırda proje aleyhinde genel bir açıklama yapılmış yada bir rapor yayınlanmış değildir!


Tartışmalar projenin dışına çıkamadı

Savunma noktasından “itiraz” noktasına evrilen süreç, yukarıdaki verilerden de görüleceği üzere, projenin olası sonuçları ve projedeki yanlışlar ile yürütülen mevcut proje üzerinden önermeleri içermektedir. Projeyle ilgili olarak, cepheden ve bütünsel karşı çıkış ise çok ender dile getirilen bir husus olarak karşımızda durmaktadır.

Bu noktada “itiraz etme” adına bir sendika tarafından yapılan “sorumsuz” açıklamalara göz atmakta fayda vardır. Bu açıklamaları tek bir cümle ile özetlemek gerekirse; “Marmaray’a karşı çıkmak adına 2.boğaz köprüsünün yapımının gerekliliği, Marmaray Tüp Geçidinin Kartal-Kadıköy Metrosuna bağlanmasını ve bu hayata geçtikten sonra, mevcut TCDD hatlarında banliyö taşımacılığının sonlandırılarak anahat yolcu taşımacılığı yapılması gerektiği, banliyö yolcusunun Kartal hattına kaydırılması gerektiği, yüzyılın projesinin yüzyılın yanlışına dönmemesi gerektiği, yapılan inşaat sonrasında sadece 3-5 bin elit yolcunun taşınacağı vb. gibi” çelişkili açıklamalara yer verilmektedir.

Bu çelişkili açıklamalar da; konuyu, yürütülen proje üzerinden tartışan, projeyi cepheden reddetmeyen bir niteliğe sahiptir.

İşte şuan ki mevcut durum ortalama olarak bu yöndedir.

Marmaray Projesi ile ilgili olarak yürüttüğümüz tartışmalarda, projenin içinden ve olası sonuçları üzerinden yaklaşım sergilediğimiz için, projenin bu şekliyle “neden” gündeme getirilip, apar topar inşaatına başlandığını, projenin finansmanında emperyalist ülkeler ile bunların politikalarını yönlendiren uluslararası tekellerin payını, yerli işbirlikçilerin ve siyasilerin bu konuya eğilme nedenlerinin üzerinde durmamaktayız. Halbuki, düğümü çözecek en önemli nokta burası olsa gerek!


Türkiye’nin Japonya açısından önemi ve Marmaray Projesi

Marmaray Projesinin finansında ağırlıklı olarak Japon Uluslararası İşbirliği Bankası(JBIC) ve Japonya Uluslararası İşbirliği Ajansı(JICA) olmak üzere, Avrupa Birliğinin bankası olarak kabul edilen Avrupa Yatırım Bankası(EIB) gibi 3 ana kuruluş var.

Bilindiği üzere, 2003 yılı Japonya’da “Türk Yılı” olarak kutlanırken, 2010 yılı Türkiye’de “Japon yılı” olarak kutlanacak. “Japonya yılı” etkinliklerinden sorumlu olan kuruluşların başında TOYOTA gelirken, Mitsubishi, Mitsui gibi şirketlerin üst düzey yöneticileri de bu kutlamaların organizasyonunda görevli! Bu bilginin konumuz açısından ne kadar çağrışım yaratacağı tartışılabilir ama yazının 2.bölümde bu bilginin neden önemli olduğu daha iyi anlaşılacaktır.

Aralarında böyle bir bağ olan iki ülke ilişkileri için, 2006 yılında Türkiye’ye gelen Japonya eski Başbakanı Koizumi, Türkiye ziyaretinin amacının; “Ortadoğu barış süreci ve Irak’ın yeniden yapılandırılması” olduğunu vurgulayarak, “Türkiye’nin jeostratejik konumuna önem verdiğini, Türkiye’nin Japonya’nın Ortadoğu’daki çıkarları bağlamında yüksek öneme sahip olduğunu” belirtiyor. Türkiye’nin Japonya Büyükelçisi Abe, 2007’nin başında yaptığı bir açıklamada; “özellikle enerji, otomotiv, ulaşım alanları ve sosyal yardımlar konusunda işbirliğinin büyüyerek süreceğini, Doğu ve Batının kesişme noktası olarak tarif ettiği Türkiye’nin ekonomik ve siyasi istikrarının dünyanın geleceğini de yakından ilgilendirdiğini” söylüyor. Japonya’nın Türkiye yönelik ekonomik işbirliği(yatırım ve ticaretin tek taraflı olarak Japonya tarafından yapıldığı) projelerinde üç tane kuruluş var; Japon uluslar arası İşbirliği Bankası(JBIC), Japonya Uluslar arası İşbirliği Ajansı(JICA), Japonya Resmi Kalkınma Yardımları(ODA)!

Marmaray Projesinin Finansmanında çok önemli bir role sahip olan bu Japon sermaye kuruluşları, 1995 yılından itibaren “TCDD’nin Yeniden Yapılandırılması” adı altında tasfiye edilmesi ve yağmalanması için Booz Allen and Hamilton adlı Amerikan Danışmanlık Firmasınca hazırlatılan raporun da finansörü(bu şirkete hazırlayacağı rapor için 1 milyon dolar hibe kredi verilmiştir) olmaları dikkate değerdir.

Marmaray Projesi ve demiryolu yatırımlarının nedenlerini ve asıl amaçları bulmak açısından bu gerçeklik bize önemli bir ışık tutacaktır…


MARMARAY PROJESİNE “NEDEN-SONUÇ” İLİŞKİSİ ÜZERİNDEN GENEL BİR BAKIŞ(3.BÖLÜM)
Yeni Dünya Düzeninin Çarkları nasıl işliyor?


Japon finans kuruluşlarının demiryollarına ve Marmaray Projesine olan ilgisinin nedenlerini doğru tahlil edebilmek açısından, dünyadaki kapitalist çarkı ve işleyişini, sistemin bir ahtapotun kolları gibi nasıl sürece dahil olduğunu, olabildiğince ortaya çıkarmak durumundayız. Bunu yaparken, kapitalizmi detayları ile tahlil etmeyeceğiz. Kapitalizmin doğuşuna kadar olan sürece gitmeyecek, ekonomi politik konuları ile kapitalizmin teorik yönden tahlilini yapmayacağız. Çünkü bu konu, başlı başına bir konu olup, yazımızın bu bölümünde sadece, “bir benzetmeyle” ahtapotun gövdesini ve ucu ulaşım sektörüne kadar giden hareket şeklini aktarmaya çalışacağız. Ancak süreci yeterli donelerle tahlil edebilmek için, 100 yılı aşan bir tarihi mercek altına alacağız…

J.D.Rockefeller, J.P. Morgan, Warburg, Rothschild… Dünyanın en zengin hanedanlıkları olarak bilinen bu isimlerin ortak noktası, bugün dünyada ellerinde bulundurdukları muazzam güçtür…

1900’lü yıllar… Daha önce değişik defalar kurulup sonra kaldırılan Amerikan Merkez Bankasının, 1900’lü yılların başında yeniden kurulması için, Amerikanın en büyük bankeri J.P.Morgan, nüfuzunu kullanarak “Amerika’daki bankalar battı” diye bir söylenti yayar. Bunun üzerine bankalara hücum eden halk, birikimlerini bankalardan çekmek ister. Bu da Amerika içindeki binlerce bankanın batmasına neden olur. Morgan ve diğer 3 şirket 1910 yılında, Morgan’a ait bir adada hükümetin bile haberi olmadan bir toplantı yaparlar. Hedef bellidir, aslen kendilerinin çıkarttıkları “krizleri önleme” bahanesiyle Federal Rezerv Kanununu çıkarttırmak ve Merkez Bankasının kurulmasını sağlamak! Burada bir akit yapılır ve bu akit(Federal Rezerv Kanunu), daha sonra Rockefeller ailesine katılacak olan Senatör Nelson Aldrich’e, başkan tarafından onaylanması için verilir.

1913 yılında, bu uluslararası banker ve petrol krallarının desteğiyle Amerika Başkanlığına seçilen Woodrow Wilson, kendisini başkanlığa getirenlere olan borcunu öder ve şirketlerin hazırladığı bu yasayı onaylar. Ve Amerikan Merkez Bankası(FED) kurulur. Bu banka, devlete ait değil, bu hanedanlıklara aittir. Ve devlet paraya ihtiyacı olduğunda sürekli olarak FED tarafından borçlandırılmaktadır. Paranın arzının ve değerinin kontrolü de doğal olarak FED’de olduğu için, paranın değeri ile oynanarak, rakip şirketlerin bir bir yok edilmesi de sağlanabilmektedir.

Bu hanedanlıklar için, Amerika tek kaynak değildir. Ve dünyanın tüm kaynaklarını ele geçirmek için hareket halindedirler. 1913 yılında patlak veren 1.Dünya Savaşı, onlar için “kar getirecek” bulunmaz bir fırsattır. Ancak ortada bir sorun vardır; Amerika halkının büyük bir çoğunluğu savaşa girmeyi istememektedir. Şirketlerin kontrolündeki Başkan Wilson, halkın düşüncesini değiştirmek için, batırılacağını bile bile Almanların kontrolündeki sulara Amerikan Lusitaina gemisini gönderir. Ve beklendiği üzere, Almanlar bu gemiyi batırır ve 1.200 kişi ölür. Bunun üzerine Amerikan halkının fikri değişir ve Amerika savaşa girer. 323.000 Amerikalı’nın öldüğü savaşta, J.D. Rockefeller tek başına 200 milyon dolar kar elde eder. Arkasında Rockefeller’in de olduğu Amerikan Merkez Bankası FED’den, savaş için hükümetin aldığı 30 milyar dolar borç da doğal olarak bu hanedanlıkların kazanç hanesine yazılır.

Sistem bu hanedanlıkların istediği gibi işlemektedir. Yıl 1920’ye geldiğinde FED sürekli olarak para arzını artırdıktan sonra, birden piyasadan parayı geri çeker! Bu ayak oyunu ile Amerika’daki 5.400 banka batırılır.

29 Temmuz 1921 yılında, “Council of Foreign Relations(CFR)” orijinal adındaki namı değer Amerika “Dış İlişkiler Konseyi”, John D. Rockefeller tarafından New-York’ta kurulur. CFR’ye ABD’nin önde gelen şirketlerinin yöneticileri ve devletin üst düzey politikacıları üyedir. “think-thank” kuruluşu olarak gösterilen bu kuruluş, kurulduğu günden günümüze kadar Amerikan siyasetinin aktif belirleyicisi ve hakimidir. Konseyin amacı; “Amerikan finans ve sanayi sermayesinin ihtiyacı olan materyalleri 'mümkün olan en az stres ve zahmetle' elde edebilmek için gerekli ekonomik ve askeri hakimiyetin tüm dünyada kurulması” olarak tanımlanır.

Tarih süzgecimizi kısa bir süre için durdurarak, CFR’nin ne olduğunu anlayalım…

Finans destekçisi büyük ölçüde Rockefeller ailesi olan bu konseyin(CFR) sekreterliğine, 1949 yılında J.D. Rockefeller’in torunu olan David Rockefeller getirilir, aynı zamanda da Chase Manhattan bank’ın kontrolü de David Rockefeller’in kontrolü altındadır. David Rockefeller, 1970-85 yılları arasında CFR’nin başkanıdır. Birçok ülkedeki cunta hareketlerinin, işgallerin mimarı Henry Kissinger ise önemli projeleri hazırlayan danışman-uzmandır CFR içinde. 2007 yılı içinde Peter Peterson başkanlık görevindedir ama David Rockefeller “Fahri Başkan” olarak perde arkasında yönetici-yönlendiricilik görevini devam ettirmektedir.

CFR, II. Dünya Savaşından sonra başkan Truman’ın geliştirdiği doktrin çerçevesinde Batı Avrupa’nın yeniden restorasyonu/ekonominin güçlendirilmesi çalışmalarına “destek” verir, tabi buradaki “destek” kelimesinin anlamı çok başkadır. Türkiye ve Yunanistan’da program içine alınır. Meşhur Marsall yardımı da bu çerçevede devreye sokulur.

CFR’nin tarihinde üye olan bazı ünlüler(günümüze kadar):

Charles Peter McColough, George Kenan(ABD’nin soğuk savaş politikasının mimarlarından-diplomat), John J. McCloy(Dünya Bankası eski Başkanı-J.F.Kennedy suikastını araştıran Warren komisyonu üyesi), Paul Nitze(Roosevelt’ten Ronald Regan’a kadar birçok devlet başkanına dış politika, askeri ilişkiler, silah kontrolü gibi konularda danışmanlık yapmıştır), Strobe Talbott, Caspar Weinberger, Robert Lovett, John Foster Dulles, Allen Dulles, Dean Rusk, Nelson Rockefeller, John D. Rockefeller 3rd, J.D. Rockefeller, Robert McNamara(Savunma Bakanlığı ve dünya Bankası Başkanlığı yapmış bir kişi), Felix Rohatyn, Paul Warburg, C. Douglas Dillon, Eugene Rostow, Walt Rostow, Albert Wohlstetter, Roberta Wohlstetter, Arthur Schlesinger, McGeorge Bundy, William Bundy, Gerald Ford, Conrad Black(Medya devi The Daily telegraph’ın eski sahibi, aynı zamanda Türkeye’de tarım sektöründe yoğun olarak kullanılan Massey Ferguson’un sahibi), Sergei Karaganov(Putin’in siyasi danışmanı)…


CFR’nin önde gelen bazı üyeleri:

Dick Cheney, Jonothan S. Bush - George W. Bush's First Cousin., Fred Thompson(Oyuncu), Condoleezza Rice, Paul Wolfowitz, Robert M. Gates(ABD Savunma Bakanlarından), John D. Negroponte, Leslie Gelb(Dış politika uzmanı), Colin Powell, Alice Rivlin, Madeleine Albright, Zbigniew Brzezinski(Jimmy Carter’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı-üçlü komisyonun kurucu ortağı), HENRY KİSSİNGER, Jack Welch, Alan Greenspan, Paul Volcker(Eski FED Başkanı-Obama’nın ekonomik danışmanlar kurulu başkanı), Vernon Jordan(Clinton’un yakın dostu avukat), John C. Whitehead, George Soros(Dünyaca ünlü spekülatör-2005 yılında R. Tayyip Erdoğan Davos’da yaptığı görüşme’de Soros’u Türkiye’ye doğrudan yatırım yapması için çağırdı. Aynı zamanda Türkiye’deki yudum ve Sırma’nın sahibi olan Soros, kurduğu Açık toplum Enstitüsü aracılığı ile Türkiye dahil 60 ülkede faaliyet gösteriyor. Bu enstitü, Türkiye’de TESEV ve İstanbul Politikalar merkezi aracılığıyla değişik projeler üzerinde çalışıyor), Brent Scowcroft, George Shultz(ABD Dış İşleri eski Bakanı), James Woolsey, Jimmy Carter, Warren Christopher(ABD Dış İşleri eski Bakanı), James D. Wolfensohn, Steven Weinberg, Edgar Bronfman, Barbara Walters, Lawrence Eagleburger, Thomas Friedman, Paul R. Krugman, Peggy Dulany, David Rockefeller, Jr, John D. Rockefeller IV, Ethan Bronner, Warren Hoge(The Newyork Times), Steve Brock, Tom Brokaw (medya), Bill Clinton (former U.S. President), John Edwards (politics), Roger W. Ferguson, Jr., Chris Heinz (politika, banka), John Kerry (Demokratların eski Başkan Adayı), Stanley O'Neal (banking), Henry Paulson, Charles Prince (banking), Karenna Gore Schiff, Ron Silver, Jonathan Soros(George Soros’un oğlu), Lesley Stahl(medya), Adam Wolfensohn, Robert Zoellick, Charlie Rose(medya), Angelina Jolie (UN Goodwill Ambassador), Irving Kristol, Mikhail Fridman (Rusya’nın en zengin 2.patronu-Rus Alfa Grubunun sahibi), Shirley Williams…


CFR’ye üye olan bazı Şirketler/Gruplar/Tröstler:

Alcoa, Rockefeller Group, AMERİCAN International Group, Bank of America, Bloomberg, Boeing, BP, Chevron(Karadeniz’de Ordu ve Giresun’da petrol arama için anlaşma yapılan şirket), Citigroup(Türkiye’de Citibank adında bankası var), ExxonMobil(Standart Oil’e-Rockefeller ailesine aittir-Bu şirket Karadeniz bölgesinde TPAO ile yaptığı “Ortak İşletme Anlaşması” çerçevesinde petrol aramaktadır), Ford Motor, General Electric(TCDD’ye ait ortaklık olan TÜLOMSAŞ’da dizel lokomotif üretimi için 2008 yılında bu şirketle anlaşma imzalanmıştır), Goldman Sachs, Halliburton(Irak işgalinin mimarlarından Başkan Yardımcısı Dick Cheney’nin şirketi-Irak işgalinden büyük kar elde etmiştir.Türkiye ile petrol ticaretinde bağı vardır), IBM(Türkiye’de çok büyük paralara kazanan şirket, 2005 yılında TCDD’yi tasfiye planı çerçevesinde yürürlüğe konulan CANAC Raporunun hazırlanması için Dünya Bankası ile birlikte hibe kredi veren kuruluşlardandır), JP Morgan Chase(Morgan ve Rockefeller birleşmesi ile kurulan dünyanın en büyük bankası-Türkiye’de Vakıfbank ile çalışıyor), Kohlberg Kravis Roberts & Co., Lehman Brothers, Lockheed Martin, McGraw-Hill, McKinsey, Merck, Merrill Lynch, News Corporation, Shell Oil, Time Warner, Toyota (North America Inc.), American Express, Avon Products, BMW of North America, AT&T, Coca-Cola, General Motors, ITT Corporation, Hilton Hotels, Mitsubishi, PepsiCo, Pfizer, Phillips Petroleum, Sony Corporation, Texaco, Times Mirror, Nippon Steel, Xerox Corporation…


Tekrar geçmiş yıllara dönersek, dünyayı sarsan 1929 yılına gelindiğinde, yine aynı oyun sahnededir, Merkez Bankası(FED) tarafından sürekli olarak para arzı artırılmaktadır. Anlaşmalı olarak önce Rockefeller, sonra da diğerleri borsadan çekilir. Ve Ekim 1929’da kriz başlar. 16.000 banka bu kriz sonrasında iflas eder. Morgan ve Rockefeller gibi gruplara ise, iflas eden bankaları ve uluslar arası şirketleri yok pahasına satın almak kalır. Bu uluslar arası şirketler, bu para oyunlarıyla dünyanın en varlıklı şirketleri haline gelirler. Amerikan halkını ve dünya halklarını soymak için yapılan bu tezgahların üstüne gitmeye kalkan kongre üyesi Louis Mc Fadden ise 3.denemede zehirlenerek öldürülür.

Bu şirketler siyasetteki ve para arzındaki kontrolü elinde tuttukları için, 1933 yılında çıkartılan bir yasa ile halkın elindeki altınlara da el koyarlar. Bu konuda Rothschild hanedanlığından M.A. Rothschild’ın şu sözleri tarihe önemli bir not olarak düşer:

“Bana bir ulusun para arzının kontrolünü verin, o zaman kanun koyanları bile takmam”

Sıra 2.Dünya savaşına gelmiştir. Sorun aynıdır ve sorunun aşılması için uygulanacak taktik aynıdır. Amerikan halkının savaşa girme konusundaki karşıtlığı, Pearl Harbor baskını ile aşılır. Dönemin Amerika Başkanı Franklin Roosevelt, önce Japonları tahrik eder, ardından Japonların Pearl Harbor’a yaklaştığı yönünde gelen istihbaratı duymazdan gelir. Roosevelt’in amcası FED’in yönetiminde olduğu için, FED’den gelen isteklere aynen uymaktadır. Sonuçta beklenen olur ve baskında 2.400 asker ölür. Ve savaşa girilir.

Dünya halklarının kanını emen ve yaşadıkları/yönettikleri ülkenin vatandaşlarını öldürtmekte tereddüt etmeyen bu hanedanlıkların kar için sınır tanımadıklarının en büyük kanıtı, 2.Dünya Savaşında her iki tarafı da desteklemeleridir. Buna en yakın örnek, Nazi Almanya’sının 2 kuruluş tarafından destekleniyor olmasıdır. Bunlar I.G. Farben ile J.D. Rockefeller’in sahibi olduğu Standart OİL’dir(Exxon, Texaco, Socal, Gulf ve Mobil şirketleri de Standart OIL’e aittir).

I.G. Farben Alman patlayıcılarının % 84’ü ile katliamların yapıldığı toplama kamplarında kullanılan gazı üreten bir şirkettir. Bu şirketin ortaklarından birisi ise(bu ortaklık gizli tutulmaktadır), Standart OİL’dir. Alman savaş uçakları Standart OİL’den 20 milyon dolara alınan yakıtla Londra’yı vurmuştur. İş bu satışlarla da sınırlı değildir. Nazi paraları New York Merkezli Birleşik Bankacılık Kurumunda aklanmaktadır. Bu kurum sadece bu görevi değil, Hitlerin yükselişinde önemli rol oynayan birçok yatırımı da finanse etme görevini de yerine getirmektedir. Bu kurumun Başkan Yardımcısı, günümüz dengeleri açısından önemli bir yere sahip olan George W.Bush’un dedesi Prescott Bush’dur.

2.Dünya Savaşı yıllarında çok önemli gelişmeler de yaşanır. Amerikanın politikalarını belirleyen çok uluslu şirketlerin, “savaş sonrasında Avrupa’nın yeniden inşası ve ülke ekonomilerini kontrol edebilme planlarına uygun olarak” Uluslararası Para Fonu(IMF) ve Dünya Bankası kurulur. 2.Dünya Savaşının bitiminde de Amerika’nın öncülüğünde, NATO ve Birleşmiş Milletler kurulur.

IMF’nin de katılımcı destekleri arasında ABD’nin büyük şirketleri ve tahmin edileceği üzere öncelikle Rockefeller ailesi vardır. IMF’nin ve Dünya Bankasının kuruluş süreci şöyle gerçekleşir;

1929 yılında başlayan ve 1930'lu yıllar boyunca Batı emperyalizmin yaşadığı ekonomik bunalımdan ve ikinci dünya savaşının ortaya çıkardığı yıkımın ardından 1944 yılında Bretton Woods Konferansında kabul edilen White Planı çerçevesinde önce, “İkinci Dünya Savaşının yıkımına uğrayan ekonomileri yeniden inşa etmek üzere(!)” tam adı “Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası” olan Dünya Bankası, peşinden de 27 Aralık 1945 tarihinde IMF kurulur.

IMF yönetiminde başkanlığın dışında iki önemli kurul vardır:

1-Guvernörler Kurulu: Uluslararası Para Fonu’nun en yetkili organı olup, üyeleri, ülkelerin genellikle Maliye Bakanı ya da Merkez Bankası Başkanı olmaktadır.

2-İcra Direktörleri Kurulu(Yönetim Kurulu) : 5’i atanmış (ABD; Almanya; Japonya, Fransa, İngiltere ) ve 19’u da seçilmiş olmak üzere toplam 24 kişiden oluşur. Atanmış üyeler yalnızca kendi ülkelerini temsil ederler. Seçilmiş üyeler ise bir grubu temsil ederler. Yalnızca kendi ülkesini temsil eden üç seçilmiş üye vardır: Suudi Arabistan, Rusya ve Çin.


IMF’ye üye az gelişmiş ülkeler, kullandıkları mali kaynak yani aldıkları borç karşılığında verdikleri taahhütleri yerine getirip getirmedikleri konusunda IMF’ye hesap vermekle yükümlüdürler. IMF politikalarının belirlenmesinde etkili olan gelişmiş ülkeler, doğaldır ki, kendileri lehine olan ortak ekonomik reçeteler saptamaktadırlar.

Dünya Bankası 1950’li yıllarda Dünya Bankası Grubu haline gelir. Günümüzde Dünya Bankası Grubu, faaliyetlerini kendisine bağlı çeşitli alt kuruluşları (IBRD, IDA, IFC, MIGA, ICSID) aracılığıyla sürdürmektedir. Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası (IBRD) ve Uluslararası Kalkınma Birliği (IDA) aracılığıyla gelişmekte olan ülkelere sağladığı düşük faizli, faizsiz ve hibeler şeklindeki kredileri yine Dünya Bankasının diğer kuruluşları olan; Uluslararası Finans Kurumu (IFC), Çok Taraflı Yatırım Garanti Ajansı (MIGA), Uluslararası Yatırım Anlaşmazlıkları Çözüm Merkezi (ICSID) ile geri aldığı gibi, bu kuruluşlar sayesinde gelişmekte olan ülkenin kaynaklarına çokuluslu şirketlerin ve dolayısıyla emperyalist devletlerin el koymasını sağlar. Nitekim IFC'nin tanımlanan görevi; yüksek riskli sektörlerin ve ülkelerin yaptıkları özel sektör yatırımlarını desteklemek ve geliştirmek, MİGA'nın görevi; gelişmekte olan ülkelerdeki yatırımcılara ve kredi verenlere politik risk sigortası (garantisi) sağlamak, ICSID'ın görevi; çokuluslu şirketler ve geri kalmış ülkeler arasındaki yatırım (sömürü) uyuşmazlıklarında uzlaşma sağlamaktır.


IMF ve Dünya Bankasının kurulmasındaki CFR faktörü

Aslında, IMF ve Dünya Bankasının kurulması ile GATT Tarifeler ve Ticaret Genel Anlaşmasının yapılması “komisyon” olarak da adlandırılan, Rockefeller ailesinin tekelinde olduğu tartışma götürmeyen Dış İlişkiler Konseyinde(CFR) karar altına alınır. Amerikan siyaseti üzerindeki mutlak etkisi ve yetkisi olan ancak “resmi” hüviyeti olmayan konseyin aldığı bu kararların meşrulaştırılması için az önce bahsettiğimiz Bretton Woods Konferansı toplanır ve sanki bu konferansta bu kuruluşların kurulmasına gerek duyulmuş gibi gösterilerek karar meşru hale getirilir.


Birleşmiş Milletlerin(BM) kuruluşunun arkasında yine aynı güçler var

1945'te Birleşmiş Milletler Şartı'nı hazırlayan San Francisco Konferansı'ndaki Amerikan heyetindeki isimler dikkat çekicidir. Aynı zamanda CFR üyesi olan bu kişiler; Nelson Rockefeller, John Foster Dulles, John McCloy’dur. CFR’nin Birleşmiş Milletler içindeki ağılığının en önemli göstergesi, Birleşmiş Milletlerin kurulduğu konferanstaki Amerikan heyetinde CFR’nin kırk yedi üyesinin yer almasıdır.

"CFR'nin bir parçası” olarak adlandırılan Birleşmiş Milletler teşkilatı’nın binasının David Rockefeller'in bağışladığı arsa üzerinde bulunması da manidardır.


SSCB tehdit olarak gösterilip, 1949 yılında da NATO kurulur

İngilizce açılımı “North Atlantic Treaty Organization”, Türkçe’si ise Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü olan NATO, 9 Nisan 1949 tarihinde kurulur. "Rusları dışarıda, Almanya'yı alaşağı edilmiş halde ve ABD'yi içeride tutmak için” kurulduğu söylenen NATO’nun asıl amacı salt SSCB'ye karşı kapitalizmin güvenliği sağlamak değil, aynı zamanda Avrupa'nın güvenliği için ABD'nin katkı koymasını sağlamak, Almanya'nın yeniden silahlandırılmasının bölgeye tehdit oluşturmadan gerçekleştirmek olarak söylenir.

Washington Antlaşması ile kurulan NATO’nun kolektif bir savunma örgütü görüntüsü olmakla birlikte, kurucu antlaşmanın içindeki; “üye ülkeler, ortak savunma için yeteneklerini geliştirmeye, herhangi bir üyenin toprak bütünlüğü, siyasi bağımsızlık ve güvenliği tehlikede olduğunda bir araya gelmeyi ve herhangi birine saldırıldığında bu saldırıya hepsine karşı yapılmış bir saldırı olarak kabul etmeyi taahhüt ettiği” şeklindeki bazı maddeleri, yapının şeklini yansıtmaktadır. Ancak NATO’nun asıl işlevi, bünyesinde oluşturduğu kontra ve “gladyo” örgütlenmesi ortaya çıkacaktır. Bu katil örgütlenmelerin fikir babası olarak yine karşımıza Rockefeller çıkar.

II. Dünya Savaşı’nın hemen ardından başlayan soğuk savaş döneminin ilk yıllarında kaleme alınmış Rockefeller Raporu’nda şöyle denilmektedir;

“Bizim güvenliğimizi sadece açık saldırılar tehdit etmiyor. Bu açık saldırılar yanında ondan daha etkili, fakat saldırı görünüşünde olmayan başka cins tehditler de vardır. Bu tehditler; içeriden yapılmak istenen değişme ve dönüşümlerdir. Bu maskeli saldırılar bazen iç savaş şeklinde, bazen demokratik akımlar ve reformlar biçiminde karşımıza çıkmaktadır. Bu anlamda Yunanistan bize birinci örneği, Vietnam ikinci ve Ortadoğu olayları da üçüncü örneği verdi. Bizim amacımız, bu ve benzeri akımları önlemek olmalıdır. Bu akımlar, dikkatleri üzerine çekecek noktaya geldiklerinde, izlememiz gereken iki yol vardır. Gerek bizim, gerekse komünist olmayan diğer dünya devletlerinin güvenliğini sağlamak için; mahalli kuvvetler ve akımlar tarafından sıkışık durumda bırakılmış olan dost hükümet ve rejimlere silahlı yardımlar yapmak zorunluluğu duymalıyız. Bu zorunlulukla yapılacak askeri müdahale, ne klasik askeri stratejiye uymakta, ne de geleneksel diplomatik müdahaleye benzemektedir. Bu askeri müdahalenin kendisine özgü biçimi ve niteliği vardır.”

Rockefeller Raporunun fiilen kabul görmesinin bir sonucu olarak, NATO merkezli olmak üzere “Gladio(gladyo)” örgütleri kurulur. Bu örgüt CIA tarafından yönetilmekte ve finanse edilmektedir. Rockefeller, Gladyonun merkezi olarak kabul edilen İtalya’daki loca faaliyetleri ile de içli dışlıdır. Gloadyo’nun organizasyonunda ve uyuşturucu trafiğinde önde gelen isimlerinin para yönetimi Rockefeller ailesinin bankalarında yapılmaktadır.

Türkiye, Amerikan Hanedanlığının çıkarları için, kendi halkını ölüme gönderdiği Kore Savaşı’nın sonrasında, Amerikan çıkarlarına uygun olarak NATO’ya girer. Ve bilindiği üzere, “kontra-gerilla” olarak bilinen katliam ve suikast örgütlenmeleri Türkiye’de CIA kontrolünde sistemsel bir yapıya kavuşmuş olur.

Amerika kökenli “çok uluslu” hanedanlıklar, sömürü sistemlerinin önünün kesilmemesi ve devamı için, yasal-yasa dışı birçok örgütlenmeyi de böylelikle kurmuşlardır ancak iş bununla sınırlı kalmayacaktır.

Amerika ve dünya siyaseti ile ekonomisine hakim olmak amacıyla kurulan, “komisyon” olarak da adlandırılan CFR’den sonra 2.komisyon da 1954 yılında kurulur....
MARMARAY PROJESİNE “NEDEN-SONUÇ” İLİŞKİSİ ÜZERİNDEN GENEL BİR BAKIŞ(4.BÖLÜM)
Zaman: 3/08/2009
BİLDERBERG KOMİSYONU

1954 yılına gelindiğinde, CFR’ye göre, çok daha gizli faaliyetlerin planlandığı bir başka Komisyonun kurulmasına gerek duyulur. Bu komisyonun adı; Bilderberg Komisyonu’dur. CFR’ye göre daha az bilinen, resmi bir niteliği olmayan ve üyelerinin isimlerinin açıklanmadığı fakat çok güçlü olan bu ikinci komisyon; Amerika ve Avrupa'nın önde gelen sanayi ve finans şirketleri, Devlet Başkanları, diğer önde gelen politikacılar, çeşitli konumlardan uzmanlar, diplomatlar ve bu grubun görüşlerine olan sempatisini daha önce ortaya koymuş, medyanın önde gelen isimlerini içinde barındırır.

Çok gizli oturumlarda bir araya gelen komisyonun toplantıları basına kapalı olarak yapılır ve sonuçları kesinlikle basına yansıtılmaz.

Bu komisyonun ne kadar güçlü olduğuna en büyük kanıtlardan birisi de Avrupa’da ekonomik bir birlik(esi adı “Avrupa Ekonomik Topluluğu” olan Avrupa Birliği) kurulması fikrinin ilk kez BİLDERBERG Komisyonunda kararlaştırılmasıdır.

Komisyonun finansmanında arka planda yine Rockefeller hanedanlığı vardır ve finansmanın büyük bölümü Rockefeller Vakfından karşılanmaktadır. Kurucularının “mason” locasından yada “Yahudi” olması, olayın dinsel/ırksal boyutu bir kenara, bu komisyon CFR’nin Avrupa ayağını ve etkinliğini teşkil etmek için kurulur. Bilderberg Komisyonunda Avrupa Birliğinin kurulmasına karar verilmesi de bu anlamıyla tesadüf değildir.

Bilderberg Komisyonunun kuruluşunda yer alanlar da dikkat çekici isimlerdir. Hollanda’da kurulan komisyonun kurucuları arasında Hollanda prensi Bernhard yer almaktadır. Prens Bernhard ismini ilginç kılan ise, prensin eski bir NAZİ SS üyesi olmasıdır. Bilderberg'in kuruluşunda, ABD istihbarat örgütlerinin, özellikle de CIA'nın rolü olduğu çok iyi bilinmektedir.

Başta da söylediğimiz üzere, Bilderberg Komisyonu, CFR’nin Avrupa yağıdır ve amaç “yeni dünya düzeni” olarak adlandırılan sömürünün tüm dünyaya yayılmasını sağlamaktır. Doğaldır ki, CFR’nin üyeleri aynı zamanda Bilderberg Komisyonunun üyeleridir. Ancak burada konumuz açısından öne çıkartılması gereken, Bilderberg’in bilinen bazı Türk üyeleridir. Aşağıdaki listede, Bilderberg(B), CFR ve yazımız devamında bahsedeceğimiz Trilateral Commission-TR(Üçlü komisyon) üyesi olan bazı Türkleri göreceksiniz(aşağıda sadece birden fazla komisyona üye olanların isimleri verilmiş olup,bu bilgiler 1999 ve öncesine aittir.);

Selahattin Beyazit (B, TR), Dinç Bilgin (B, TR), M. Nuri Birgi (B, TR), Cem Boyner (B, TR), İhsan Sabri Çağlayangil (B, TR), Hikmet Çetin (B, TR) , Tansu Çiller (B, TR), Süleyman Demirel (B, TR), Kemal Derviş (B, TR, CFR), İhsan Doğramacı (B, TR), Aydın Doğan (B, TR) Aydın Holding, Bülent Ecevit (B, TR), Bülent Eczacıbaşı (B, TR),m Nejat Eczacıbaşı (B, TR), Üstün Erguder (B, TR), Meral Gezgin Eris (B, TR), Oğuz Gökmen (B, TR), Emre Gönensay (B, TR), Vitali Hakko (B, TR), Vahit Halefoğlu (B, TR), Kamran İnan (B, TR), Hasan F. Işık (B, TR), Jak Kamhi (B, TR), Suna Kıraç (B, TR), Turgut Özal (B, TR, CFR), Hüsamettin Özkan (B, TR), Sakıp Sabancı (B, TR, CFR), Tahsin Şahinkaya (B, TR), Sinan Tara (B,TR), Şarık Tara (B, CFR), İlter Türkmen (B, CFR), Halil Tunç (B, TR)

Burada dikkat çeken en önemli nokta 3 önemli ismin, 3 komisyonun da üyesi olmasıdır, bunlar; “Turgut Özal, Kemal Derviş, Sakıp Sabancı” dır.

Burada bir yanlış anlama olmamalıdır. Gördüğünüz liste 1999 ve öncesine ait olduğu için bazı isimleri görememektesiniz. Ancak başta Ali Babacan olmak üzere, Abdullah Gül ve R. Tayyip Erdoğan da Bilderberg toplantılarına katıldığı gibi, R.Tayyip Erdoğan, Başbakan olduktan sonra gittiği Amerika’da ilk iş olarak CFR toplantına katılmış, komisyon üyelerinin sorularını “cevaplamış”tır.


Yıllar 1965’i gösterdiğinde, Amerikan siyasetinin ve sermayesinin iktidarını elinde bulunduran şirketler, Vietnam’da da aynı rolü oynar. “Amerikan destroyerine Kuzey Vietnam PT botlarınca saldırıldığı” yalanıyla Amerika Vietnam’a girer. Bu yalanın aktörlerinden Amerika eski Dış İşleri Bakanı Robert Mc Nmara yıllar sonra, bu saldırı haberinin bir “yanlışlık” olduğunu söyleyecektir. Savaşta 2.Dünya Savaşındaki taktiğin aynısı uygulanır. Vietnam’a destek olacağı bilenen SSCB’ye ambargo kaldırılır, Rockefeller Grubu savaşta kullanılabilecek malzemeler için SSCB’de yatırımlar yapar. Niyet bellidir, savaşın olabildiğince uzun sürmesi gerekmektedir. Hatta bunun için Amerika “askeri yetki mevzuatı” bile çıkartır. Sonuçta, 58.000 Amerikalı ile 3 milyon Vietnamlı 8 yıl süren savaşta ölür. Savaş için FED’den alınan borçlar ile savaş sanayi üretimi ile petrolü tekelini elinde bulundurmanın verdiği avantajla bu şirketler yine paralarına para katarlar.

Ancak bu savaş, şirketlerin karına kar katarken, Amerikanın siyasi geleceği açısından başarısızlık içerir, çünkü savaşta Amerika kaybeder! Kore savaşından sonra, Vietnam savaşının da başarısızlıkla sonuçlanması, tüm dünyayı “tarlaları” haline getirmeye çalışan çok uluslu şirketler için, taktik değişikliğini zorunlu kılar.

Dünyadaki başta petrol olmak üzere, tüm kaynaklara el koymak isteyen hanedanlıklar, ülkeleri askeri güçle işgal ederek çok fazla kayıp(kayıp algısı ekonomiktir, insani değil) vermektedirler. Gerek 1.Dünya Savaşında, gerek 2.Dünya Savaşında ve gerekse de Vietnam’da yüz binlerle ifade edilen Amerikan askerinin ölümü, hanedanlıklar için kayıp olarak görülmemekle birlikte, ortada bir prestij kaybı ve kamuoyu desteğini yitirme vardır. Bu yüzden 1953’de İran Başkanı Musaddık’ın devrilip yerine Şah Rıza Pehlevi’nin getirilmesindeki süreç benimsenir. Bu yeni sistem, dünya ülkelerinin sömürülmesinde çok büyük fayda sağlayacaktır…

Bu arada Vietnam Savaşının bittiği yıl, Amerikan çok uluslu şirketlerinin tüm dünyaya hakim olma stratejilerinin 3. ayağı olan 3.komisyon yani Trilateral Commission(Üçlü komisyon) kurulur.


Trilateral Komisyonun kuruluş süreci

1973 yılında, Japonya’nın üçüncü ekonomik güç olarak ortaya çıkması gerekçesiyle bu kez bu ülkeyi de içeren üçüncü bir Komisyon kurulmasına karar verilir. Kuzey Amerika(ABD ve Kanada), Batı Avrupa ve Japonya’nın “ekonomik çıkarları konusunda işbirliği yapması” olarak gösterilen Trilateral Komisyon aslında “Avrupa, Kuzey Amerika ve Japonya sermaye gücünü CFR güdümünde birleştirmek” için kurulur. Böylece Japonya da küresel sistem içine alınır. Ve bu Komisyonun sponsoru da, bu kez yanına Z. Brezezinsky’i de alan David Rockefeller’dır. Kurucu ortak Brezezinsky, 1977 yılında Amerikan Başkanı Carter'a Milli Güvenlik Danışmanlığı görevini üstlenene kadar Komisyona Başkanlık eder.

Komisyonda, dünyanın en büyük 5 ulus ötesi şirketinden 4 tanesi, en büyük 6 Bankasından 5 tanesi ve aralarında meşhur CNN'in de bulunduğu medya devleri, Carter, Bush, Clinton gibi ABD başkanları ile diğer devletlerin başkanlık ve üst düzey kadrolarında görev yapmış veya ileride görev yapması istenen kişiler yer almaktadır. Komisyonun kuruluşundaki pay sahibi Rockefeller grubu için Japonya’da çalışan şirketlerin başında Toyota, Mitsubishi gelmektedir.

Bu üç komisyonda en çok dikkati çeken konu ise, birbirleriyle rekabet eden şirketlerin liderleri ve farklı politikalara sahip siyasi partilerin liderleri; kapalı kapılar ardında, halkların hiçbir zaman ne olduğunu bilmedikleri bir fikir oluşturma süreci için bir araya getirmeleridir.


Ülkelerin sömürülmesi sürecinde Ekonomik Tetikçilerin Doğuşu

Kore ve Vietnam savaşlarındaki ekonomik(kardan kayıp) ve prestij kayıpları, hanedanlıkları, farklı bir yol izlemeye iter. İran’da Musaddık’ın devrilmesinde, askeri güçle işgale gerek kalmadan gösterilen bu başarı(!), ülkelerin sömürülmesinde ve kaynaklarının ele geçirilmesinde yeni bir yöntem olan “ekonomik tetikçiliği” doğurur.

İran’da Musaddık’ın devrilme nedeni, İran’daki petrol şirketlerini millileştirmesidir. Bu karar, petrol krallarının işine gelmeyince, “Deniz Kuvvetlerini göndermektense” CIA ajanı Kermit Roosevelt(Theodore’un torunu) İran’a gönderilir. Kermit, para veya tehditle yandaş toplar. Onlarla sokak isyanları ve şiddet gösterileri düzenler. Aslında İran’da çok sevilen Musaddık, birden bire istenmeyen adam gibi gösterilir. Ve sonunda Musaddık indirilerek, iktidara Amerikan yanlısı diktatör Şah Rıza Pehlevi getirilir. Kermit Roosevelt’in gösterdiği başarı(!), ekonomik tetikçiliğin doğuşunu sağlar. Ancak ortada bir sorun vardır. İran’da diktatör Rıza Pehlevi’nin iktidara getirilmesinde görev alan Kermit Roosevelt, CIA ajanıdır. Kermit gibilerin her hangi bir şekilde yakalanması durumunda, CIA ajanı olmaları itibariyle, olayın arkasındaki güçler ve devletle ilişkisi anlaşılacaktır. Bu yüzden değişik bir yöntem uygulamaya konulur.

Aslında bu yöntemin uygulanması da hanedanlıklar için zorunluluk haline gelmiştir. Çünkü Sovyetler Birliği’nin doğuşu ve nükleer savaş korkusu yüzünden askeri harekat göze alınamayacak kadar riskli görülmektedir. Bir de Küba’ya yapılan Domuzlar Körfezi çıkartması ve Vietnam başarısızlıkları işin tuzu biberi olur.

Yeni geliştirilen bu yönteme göre, Amerikan istihbarat teşkilatları (NSA dahil) potansiyel Ekonomi Tetikçiklerini teşhis edecek ve bunlar özel şirketler tarafından istihdam edilecek, hükümetten bir kuruş para almayacaklardır. Böylece, kirli işleri ortaya çıkarsa hükümet değil, hırslı şirketler suçlanacaktır. Üstelik marka, serbest ticaret, bilgi hürriyeti gibi yasal kılıflarla bu şirket ve kuruluşlar meclis araştırmalarından ve kamuoyu baskısından korunacaklardır.

Ekonomik tetikçi olarak adlandırılan bu kişilerin görevi özetle şudur; “Amerika dışındaki ülkeleri, çok uluslu şirketlerin-bankaların, kölesi haline getirmek!” Bu kişiler, bu görevleri için uluslararası finans kuruluşlarını kullanabilen elit bir gruptur ve bu kişiler için de görevleri sırasında “gizlilik” esastır. Teknik anlamdaki görevleri; elektrik santralleri, otoyollar, limanlar, havaalanları, teknoparklar gibi altyapı hizmetleri için gelecek öngörülerinde bulunup projeler geliştirerek bu ülkelere Dünya Bankası, IMF vb. gibi kuruluşlardan borç temin etmektir. Ancak bu borçların bir ön koşulu vardır; bütün bu projelerin Amerikan inşaat ve mühendislik firmaları yada güdümündeki diğer çok uluslu firmalar tarafından gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Böylelikle faizle verilen kredilerin(paranın) büyük bir çoğunluğu Amerika’yı hiç terk etmez; yalnızca Washington’daki bankalardan New York, Houston veya San Francisco’daki mühendislik firmalarına transfer edilir.

Bu projeler için hükümetleri, devlet başkanlarını ikna etmekle mükellef olan “ekonomik tetikçiler” öngördükleri projeler için “iyilik” yapan görüntüsü de vermektedirler. Aslında bu olaya safiyane bakmaktan başka bir şey değildir.

Ekonomik tetikçiler görünüşte; ekonomist, mühendis, istatistikçi olan akademik kariyer yapmış kişilerdir. Mühendislik firmaları yada aracı kredi kuruluşları için çalışmaktadırlar. Ancak, bu işin görünen yüzüdür. Ekonomik tetikçiler aslen, hem istatistiklerle oynamaktadırlar, hem de ihtiyaç olmayan projeleri ihtiyaç olarak kabul ettirmektedirler. Özellikle de, ülkelerdeki işbirlikçi hükümetlerin devamlılığı, ülkelere giren hanedanlıkla ilişkili şirketlerin altyapı, enerji ihtiyaçları baz alınmaktadır. Bu konuda, MAIN adlı şirkette “ekonomik tetikçi” olarak çalışmış(şirket içindeki görevi başekonomist) olan John Perkins’in “Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları” adlı kitabında aktardıkları da, sistemin işleyişini doğrulmaktadır. Kitapta şöyle yazmaktadır;

“Endonezya’ya varınca, iki kişilik heyetimizin başkanı şöyle dedi: ”Evet, burada bulunmamızın sebebi, dünyanın en yoğun nüfusuna sahip adası Java’nın elektrifikasyon master planını hazırlamak. Fakat bu buzdağının görünen kısmı. Esas amacımız, Endonezya’yı komünizmin kıskaçlarından kurtarmak ve kuzey komşuları Vietnam, Kamboçya, Laos’un izinden gitmesini önlemek. Entegre bir elektrik sisteminin kurulması, kapitalizm ve demokrasinin hakimiyetini garantileyecektir. Master planı hazırlarken, Endonezya’daki petrole ihtiyacımız olduğunu dikkate alıp, limanların, boru hatlarının, inşaat şirketlerinin bolca elektrik almasını sağlayın. Eksik yönde hata yapmaktansa, fazla yönde hata yapmamız daha iyidir.”

Çalıştığı Panama, Ekvator, Endonezya, İran, Suudi Arabistan, Kolombiya, Guatemala gibi ülkelerde milyonlarca insanın kanına “silah kullanmadan” girdiğini itiraf eden John Perkins, şişirilmiş ve farklı amaçlara hizmet eden projelerle borçlanmalarını sağladıkları ülkelerdeki görevinin devamını şöyle anlatıyor;

“Para hiç vakit geçirmeden şirketokrasi üyesi şirketlere (kreditörlere) döndüğü halde borçlu ülkenin anapara artı faizin tamamını ödemesini isteriz. Eğer Ekonomi Tetikçisi çok başarılı ise borç tutarı o kadar büyük olur ki, birkaç yıl sonra borçlu ülke ödemeleri aksatır. Bu olduğunda biz de mafya gibi diyetini isteriz. Birleşmiş Milletler’de Amerika’nın isteği doğrultusunda oy verme, askeri üs kurma veya petrol gibi değerli kaynaklara el koyma şeklinde olabilir bu diyet. Buna rağmen borçlunun borcu devam eder. Böylece küresel imparatorluğumuza bir ülke daha eklenmiş olur.”

“Öncelikle, hazırlayacağım raporlarla MAIN ve diğer Amerikan şirketlerinin (Bechtel, Halliburton, Stone&Webster gibi) devasa mühendislik ve inşaat projeleri için uluslararası finansman kuruluşlarının vereceği kredilere dayanak sağlayacaktım. Verilen borç, projeleri gerçekleştiren Amerikan şirketlerine geri döndükten sonra ikinci görevim, muazzam borç altına giren bu ülkeleri iflas ettirmekti. Böylece söz konusu ülkeler askeri üs, BM’lerde lehimize oy, petrol ve diğer doğal ham maddeleri kullanımı gibi ihtiyaçlarımız için kolay hedef olabilecekti. İşim, bir ülkeye milyarlarca dolar yatırım yapılmasının etkilerini tahmin etmek olacaktı. Gelecek 20-25 yılda ekonomik büyümenin ne kadar olacağını ve çeşitli projelerin etkilerini araştıran çalışmalar yapacaktım. Projelerin her birinden beklenen ancak açıkça söylenmeyen özellikler, müteahhit firmalar için çok karlı olması, ülkedeki bir avuç varlıklı ve etkili aileyi mutlu etmesi, uzun dönemde ülkeyi mali ve siyasi bağımlılık altına sokması idi. Borç yükü ne kadar büyük olursa o kadar iyi olacaktı. Bu yük ülkenin en yoksul vatandaşlarını sonraki on yıllar boyunca sağlık, eğitim gibi temel ihtiyaçlardan yoksun bırakacakmış, ne gam…”

Ekonomik tetikçilerin başarıları sayesinde, dünyaya hakim olma derdindeki hanedanlıklar, ülkelerin başta enerji(petrol) olmak üzere, kaynaklarına el koyuyor, hammadde çıkartmak için, insanlık dışı ortamlarda, o ülkenin insanlarını köle olarak çalıştırıyor, Amazon ormanları gibi doğal alanlarda petrol aramak için yerlileri katlediyor, doğayı yok ediyordu. Ve John Perkins gibi niceleri dünyadaki ülkelere yayılmış durumdaydı. Her şey Amerikan hanedanlıklarının istediği gibi gidiyordu…

Ancak bu işleyişte, çok hassas bir durum da söz konusuydu. Ya hanedanlıkların çıkarları için gittikleri ülkelerin siyasi iradeleri(başkanları), ekonomik tetikçilerin isteklerini(önlerine konulan reçeteleri) kabul etmez ve borçlanmayı reddederse ne olacaktı!


CIA ve gladyo, konta gibi örgütlenmeler devrede!

İşte burada 2.ekip yani, John Perkins’in “çakallar” diye adlandırdıkları suikastçılar devreye giriyordu. CIA gibi örgütlerin kontrolünde olan ve ülkelerde de “gladyo”, “kontra” olarak adlandırılan yapılanmalar, şirketlerin isteklerini kabul etmeyen devlet başkanlarını, kilit isimleri öldürmek için suikastlar düzenliyordu. Bunun bilinen örnekleri; 1981 yılında Ekvador Devlet Başkanı Jaima Roldos ile Panama Devlet Başkanı Omar Torrijos’un suikastla öldürülmesiydi. Ancak, suikastçıların başarısız olduğu durumlar da vardı. Bunlardan birisi Venezuella Devlet Başkanı Hugo Chavez ve Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’e yapılan suikast girişimleriydi. Bu durumda da üçüncü ve son plan devreye sokuluyordu.


Ülkeleri işgal etmek!

Bunun en yakın örneği de, “planlı bir komplo olduğu ve bizzat Amerika içinde CIA’nın bilgisi ve kontrolü altında tezgahlandığı yönünde birçok veri/kanıt olan” 11 Eylül 2001 DTM kulelerine yapılan saldırı bahane edilerek gerçekleştirilen Irak ve Afganistan işgalleriydi. Sistem, ilk iki yöntem tutmadığı taktirde, aslen kendilerini tarif eden moda terim “terörizm” bahanesiyle ülkeleri işgal etmeyi öngörüyordu. Bunun ortamını oluşturmak için de, kendi insanlarını katletmeye kadar giden komplolar düzenliyorlardı.

Genel kanı, Amerika’nın Irak ve Afganistan’da başarısız olduğu yönünde yanlış bir kanı olsa da, perde arkasındaki hanedanlıklar istediklerine ulaşmış görünüyorlar. Harabeye çevrilen Irak’ın “yeniden imarında” Halliburton şirketi gibi CFR üyesi şirketler istediği payı elde ederken, Rockefeller gibi petrol kralları da petrolü istedikleri gibi kontrol edebiliyorlar. Afganistan ise, uyuşturucu üretimi ve trafiğinde Amerika’nın istediği düzeye getirilmiş durumda!

Bunca dönen dolap nasıl oluyor da gizleniyordu. İşte burada da dünyaca ünlü dev medya şirketleri devreye giriyordu. David Rockefeller’in, 1991 yılında yapılan Trilateral komisyonu toplantısının açılışındaki konuşmasının ilk sözleri yeterince manidardı:

“Washington Post, The New York Times, Times Magazine ve diğer yayın organlarının yöneticilerine, görüşme çağrılarımıza katıldıkları ve verdikleri sessizlik yemini sözünü tuttukları ve 40 yıldır gizlilik kuralarına bağlı kaldıkları için teşekkürü borç biliriz… Eğer bu yıllar boyunca halkın dikkatini yaptıklarımıza çekselerdi, dünya üzerindeki planlarımızı gerçekleştirmemiz imkansız olurdu. Dünya her geçen gün daha bilinçli ve daha hazır bir şekilde DÜNYA DEVLETİNE doğru ilerlemektedir. Entelektüel elit bir kesimin ve dünya bankerlerinin kuracağı çok uluslu egemenlik! Geçtiğimiz çağlarda gördüğümüz tek uluslu oluşumlardan daha caziptir.”


Irak ve Afganistan işgalleriyle ortaya çıkan durum; 1960’lara doğru gelişen “ekonomik tetikçiliğin” bittiği, SSCB’nin dağılmasından sonra tek kutuplu dünyanın süper gücü olan Amerikanın tekrar, direkt askeri işgallere girdiği yönünde bir görüntü yaratmakla birlikte, bu tip işgal hareketlerin “ulusal hareketleri güçlendirmesi tehlikesi” karşısında, devamlılık arz edip etmeyeceği şüphelidir.

Sonuç olarak, Amerika kökenli 4 aile şirketi ve onların işbirlikçileri olan uluslararası şirketler yani dünyanın bir avuç varlıklı ailesinin, dünyanın sahibi ve tek gücü olma yönündeki çabaları devam etmektedir. Sistemde şuan için bir sıkıntı yoktur. Mevcutta tartışılan ekonomik kriz, bu hanedanlıklar için bir kriz değil, sadece kendilerine rakip olabilecek şirketleri ele geçirme sürecidir. Bu krizin 1907, 1920, 1929 krizinden farklı olduğunu söylemek için fazla bir veri elde yoktur. Sonuçta krizler; dünya halklarının kanını emen ve para kontrolünü elinde bulunduran bu şirketler için kazanç kapısıdır.

Şimdi asıl sorulması geren soru şudur, dünyaya hükmeden bu hanedanlıların Türkiye’deki politikaları nasıl işliyor? Cuntalar diyarı haline gelen, dünya halklarına kan kusturmakla ünlü Henry Kissinger’in “bizimkiler” diye bahsettiği, hanedanlıklara ait komisyonlarının(CFR, Bilderberg, Trilateral) üyesi de olan askeri, sivil görünümlü iktidarların üst düzey kişilerince yönetilen Türkiye’de bugünlere nasıl gelindi? Amerika’nın arka bahçesi olarak görülen Türkiye’de, kaynakların ele geçirilmesi sürecinde, demiryollarına ve Marmaray Projesine biçilen rol ne?
MARMARAY PROJESİNE "NEDEN-SONUÇ" İLİŞKİSİ ÜZERİNDEN GENEL BİR BAKIŞ(5.BÖLÜM)
Yeni Dünya Düzeninde Türkiye’ye biçilen rol ve 1950’li yıllardaki durum


2.Bölümün sonunda da belirttiğimiz üzere, Türkiye’nin yakın tarihi 2 tane dünya savaşına, 3 defa da direkt yada dolaylı askeri yönetime tanıklık etmiştir.

Özellikle 1.Dünya Savaşı sonrası Osmanlı Devletinin yıkılması ve Türkiye Cumhuriyetinin kurulması süreci önemli bir geçiş sürecidir.

Kurtuluş Savaşı sonrası ülkenin içinde bulunduğu ekonomik durum, yeniden kurulma sürecini zorunlu kılmıştır. Cumhuriyet sonrası gelişim süreci bu çerçevede değerlendirildiğinde en büyük atılım olarak demiryolu ağının ülke geneline yayılması süreci göze çarpar.

Özellikle üretici ile tüketici arasındaki kopukluk, bu ulaşım sistemine yapılan yatırımla aşılmaya çalışılmıştır. Osmanlı döneminde inşa edilen demiryolları, sömürgecilerin “ticari kanalları” dikkate alınarak yapıldığı gibi, Cumhuriyet döneminin başlarında da hala sömürgecilerin elindedir. Ancak, Cumhuriyetin ilk yıllarında ekonomik durum kötü olmasına rağmen, demiryolları millileştirilir. Aslında bu büyük adım, Osmanlı döneminde yapılan demiryolu inşaatında, sömürgecilerin Osmanlı Hazinesini batırması karşısında manidardır ve çok büyük öneme sahiptir. Cumhuriyetin ilk yıllarında atılan bu büyük adım, öz kaynaklarla yapılan yeni demiryolu inşaatlarıyla daha da ileri taşınır. Bu adım o kadar büyüktür ki, o yıllardan günümüze kadar yapılan demiryolu inşaatları, hiçbir zaman Cumhuriyetin ilk yıllarındaki gibi olamaz.

Devletleştirme süreci sadece demiryolları ile sınırlı da kalmaz. Başta limanlar olmak üzere, değişik üretim kuruluşları da bu süreç içinde devletleştirilir.

Çiftçinin ürününün toplanması ve dağıtımı için birçok demiryolu istasyonuna üzerilerinde “ofis çiftçinin kara gün dostudur” yazıları yazan ofisler kurulur. Bu ofislerde toplanan ürünler, demiryolu ile taşınır ve demiryollarına bağlanan limanlar üzerinden de ticari akış sağlanır.

Ekonominin canlandırılması ve kalkınma için yapılan bunlarla da sınırlı değildir. Devletçi politika izlenerek, birçok sektörde(üretim ve hizmet) kamu kuruluşları kurulur. Kurulan bu kamu kuruluşlarının demiryolu çeperinde olması yada demiryolunun bu kurumlara kadar ulaştırılması, demiryollarının o dönemki önemini gösteren verilerdir. Kaldı ki, bu dönemde kara ulaşım aracı olarak merkezde demiryolları var olup, o dönemlerde karayollarından söz etmek pek mümkün değildir.

Bazı kaynaklara göre, devletçi anlayışın, “özel sektörün” olmadığı alanlarda devlet kurumları kurma şeklinde gerçekleştiği yazsa da, 1947’lere gelene kadar genelde devletçi politikalar hakimiyetini korur. Bu arada 1945 yılında da çok partili döneme geçilir.


Türkiye tarihindeki 1947-1950 dönemeci

Bu sürecin kopma noktası aslen 1945 yılıdır. 1945 yılının birinci yarısının sonlarında(Haziran ayı) meclisin gündeminde “Çiftçiyi Topraklandırma Kanun Tasarısı” vardır. Bu kanunun 6.maddesine göre; “devlet elindeki topraklarla birlikte, o bölgedeki toprak ağalarının elindeki toprakların, tarıma elverişli yerlerde 5.000 dekardan, elverişsiz yerlerde ise 2.000 dekardan fazlasının kamulaştırılıp köylüye dağıtılmasını öngörülür”. Bu yasa tasarısına en büyük tepki, Aydın’daki 30.000 dönümlük Çakırbeyli Çiftliğinin sahibi olan ve aynı zamanda kendisi de bir toprak ağası olan Aydın Milletvekili Adnan Menderes ve arkadaşlarından gelir. Ancak parti içi muhalefete rağmen 11 Haziran 1945 tarihinde yasa meclisten geçer.

Bu durum üzerine, Celal Bayar (İzmir), Adnan Menderes (Aydın), Fuat Köprülü (Kars) ve Refik Koraltan (İçel) imzalarını taşıyan ve tarihe “dörtlü takrir (önerge)” olarak geçen bir önerge meclise verilir. 12 Haziran 1945 günü toplanan CHP Parti Meclisi Grubu, önergeyi reddeder. Aradan yaklaşık 3 ay geçtikten sonra CHP Genel Sekreterliği, 21 Eylül 1945’te Aydın Milletvekili Adnan Menderes ile Kars Milletvekili Fuad Köprülü’nün partiden ihraç edildiğini açıklar. Gerekçe olarak, iki milletvekilinin hareketlerinin partinin siyasetine ters düşmesi gösterilir. İçel milletvekili Refik Koraltan, bu ihraç kararına karşı çıkınca o da partiden ihraç edilir. Celal Bayar ise, bu kararları protesto etmek maksadıyla milletvekilliğinden istifa eder(Celal Bayar Menderes döneminde Cumhurbaşkanı seçilecek, 27 Mayıs 1960 ihtilalinden sonra aldığı idam cezası, yaşı nedeniyle kaldırılarak, müebbet hapse çarptırılacak ama Demokrat Partinin devamcısı olduğunu söyleyen dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’in girişimleriyle Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafından 1964 yılında affedilecektir.). Ve bir süre sonra da Celal Bayar ve Adnan Menderes ile arkadaşları Demokrat Parti’yi kurar. İlk başkan Celal Bayar olur.

Çok partili döneme geçişin ardından, CHP’den ihraç edilen Celal Bayar ve Adnan Menderes ile arkadaşlarının kurduğu Demokrat Parti güçlenmeye başlar. 1940-1945 yılları arasında “savaş ekonomisi” ile yönetilen ülkenin geldiği durum ekonomik anlamda iyiye gitmemektedir. Bu nedenle iktidar partisi CHP’nin politikalarında da değişiklikler meydana gelir.

Bu durum dahilinde dış yardım arayışına da girişen siyasi iktidar, bu aşamada Beş Yıllık Sanayi Planının mevcut duruma uygun olmadığı düşüncesiyle, liberal iktisatçılardan oluşan bir kadroya 1947 yılında, “özel teşebbüsün öne çıkartıldığı” bir plan hazırlatır. Planı hazırlayan grubun başkanı K. Sü­leyman Vaner’in adından hareketle, “Vaner Planı” olarak anılan bu plan, aslen Birleşmiş Milletlerin üye ülke­lerden böyle bir doküman istemesi üzerine hazırlanır. Hazırlanma­sı küçük bir grup tarafından ve bir haftada tamamlanan Vaner Planına, aynı yıl Türkiye"nin IMF’ye üye olması ve Marshall Planından yararlanma çabaları da yansıtılır. Planda, ilk sırada altyapı yatırımlarına, ikin­ci sırada tarıma ağırlık verilmesi öngörülür. Planda yatırımların % 49 gibi bir bölümünün dış yardım ve kredilerden sağlanacağı öngörülmektedir. Resmi olarak uygulamaya geçmese de hazırlanan Türkiye Kalkınma Planı (Vaner Planı), devletçi-korumacı bir sanayileşme anlayışının artık terk edildiğinin somut bir belgesi olarak tarihte yerini alır.

Aynı yıl Türkiye, CFR tarafından, dünyaya hakim olmak için kurulan “Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası(Dünya Bankası)”na ve “Uluslararası Para Fonu(İMF)”na üye olur. Bu üyelik Türkiye’nin ipinin Amerikan hanedanlıklarının eline verilmesinin ilk adımıdır.

Bu dönemde Amerika Başkanı Truman’ın, kendi adıyla anılan “Truman Doktrini” çerçevesinde, “Birleşik Devletlerin silahlı azınlıklar veya dış baskılarla karşılaşan özgür(!) ulusları destekleme politikasına sahip olması gerektiği” söylemi üzerinden politikalar geliştirilmektedir. Bu politika aslen, Amerikan hanedanlıklarının uluslararası çıkarları açışından Sovyetler Birliğinin, Avrupa üzerindeki etkisi kırmak ve Avrupa’yı hegomanik yapı altına almaktan öte değildir. Aynı yıl Truman Doktrinine uygun olarak, Amerika Dış İşleri Bakanı George Marshall’ın 12 Mart 1947’de ortaya attığı “Marshall Planı” Amerikan kamuoyunda gündeme gelir.

2.Dünya(Paylaşım) Savaşında çok uluslu Amerikan hanedanlıklarının çıkarları için ikili oynayan Amerika, bu oyununun karşılığı olarak, savaştan o kadar güçlü çıkar ki, dünya kömür üretiminin yarısını, petrol üretiminin üçte ikisini ve elektrik üretiminin yarısından fazlasını tek başına yapar hale gelir. Ancak Amerika, genişleyen Sovyetler Birliği ve sosyalizm karşısında müttefiklere ve yeni pazarlara ihtiyaç duyar. Ve tarihe “Marshall Planı” olarak geçen plan, bu şartlar dahilinde gündeme gelir. Marshall Planı aslında, CFR’nin kurulmasını kararlaştırdığı “Dünya Bankası, IMF ve GATT gibi oluşum/anlaşmaların” meşrulaştırılması ve kabul ettirilmesi için toplanan Bretton Woods Toplantılarında ortaya konulan bir plandır ve planın amacı açıktır; “ABD hegemonyasını kabul ettirecek yeni bir ekonomik düzen oluşturmak(!)”.

Hanedanlıkların bu kirli niyetleri, planın “yardım” olarak gösterilmesini sağlayan adlandırma ile aşılır, plan meşrulaştırılır ve uygulandığı ülkelerdeki kamuoyunun desteği sağlanır. Bu yüzden bu plan, bazı tarih kaynaklarında “Marshall Yardımı” olarak bilinir. Bu planın bir diğer açılımı da, “2.Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’nın yeniden imarı” şeklindedir.

ABD Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Dean Acheson 8 Mayıs 1947'de Cleveland Mississippi'de yaptığı konuşmasında, ABD’nin neden Avrupa'nın ekonomik durumunu düzeltmek zorunda olduğunu şöyle açıklar;

"ABD'nin üretimi ile dünyanın diğer bölgelerindeki üretim arasında çok büyük bir bağ vardır. Amerika'nın kendi çıkarları açısından, diğer "zor durumdaki" ülkelere yardım etmesi gerekmektedir. Dünyada istikrar sağlanmadan ve bazı dış ülkeler ekonomik olarak kendi kendilerine yeterli hale gelmeden, ABD için uzun süreli bir barış ve refah söz konusu olamaz. Acilen çözülmesi gereken sorun, 16 milyarlık ihracat ile 8 milyarlık ithalat arasındaki farkı kapatmaktır. Amerika acilen, ithalatını ve Avrupa ülkelerindeki üretimi arttırmalı ve Avrupalıların gelir düzeyinin artmasına yardımcı olmalıdır.”

Acheson’un ne demek istediği ortadadır; “ABD, tekrar ayağa kalkmış, üreten, mal alıp satabilen bir Avrupa'ya ihtiyaç duymaktadır”. Çünkü, savaş sonrasında, içeride işsizliğin azalması, ödemeler dengesinin sağlanması ve ihracatın artırılması için, dışarıda Amerikan ticaret ve yatırım hacminin artırılması gerekmektedir. Amerikan ticaret çevrelerinin en önemli müşterisi Avrupalılar olduğuna göre, önce bunların canlandırılması ve savaşın getirdiği tahribatın ortadan kaldırılması gerekmektedir. Avrupa bütünleşmiş bir dünya ticaret sisteminin içine sokulmalıdır. Ekonomik ihtiyaçların yanı sıra, stratejik gereklilikler de Avrupa'nın yeniden imarını zorunlu kılar. Amerikan siyaset planlamacılarına göre, Avrupa düşman bir devletin veya devletler ittifakının denetimi altına girmemesi gereken bir arz ve emek kaynağı, bir sanayi merkezidir.

Marshall Planı ile ilgili yapılan önermede en dikkat çekici nokta ise, “bu girişimi engellemeye kalkışacak olan hükümetler, siyasal partiler yada grupların Amerika'nın direnişiyle karşılaşacağının” ifade edilmesi olarak tarihe geçer. Bu sözler, başta Sovyetler Birliği ve Batı Avrupa'daki komünist partiler olmak üzere, Avrupa’daki siyasi parti ve sermaye gruplarına yönelik açık bir tehdit içermektedir.

1947 yılında Türkiye açısından, “devletçi politikaların” terk edilmeye başlanacağının sinyalleri verilir, hatta bunun için bir plan da hazırlanır. Plana göre ekonomik kalkınma özel girişimciler kullanılarak devam ettirilecektir(Vaner Planı). Bu plan çerçevesinde Türkiye, “makine ve teçhizat için yardıma ihtiyaç duyduğu” gerekçesiyle, Türkiye’nin de Marshall Planına alınması ve bu plandan 615 milyon dolar yardım yapılması isteminde bulunur.

Türkiye’nin öneminin farkında olan başkan Truman, “Türkiye ve Yunanistan’a yardım yapılması için” ABD senatosundan kendisine yetki verilmesini ister, gerekçe olarak da “bunun Ortadoğu’da etkin olmak için gerekli olduğunu” belirtir. Ve “Yunanistan ve Türkiye’ye Yardım Kanunu” tasarısı 22 Nisan 1947’de ABD Senato’sunda, 9 Mayıs’ta ise Temsilciler Meclisi’nde kabul edilir ve 22 Mayıs’ta Başkan Truman tarafından onaylanarak yürürlüğe girer. Böylelikle, Marshall Planı resmen uygulanmaya konulmadan Türkiye’ye “yardım(!)” gönderilir.

Türkiye, aldığı “yardımların” karşılığı olarak, Amerika’nın Batı Avrupa üzerindeki “yüksek” çıkarları çerçevesinde “Marshall Yardımını konuşmak için” 12 Temmuz 1947'de Paris'te bir araya gelen, içlerinde; Avusturya, Danimarka, Yunanistan, İzlanda, İrlanda, İtalya, Lüksemburg, Hollanda, Norveç, Portekiz, İsveç, İsviçre, İngiltere, Fransa’nın da bulunduğu ülkelerle birlikte, Avrupa Ekonomik İşbirliği Konferansı (Conference of Europan Economic Co-operation, CEEC) adında bir örgüt kurulmasında görev alır. Kısa adı CEEC olan bu örgüt, ileride OECD adını alacaktır. Ve arkasında Rockefeller hanedanlığının olduğu Bilderberg Komisyonunda “Avrupa’da bir birlik kurulması(Avrupa Birliği)” kararının alt yapısı da böylelikle yapılmış olur.

Bu arada Batı Avrupa ülkelerinde sosyalizm fikri ve isteği yayılmaktadır. Özellikle İtalya’da yapılacak olan seçimlerde komünistlerin iktidara gelmesine en yüksek ihtimal gözüyle bakılmaktadır. Bu yüzden Amerikan Senatosu 20 Mart 1948'de, 69'a 17 ve Temsilciler Meclisi de 31 Mart'ta, 329'a karşı 74 oy ile tasarıyı kabul eder. Başkan Truman da, İtalya’daki seçimlerinin hemen arifesinde, 3 Nisan 1948'de yasayı onaylayarak yürürlüğe sokar. Bu sayede, İtalya’da komünistlerin iktidara gelmesini de engeller. Bu sürecin sonrasında 1949 yılında kurulan NATO ile birlikte, Avrupa genelinde NATO tarafından örgütlenen ve merkezi İtalya olarak kabul edilen “gladio” örgütlenmeleriyle, İtalya uzun bir süre daha faşizmin etkisi altında kalır.

Amerika, Marshall Planı konusunda hiçbir şeyi ihtimale bırakmaz. Bu yüzden plan dahilinde yardımların dağıtımı için, ABD bünyesinde Ekonomik İşbirliği İdaresi (Economic Cooperation Administration-ECA) adında bir örgüt kurulur. Alınan kararlara göre; bu örgütün onayı olmadan, hiçbir yardım gönderilmeyecek ve kullanılmayacaktır. Ancak ECA, bir kamu kuruluşu niteliği taşımamaktadır. Özel sektör yetkililerinden oluşan ve danışma komiteleri yoluyla özel sektör gruplarıyla ilişkilendirilen bir bağımsız ajanstır. ECA’nın özel sektörle böylesine yakın ilişki içinde bulunmasının nedeni, Amerikan şirketlerinin Avrupa pazarına doğrudan girebilmesini sağlamak ve Avrupa'da tek bir pazar oluşumunun önündeki engelleri kaldırmaktır.

Bu arada, Marshall planına daha başından dahil olmak isteyen Türkiye’de, Amerikan çıkarları doğrultusunda işler çok iyi gitmektedir. 1948 yılının Temmuz ayında Türkiye, Marshall Planı’na dahil edilir ve ABD ile İktisadi İşbirliği Anlaşması İmzalanır.

ABD’nin, Türkiye’yi Marshall Planına alma ve bu plan çerçevesinde yardımda bulunma gerekçesinin ekonomik temellerini, Marshall Planı Türkiye Özel Misyonu Başkanı olan Russell Dorr, şöyle açıklar:

“Türkiye’nin iktisadi program neticesinde çoğalan buğday mahsulü, hür dünyanın ordularını ve savunma fabrikaları işçilerini beslemeğe yardım edecektir... (Hür dünyanın güçlenmesi) Türkiye’de istihsalin artmasıyla dostlarına hayati ihtiyaçları olan gıda maddeleri, kömür ve malzeme ihracatıyla elde edilebilir.”

Türkiye’den, ABD yardımlarından yararlanması ve özellikle Marshall Planının uygulanması için, ekonomi politikasında köklü değişiklikler yapması istenir. Buna göre ekonomide kamu girişimciliği daraltılacak, özel sektöre daha hızlı gelişme olanağı sağlanacak, ağır sanayi yerine tarım, orman, hayvancılık, inşaat malzemeleri, seramik ve hafif metallerin işlenmesine dayalı sanayileşme tercih edilecektir. Amerika’nın istediği bu düzenlemeler 1950’li yıllardan başlayarak yapılan yasal düzenlemeler bir bir yerine getirilir ve bunlardan en çok öne çıkan da ABD’li uzmanlara hazırlatılan ve “yerli özel sermayeye açık olan tüm alanların, yabancı yatırımcıya da açık olmasını” öngören 6224 sayılı yasanın 18 Ocak 1954 tarihinde çıkartılması olur.

Bu arada Marshall Planının uygulamasının nasıl yapılacağını belirlemek üzere, Amerikanlar peş peşe Türkiye’ye gelmeye başlar. Aslında emperyalist sistemin birkaç yıl sonra, “ekonomik tetikçiler” vasıtasıyla uygulamaya koyacağı, ülke kaynaklarını ve yönetimini ele geçirme politikalarının benzeri bir durumu daha o yıllarda yaşanmaktadır. Bu süreçte, peş peşe Türkiye’ye gelen heyetler değişik isimlerle adlandırılan raporlar hazırlar. Bu raporların en çok öne çıkanları; Hilts Raporu, Barker raporu, Thornburg Raporudur.


Hilts Raporu(1.Hilts Raporu)

2.Dünya savaşından kârlı çıkan Amerikan hanedanlıklarının kontrolündeki otomotiv şirketleri tercihlerinin “karayolu ulaşımı” olduğunu çok net bir şekilde ifade etmeye başlar ve Amerikan Ford, General Motors ve ABD petrol tekelleri bu politikanın başını çeker.

“Öncelik Karayoluna” sloganıyla, azgelişmiş ülkelerin ulaşım sistemleri konusunda yeni tercihlere zorlayan ABD’nin, bu yaklaşımının nedeni, ekonomisi açısından yaşamsal önem taşıyan iki temel gereğin ön koşulları hazırlanıyor olmasıdır. Bunlardan ilki, savaştan çok karlı çıkan ve artan üretimlerine dış pazarlar arayan Amerikan otomotiv ve petrol tekellerine büyük çıkarlar sağlamak; öbürü de, bu ülkelerdeki pre-kapitalist ilişkileri gidererek ve özellikle de kapalı köy ekonomilerini dağıtarak, Amerikan mallarını en uzak köşelere değin ulaştırmaktır. Amerikan ekonomisine çok yönlü çıkarlar sağlayacak bu yeni ulaşım sistemi, otomotiv temel ve yan ürünlerini hızla tüketen bir alt sistem olarak da çok büyük öneme sahiptir.

Bu tarihlerde “Amerika Karayolları Genel Müdür Yardımcısı Hilts” Türkiye’ye gelerek bir rapor hazırlar. “Hilts Raporu” olarak bilinen bu raporda; yatırım önceliğinin karayolu yapımına verilmesi gerektiği ve bunun için Bayındırlık Bakanlığı’na bağlı Yollar Genel Müdürlüğü’nün idaresinde bağımsız bir tüzel kişiliğe sahip bir Karayolları Genel Müdürlüğü’nün kurulması gerektiği vurgulanır.

Raporda karayolu taşımacılığının demiryoluna kıyasla daha ucuz bir taşımacılık olduğu iddia edilir ve bu suretle Türkiye demiryollarının Van’a kadar uzatılmasına gerek olmayıp, 35.000 km.lik karayoluna ihtiyaç duyulduğunu vurgulanır. Raporda, “kamyonla yük taşıma işinde Amerikan girişimcilerinden mutlaka yararlanın” önerisi vardır. Yine raporda, deniz yollarıyla yapılacak ulaştırmaya karşı çıkılır. Bu tarihlerde Devlet Demir yolları ile ilgili bir lokomotif fabrikasının kurulması da gündemdedir ve Hilts bu fabrikanın da kurulmasını istemez.

Bu heyete hazırladığı rapor karşılığında 1948-1950 döneminde Marshall Planından 1.700.000 dolar ücret ödenir.


Thornburg Raporu

Marshall Planı üzerine yapılan anlaşmayı izleyen aylarda yardım programını yürütecek başka bir Amerikan Heyeti Türkiye’ye gelerek Ankara’ya yerleşir ve çalışmalarına başlar. “Thornburg Raporu” olarak anılan çalışma, Rockefeller Hanedanlığına ait American Standart Oil Şirketinden Max Weston Thornburg’un, Graham Spry ve George Soule ile birlikte 1949-1950 yıllarında yaptığı incelemeler ve yazdığı “Türkiye Nasıl Yükselir?” (1949) ve “Türkiye’nin Ekonomik Durumunun Tenkidi” (1950) adlı iki çalışmayı içerir.

Thornburg, ilk defa 1947 yılında Bahreyn’deki petrol arama çalışmaları sırasında Türkiye’yi ziyaret eder. Thornburg aynı zamanda Amerikan Twentieth Century Vakfının da başkanıdır.

Thornburg Raporunda; Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin(SSCB’nin) desteği ile yapılan yatırımlar ile özellikle Karabük’teki Demir-Çelik tesisleri oldukça sertçe eleştirilip, bunların ham ve yararlı olmaktan uzak yatırımlar olduğu belirtilerek, bir ölçüde SSCB’ye ve bu devletin yatırım desteğine karşı olunması gereğine vurgu yapılır.

Raporda, Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet destekli kalkınma hedefinin yönünü, giderek özel sektöre bırakacağı bir gelişim eğrisi çizmesinin yararlı olacağı belirtilirken, ABD’nin Türkiye’ye ekonomik yardım yerine, teknik yardım sağlamasının hem ABD, hem de Türkiye için daha iyi olacağı ifadelerine yer verilir.

Thornburg Raporu özünde; serbest girişimin engellendiği ve yaşatılamadığı için serbest piyasayı önceleyip, devletçi uygulamaları ağır bir dille eleştirir ve Hilts gibi karayoluna öncelik verip, tarımda ilerlenmesini önerir. Ağır sanayi hamleleri yerine hafif sanayi, tüketim mallarına dönük sanayiye ağırlık verilmesini tavsiye(!) eder.

Raporda geçen ilginç bir nokta ise, kömür üretiminin yerli sanayi için değil, Batı sanayisi için üretilip ihraç edilmesi gerektiği yönündeki tespit olur. Raporda, makine sanayinin bu aşamada gereksiz olup ertelenmesini önerilir ve gerekli olan makine teçhizatın(özellikle traktör) Amerika’dan ithal edilmesi istenir. Bu yaklaşımın bir sonucu olarak da, lokomotif ve traktör üretimi için talep edilen krediye Thornburg Raporunda da şiddetle karşı çıkılır. Yabancı sermayenin ülkeye gelmesi için teşvik edici kanunlar çıkartılması gerektiği üzerinde durulur.


Barker Raporu

1950 sonrasındaki gelişmelerin yönünü ve niteliğini belirlemede etkili olan belgelerden birisi de Barker Raporu’dur. Rapor, Türkiye’nin 1 Şubat 1947’de üye olduğu IBRD(International Bank for Reconstruction and Development-Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası) veya kısa adı ile Dünya Bankası tarafından hazırlanır.

Bu rapora göre, devlet yatırımları, özel girişimin özendirilmesi için gerekli olan ve özel girişimcilerin gitmeyecekleri ulaşım, haberleşme, enerji gibi alanlarda yoğunlaştırılmalıdır. Sanayinin özel yatırımların ana genişleme alanı olarak görüldüğü raporda, bu alandaki kamu yatırımlarının süratle azaltılması da öngörülür.

Raporda yer alan kalkınma programından beklenen sonuçlar arasında, özel kesimin gelişmesi için daha elverişli bir ortamın yaratılması da sayılır. Raporda, yabancı sermaye konusundaki görüş ve öneriler de çok açık bir biçimde ortaya konulur; yabancı sermayenin ülkeye yalnız döviz değil, aynı zamanda, Türkiye’nin gereksindiği ileri teknolojiyi ve yönetim bilgisini de getireceği söylenir. Türkiye’nin aşırı devletçi uygulamalar döneminin zararlı sonuçlarını gidermesi gerektiği de eklenir.

Türkiye’nin kapitalist dünya ile iktisadi ilişkilerinin gelişiminde, kapitalist dünyayı temsil eden Dünya Bankası ile halen süren yakın temasının ilk en önemli adımlarından biri olarak ortaya çıkan Barker Raporu’nun içerdiği öneriler, Türkiye’nin kalkınma çizgisinde ve bunun bir parçası olan sanayileşme anlayışında, uluslararası ve giderek uluslar üstü olması gereken bir kuruluşun eğilimlerini yansıtması açısından önemli bir belgedir.

Sanayi yoluyla kalkınmak isteyen bir ülkenin, tarım ve tarıma dayalı alanlarda uzmanlaşması önerisiyle, özellikle yatırım yapılmaması önerilen alanlara bakıldığında, gelişmiş kapitalist ülkelerin, Türkiye’yi hangi gelişmişlik düzeyinde görmek istedikleri açıkça görülür.

Barker Raporunun sonunda tablolar şeklinde, sanayi kollarında yapılacak yardım miktarları da önerilir. Rapordaki tablolara göre; yatırımlar konusunda en büyük pay 825-1.025 milyar TL ile ulaşım harcamalarına önerilir. Bunu 350-450 milyon ile bayındırlık, 350-425 milyonla ziraat, 250-350 milyonla elektrik enerjisi, 175-225 milyonla madencilik, 150-200 milyonla endüstri, 75-100 milyonla haberleşme konusundaki yatırım önerileri izler. En az yatırım önerisinin ise, Türkiye’de her zaman yapıldığı gibi, eğitim ve genel sağlık işleri konusunda yapılması, bu tutarın yalnızca 75-100 milyon TL olarak önerilmesi son derece düşündürücüdür.

Sonuçta bu 3 önemli rapor gibi, birçok rapor hazırlanır…

Bu arada Demokrat Partinin ülke içindeki yükselişi artık zirve noktasına gelir ve 1950 yılında Demokrat Parti tek başına iktidara gelir. 1947-1950 yılları arasında Amerika ve doğal olarak Amerikan sermayesi ile kurulan ilişkiler, Menderes Hükümeti için biçilmiş kaftandır. İktidarda kaldığı 10 yıl boyunca, içinde beslediği Amerikan hayranlığı ile “Türkiye’yi, küçük Amerika yapmak” isteyen ve sermaye sahiplerinden yana tavır geliştirecek olan Menderes Hükümeti, büyük bir hızla Marshall Planını ve diğer Amerikan politikalarını uygulamaya koyar. Zaten Menderes’in iktidara taşınmasında, başta Amerikan Hanedanlıkları olmak üzere, işbirlikçi yerli sermayenin payı büyüktür.

MARMARAY PROJESİNE "NEDEN-SONUÇ" İLİŞKİSİ ÜZERİNDEN GENEL BİR BAKIŞ(6.BÖLÜM)
1950-1960 Demokrat Parti ve Menderes Dönemi

Menderes Hükümeti, iktidara gelir gelmez ülkeyi Amerikan çıkarlarına uygun olarak yönetmeye başlar ve ilk olarak meclisten onay almaya bile ihtiyaç duymadan, 25 Temmuz 1950 tarihli bakanlar kurulu kararı ile 17 Ekim 1950 tarihinde Kore'ye, General Tahsin Yazıcı komutasında 5090 kişilik bir Tugay gönderir.

Menderes’in ülke askerlerini, kendilerini hiç ilgilendirmeyen bir savaşa Amerika’nın yanında duruş sergileyerek göndermesinin altında NATO’ya üye olma isteği olduğu tarihe ilginç bir not olarak düşer. Bu savaşa, “ne için, kim için” gittiklerini bile bilmeyen Türk askerleri, savaşta 900 kayıp verir. Savaşta 234 Türk askeri esir düşerken, yaklaşık 2.500’ü de yaralı ve hasta olarak yurda döner. Ama hükümet, göz göre göre ölüme gönderdiği, sakat bıraktırdığı askerlere hulufe dağıtır gibi şehitlik ve gazilik mertebesi dağıtarak, bu işten sıyrılır.

Kore Savaşı ile ilgili farklı iddialar da vardır. Bu iddialara göre Amerika, Soğuk Savaş'ın gizli yöntemlerinden olan ve daha sonra NATO bünyesinde oluşturulan “gladio”, “kontrgerilla” örgütlenmeleri eliyle birçok ülkede uygulanacak olan özel harp tekniklerini, Kore'de komünistlere karşı kullanır. Amerikalılar, esir aldıkları Çinli ve Koreli askerler üzerinde yeni sorgulama ve işkence tekniklerini uygular.

İddialara göre, işkenceli sorgulamalara katılan Türk subayları da vardır. 12 Mart darbesinde adı geçen bu subayların, daha sonraki yıllarda, Kore’de öğrendikleri sorgulama yöntemlerini meşhur Ziverbey Köşkü işkencelerinde uyguladığı yönünde iddialar da yıllar sonra gündeme gelecektir.

İşte, Kore Savaşının altında, Amerikan çıkarları için ölüme gönderilen askerler ile arkasında bıraktığı bu iddialar vardır.

Türkiye, Kore’de yaptığına karşılık olarak 1952 yılında NATO'ya tam üye olarak kabul edilir. Aynı yıl NATO'nun isteği üzerine komünizme karşı “gayri-nizamı harp” yapma hedefiyle Seferberlik Tetkik Kurulu, daha sonraki adıyla da Özel Harp Dairesi kurulur. Böylece Türkiye NATO üyeliği çerçevesinde, “gladio” örgütlenmelerinin bir benzerini kendi ülkesinde de kurmuş olur. Günümüzde de tartışması süren ve “derin devlet, çete vb(en son olarak da Ergenekon)” adlarla adlandırılan, CİA ile işbirliği reddedilemez bir gerçek olan bu örgütlenme ile özellikle 1970-1980 arasında birçok ilerici, devrimci, sosyalist katledilecektir. Faili hiçbir zaman ortaya çıkmayan bu katliamlar, 1990’larda da başta Kürt Sorunu çerçevesinde olmak üzere, muhalif kesimi bastırmak amacıyla yoğun olarak devam ettirilecektir.

Menderes Hükümeti, kendinden önceki süreci tamamen ortadan kaldırmak için önce 1953 yılında CHP'nin malları haczettirir ve hazineye aktarır, peşinden de ülke insanının eğitiminde ve kültür düzeyinin artmasında büyük yeri olan Halkevleri ile Köy Enstitülerini tamamen kapatır. Özellikle Köy Enstitülerinin kapatılma süreci de ilginçtir.

Eğitim alanında kırsal kesimde yaşayan halk ile kentliler arasındaki bozuk dengeyi eşitlemek ve köy halkına pratik bilgi vermek amacıyla 1936'ta Saffet Arıkan'ın Vekilliği döneminde Köy Eğitmeni projesi uygulamasına başlanır. Askerliğini onbaşı veya çavuş olarak yapan gençler, Ziraat Bakanlığı'nın işbirliğiyle, modern tarım tekniklerini uygulayan Mahmudiye Devlet Üretme Çiftliği'nde yetiştirilerek köylere gönderilir. Amaç, köye hem bir öğretmen hem de modern üretim araçları ve tarım yöntemleri sağlamak ve eğitimin mali yükünü hafifletmektir. İsmail Hakkı Tonguç yönetiminde başlanan bu projenin başarılı olması üzerine 1937 ve 1939 yıllarında çıkarılan yasalarla köy eğitmeni yetiştirme deneyimi yaygınlaştırılır. Kırsal kesime yönelik bu eğitim uygulaması hiç şüphesiz daha sonra kurulan Köy Enstitüleri için uygun koşullar yaratır ve Köy Enstitüleri'ne geçişi kolaylaştırır.

Hasan Ali Yücel, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde yaptığı konuşmasında Enstitülerin özelliğini ve daha önceki kuruluşlardan farklılığını vurgular: "Biz bu müesseselere köy öğretmen okulu demedik. Çünkü evvelce bu isimde müesseseler vardı. Bunları ona bağlamak istemedik. Bunlar yepyeni şeylerdir. Enstitü kelimesini biz frenklerin telaffuz ettiği tarzda aldık ve buna alıştık. [...] Biz köy enstitüsünü sadece içerisinde nazarî tedrisat yapılan bir müessese olarak almadık. İçerisinde ziraat sanatları, demircilik, basit marangozluk gibi amelî bir takım faaliyetler de bulunduğu için okul adı ile anmadık, enstitü diye isimlendirmeyi muvafık gördük"

17 Nisan 1940'ta Köy Enstitüleri Yasası çıkarılarak köy okullarında görev alacak olan öğretmenleri yetiştirmek üzere kent ve kasabalardan uzak, geniş arazisi bulunan uygun yerlerde Köy Enstitüleri kurulmaya başlanır. 1942-43 öğretim yılında, Köy Enstitüleri'ne öğretmen, bölge okullarına yönetici, gezici başöğretmen, ilköğretim müfettişi ve kesim müfettişi yetiştirmek amacıyla Hasanoğlan Köy Enstitüsü bünyesinde Yüksek Köy Enstitüsü açılır. Zamanla sayıları 21'i bulan Köy Enstitüleri 1944'ten itibaren yılda ortalama 2000 öğretmen mezun etmeye başlar. Köylere gönderilen öğretmenlere tarım araç ve gereçleri ile üretimde bulunmak ve gelirinden yararlanmak üzere tarla ve irat hayvanları verilir. Büyük başarı sağlanan bu eğitim modeli sayesinde, 1946'ya kadar köylerdeki öğretmen açığını kapatan 16.400 kadın ve erkek öğretmen ile 7300 sağlık memuru ve 8756 eğitmen yetiştir. Mezunlar arasında Mehmet Başaran, Talip Apaydın, Fakir Baykurt ve Mahmut Makal gibi yazarlar da vardır(Mili Eğitim Bakanlığının sitesinden alınmıştır).


Ancak 1946’dan sonra işler değişir. CHP, Köy Enstitülerine eskisi kadar sahip çıkmaktan vazgeçer ve zamanla bu enstitüler öğretmen okullarına dönüşür. Ve özelliğini yitiren Köy Enstitülerinin, geldiği halini bile içine sindiremeyen Adnan Menderes 1954 yılında bu eğitim sistemini tamamen ortadan kaldırır. Enstitülerin dönüşüm geçirmesinin altında, CHP içindeki muhalefetin, yerli burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin payı olduğu tartışma götürmeyen bir gerçek olarak kalır. Çünkü, bu eğitim yuvaları ve köy insanının bilinçlenmesi, aynı zamanda feodalite için de tehdit olarak görülür.

Bu arada Marshall Planı, plana dayanak teşkil etmek üzere hazırlanan raporlar çerçevesinde harfiyen uygulamaya konulur.


Hilts Raporu(1.Hilts Raporu) doğrultusunda yapılan uygulamalar

Marshall yardımı ile Türk ekonomi siyasası üzerinde etkinlik kazanmaya başlayan ABD, NATO’nun gereksinmeleri başta olmak üzere, hür dünya ordularını(!) ve savunma fabrikalarının işçilerini besleyecek, hür dünyanın tarım ürünleri ve ham madde gereksinmelerini karşılayacak bir depo olarak gördüğü Türkiye’de yeni bir ulaştırma sistemini kurma yoluna gider.

Türkiye’de oluşturulmak istenen ve Amerikan sermayesinin çıkarlarını en iyi sağlayabilecek olan ulaştırma sistemi dağa-bayıra tırmanabilen, otomotiv temel ve yan ürünlerini hızla tüketen bir alt sistem olarak “karayolu” kabul görür. Çünkü, asfalt kaplama malzemesinden, yol yapım makinelerine, kamyonundan traktörüne, lastiğinden yakıtına kadar dışa bağımlı olan bu ulaşım türü, Amerikan ekonomisine çok yönlü çıkarlar sağlayabilecek niteliktedir.

Raporun sahibi Hilts, yapımı önerilen bu karayolunun miktarını oldukça ilginç bir yöntemle hesaplar; aynı ölçekteki Türkiye haritasını ABD haritası üzerine uygulayarak iklim ve toprak şartları bakımından Türkiye’ye benzediğini belirttiği Kolorado eyaletini baz alarak, burada ne kadar karayolu varsa aynı miktar karayolunun Türkiye’ de yapılmasını önerir.

Hilts raporunda, “aynı istikamette kullanılabilecek muhtelif yollara ihtiyaçtan” bahisle demiryollarına koşut doğrultularda karayolları yapımı teşvik edilir. Raporda, bir “Yollar Fonunun” kurulması, bütçeden her yıl yol yapımı ve ıslahı için asgari bir ödeneğin ayrılması, ticari araçlardan tescil ve ton kilometre vergisi alınması, şoför yetersizliği için ordu kuvvetlerinden yararlanılması, yollar fonuna ayrılan paraların başka amaçlarla kullanılmamasının yasal güvencelere bağlanması istenir. Raporda ayrıca, teknisyen yetiştirilmek üzere Washington’daki Yollar İdaresine personel gönderilmesi ve Amerikan yardım makineleriyle yol yapımında Amerikalı müteahhitlerle çalışılması öngörülür.

Hilts Raporu ve dokuz yılda tamamlanması öngörülen rapordaki programın, Bakanlar Kurulunun 8 Ağustos 1948 tarihli ve 3/7840 sayılı kararı ile onanmasından sonra Menderes Hükümeti, raporda yapımı öngörülen 23.000 km devlet yolunu eklemeler yapmak suretiyle 24. 306 km. ye çıkartır.

Sonuçta bu yıllarda, Türkiye’de de dahil birçok azgelişmiş ülkede; oldukça gelişkin ve pahalı olan karayolları yapımına girişilir. Amerikan yardımıyla gerçekleştirilen altyapıyı, Amerikan kökenli araçların bu ülkelere girmesi izler. Karayolu taşıma araçları önceleri dışsatım yoluyla sokulurken, giderek çok uluslu otomotiv şirketlerinin buralarda montaj fabrikaları kurmaları biçimine dönüşür. Azgelişmiş ülkelerdeki ucuz işgücü ve buraların otomotiv ara mallarının yüksek fiyatlarla satılabileceği yeni pazarları oluşturmaları bu dönüşüme yol açar.

Çok uluslu otomotiv tekelleri Türkiye gibi azgelişmiş ülkelere çok elverişli koşullarda girerler. Girdikleri ülkelerde karayolu taşımacılığını her aşamasında destekleyen elverişli ortamı hazırlatmayı başarırlar. Bu dönemde karayolu taşımacılığının vergilendirme girişimlerine şiddetle karşı çıkılırken, akaryakıt sübvansiyonları desteklenir. Türkiye’nin ulaşım sistemi tercihini biçimlendiren bu süreç sayesinde, demiryollarını öldüren bir dinamizmle “karayolları” gelişir.

Bu gelişmeler, Türkiye’yi ulaştırma politikası dahilinde ABD’nin emrine sokar. Bu politika değişikliği ile birlikte, idari alandaki politikalar da değişmeye başlar. 1934 yılında çıkarılan yasayla “Şimendifer istasyonlarını ve limanlarını birbirine bağlamak, Şimendifer hatlarını besleyecek yollar tertip etmek” göreviyle kurulan “Şose ve Köprüler Reisliği”, Hilts Raporundaki isteğe uygun olarak Ulaştırma Bakanlığından ayrılarak 1950 yılında Bayındırlık ve İskan Bakanlığına bağlı Karayolları Genel Müdürlüğü kurulur. Karayolları Genel Müdürlüğünün önceliği NATO “savunma ittifakı” gereksinimlerini karşılayacak yol planlaması yapmak ve buna öncelik vermektir. Bu öncelik dahilinde ilk planlanan hat da İskenderun-Erzurum karayolu hattı olur. Bu hat, Sovyetler Birliği’ne karşı bir ikmal hattı olarak planlanır.

Bu gelişmelerin yanında, ABD’li otomotiv ve petrol tekelleri için gelişmiş karayolu şebekesine bağlı otomotiv kullanım ve petrol tüketimi dolayısıyla çekici pazarlar oluşurken, karayolları ve kamyon taşımacılığı sayesinde Amerikan mallarının tüketilmesinde büyük artışlar olur.


Thornburg Raporu doğrultusunda yapılan uygulamalar

Thornburg raporu aslen “genel uygulamaları” içeren bir özelliğe sahip olduğu gibi, özelde de Hilts ve Barker Raporlarını da destekleyen bir içeriğe sahiptir.

Hükümet bu rapor doğrultusunda özellikle özel girişimcilerin ekonomiye müdahalesi için gerekli düzenlemeleri yapmakta gecikmez. Ve sermayeyi teşvik kanunları peş peşe çıkartılır. Ve sırasıyla 01.8.1951 tarihinde yürürlüğe giren 5821 sayılı yabancı Sermaye Yatırımlarını Teşvik Kanunu, 18.01.1954 tarihinde yürürlüğe giren 6224 sayılı Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu, 07.03.1954 tarihinde yürürlüğe giren 6326 sayılı Petrol Kanunu, 11.03.1954 tarihinde yürürlüğe giren 6309 sayılı Maden Kanunu çıkartılır.

Dünyanın en liberal mevzuatından biri olarak kabul edilen “Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanununun” çıkartılması sürecinde, Amerika Dış İktisadi Politika Komisyonu Başkanı C.B. Randall görevlendirilir(Randall, aynı zamanda kendi adıyla bilinen “Randall Raporunun da mimarıdır) ve bu kanun 1954 yılında Randall’ın hazırladığı rapor doğrultusunda Menderes Hükümeti tarafından çıkarılır.

Bu yasama süreçleriyle ilgili olarak 3.Menderes Hükümeti(17.05.1954-09.12.1955) programında şu açıklamalara yer alır:

“Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu ile petrollerimizin işletilmesi mevzuundaki tedbirlerimizde de gayet kararlıyız. Memleketin sanayileşmesinde, zengin tabii kaynaklarımızın ve petrollerimizin bir an önce işletmeye açılmasında ve milletimizin hizmetine arzında yabancı sermaye ve teknik bilginin teşviki mesaisine verdiğimiz ehemmiyet, her türlü menfi neşriyat ve propagandalara rağmen, milletimizin tasvibine mahzar olmuş bulunmaktadır. Geçen devre zarfında Yüksek Meclisin kabul buyurduğu kanunlar arasında, Yabancı Sermaye Yatırımları Teşvik Kanunu ile Petrol Kanunu, iktisâdi kalkınmamızda ve Milli inkişafımızda hususi bir ehemmiyet ve mevki işgal edecektir. Henüz birkaç ay önce meriyete vazedilmiş olan bu kanunların tatbikatından beklediğimiz feyizli neticeleri asıl önümüzdeki yıllardan itibaren elde etmeye başlayacağız. Memleketimize gelerek, yerli sermaye ve teşebbüsün yanı başında ve onunla işbirliği halinde çalışmak isteyen yabancı sermaye ve teşebbüs erbabı ve teknisyenler her türlü kolaylık ve imkan sağlanmış bulunmaktadır. Bu vadideki fâaliyetlerimize ve yabancı sermayenin memleketimize akmasını temin hususundaki gayretlerimize hızla devam eyleyeceğiz.”…

Bu arada Thornburg raporunda da belirtildiği üzere, Hilts Raporu doğrultusunda karayoluna öncelik verilirken, Türkiye’yi “Amerikan sermayesi ve onların orduları için bir tahıl ambarı olarak gören” zihniyetin ürünü olarak, ağır sanayi yerine tarıma odaklanılır. Ve makineli tarıma geçilir.

Thornburg raporunda, “lokomotif ve traktör üretimi için talep edilen krediye” şiddetle karşı çıkılırken, makine sanayinin bu aşamada gereksiz olup ertelenmesini önerilirken ve gerekli olan makine teçhizatın(özellikle traktör) Amerika’dan ithal edilmesi istenir.

Bu rapor doğrultusunda, tarımda kullanılan makineler Amerika’dan ithal edilir. Bunlardan en çok bilineni ise, Massey Ferguson marka traktörlerdir. Ve yine bilineceği üzere, Massey Ferguson’un sahibi; CFR’nin ünlü üyeleri arasında gösterilen ve aynı zamanda medya devi The Daily Telegraph’ın eski patronu olan Conrad Black’tir.


Barker raporu doğrultusunda yapılan uygulamalar

Barker raporu için, “bir öneriler paketi” şeklinde söylemler kullanılsa da, sonuçta bu rapor uygulanır. İlk adım olarak, “özel girişimin desteklenmesi” amacına yönelik olarak, 1950 yılının Haziran ayı içinde çalışmalara başlanır. Uygulama konusunda çalışma yapmak üzere kurulan bir kurulun önermeleri doğrultusunda, 4 Ağustos 1950 tarihinde,”devlet girişimlerinin transferini ve özel girişimin gelişmesini kolaylaştırmak üzere, sermayesi 125 milyon TL olan Türkiye Sanayi ve Kalkınma Bankası kurulur. Sermayesinin yarısının Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası(Dünya Bankası), geri kalan bölümünün de, Türk bankaları ve sanayicileri tarafından karşılanan bu bankanın amacı; “Türkiye’de özel sanayi kurmak, yerli ve yabancı sermayenin sanayi alanına girmesini sağlamak ve Türk sanayinin dayandığı menkûl değerleri özel ellere transfer edip, orada muhafaza etmek...” olarak belirlenir.

Başkanlığını ABD’li Mr. Tucker’in yaptığı ve Yönetim Kurulunda Vehbi Koç, Hâzım Atıf Kuyucak, Hakkı Avunduk, Suphi Argun, Nuri Dağdelen, Mecit Duruiz gibi sanayicilerin bulunduğu bu banka, yalnızca özel girişime hem Türk parası, hem de döviz olarak kredi vermek üzere Türkiye’de kurulan ilk banka olma özelliğine sahiptir.

Türkiye’nin sanayileşme yerine, bir tarım ülkesi, gelişmiş ülkelerin tahıl deposu ve hammaddesini karşılayan bir ülke olarak kalmasını isteyen, bu arada “tahta işleri, seramik ve çömlekçilikle” uğraşmasını salık veren Barker Raporunda, madencilik faaliyetlerine ilişkin şu öneriler yer alır:

1-1953 senesinden sonra, hâlihazır yatırım programının neticeleri belli oluncaya kadar Zonguldak kömür havzasının inkişafı için hiç bir taahhüde girişilmemelidir.

2-Hususi maden arama ve işletme faaliyetlerine yol açacak bir madencilik politikası kabul edilmelidir. Hükümetin hususi sermayeden grupları petrol araştırma ve işletmelerinden uzak tutma politikası yeniden tetkik edilmesi lazımdır.

3-Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü (MTA) tarafından yapılan tetkiklerin neticeleri

halkın istifadesine açık olmalıdır.

Bu satırlarla ifade bulan “tetkiklerin neticeleri halkın istifadesine açık olmalıdır” önerisinde “halk”la kimlerin amaçlandığı, dönemin bakış açısını yansıtması açısından son derece önemlidir. Madencilik alanında hiçbir taahhüde girişilmemesi, özel sektörden yana bir madencilik politikasının kabul edilmesini tavsiye eden Barker Raporu, yabancı sermayenin özel sektör yoluyla madenlere ve yeraltı kaynaklarına kolayca erişmesini sağlamak isteğindedir.

Emperyalizmin görmek istediği Türkiye ortadadır. Her türlü dayanıklı tüketim malzemesini, makineleri, ağır sanayi ürünlerini, işlenmiş madenleri emperyalist ülkelerden satın alacaktır. Türkiye’yi bir madencilik-hammadde deposu olarak gören bu zihniyet, Türkiye’nin maden potansiyelini öğrenerek dünya maden potansiyelinin bir halkasını daha tamamlamış olacaktır. 1950 yılında ABD ve Batı Avrupa’nın tükettiği maden hammaddelerinde, sömürge ülkelerden karşılanan bölüm, % 44 dolaylarındadır. Bu sayı, boksit ve alimüna’da ABD için % 74, Japonya için % 100’dür, manganez ihtiyacını ABD % 93, Batı Avrupa % 97 oranında sömürge ülkelerden karşılamak durumundadır. Nikel ve fosforda, bu sayı % 95-100 arasındadır. ABD’nin maden hammaddeleri açısından toplam ithalat ihtiyacı % 32, Batı Avrupa’nın %65’dir.

Bununla birlikte Türkiye, 1954 yılında sahibi Rockefeller hanedanlığı olan Amerikan petrol şirketi Standart Oil’in avukatı olan Max Bail Thornburg’a(Thornburg raporunun mimarı) hazırlatılan bir tasarıyla, “kendi olanakları ile petrol bulmak ve işletmekten aciz Arap şeyhlerinin razı olduklarından(ekonomik tetikçilerin girişimiyle)” daha ağır hükümler taşıyan bir petrol kanununu yasalaştırılır. Bu kanun açık bir imtiyaz kanunudur ve her şeyden önce, Türkiye’ye petrol alanında belli bir ekonomik doktrini empoze eder. Kanunun ikinci maddesine göre, Türkiye, petrolde devletçilikten vazgeçmeyi ve petrol kaynaklarının özel teşebbüs eliyle değerlendirilmesini kabul eder. Yabancı petrol tröstlerinin isteği ile çıkartılan bu kanunun gerekçesinde; “Petrol kaynakları, ancak hususi teşebbüs veya yatırımları eliyle aranıp işletilebilecektir. Hususi teşebbüs ve sermayenin müessir olabilecek vüs’atte ve miktarda bu sahaya girebilmesi için, devletin ne arayıcı ve işletmeci, ne de herhangi bir suretle petrol sahibi olarak hususi teşebbüsün karşısına çıkmaması icap etmektedir. Hususi teşebbüs, devlete rakip vaziyette çalışmak istememektedir.” yazar. Bu yasa sayesinde, Türkiye’nin kendi kaynaklarını, kendi eliyle değerlendirmek hakkı, yine kendi eliyle ortadan kaldırılır.

Bu yasal düzenlemeler sonucunda; Mobil(Standart Oil’e yani Rockefeller hanedanlığına ait) ve Shell gibi yabancı sermayeli şirketlerle eşit durumda çalışmak zorunda bırakılan Türkiye Petrolleri, sırf bu yüzden ANONİM ORTAKLIK(ŞİRKET) olarak kurulur. Devlet, kendi şirketine de, Mobil ve Shell’e de aynı gözle bakmak zorunda bırakılır. Kanuna göre yabancı petrol tröstleri, birçok gölge şirketler kurarak bir bölgede istedikleri kadar petrol arama ruhsatı alabilecekleri halde, ulusal şirket(TPAO), kanunun öngördüğü en fazla sekiz ruhsatla yetinme durumunda bırakılır. Daha önce Maden Tetkik Arama(MTA) tarafından petrol bulunan bölgeler bile yabancı petrol şirketlerinin hizmetine açılır. Milli güvenlik gerekçesiyle, arama işleri MTA’ya bırakılan yasak bölgelerden, TPAO yoksun bırakılır.

Mali hükümler bakımından, yabancı sermayeli şirketler petrol bulup işletseler dahi, onlara olağanüstü bir pay tanınması yüzünden bundan Türkiye’nin de yararlanmasına elvermeyen Petrol Kanunu’nun “taslak” halinde, çok düşündürücü olan 136. madde yer alır. Bu maddeye göre; kanun, ancak yabancı şirketlerin muvafakatiyle değiştirilebilecektir. Madde, muhalefetin itirazlarıyla tasarı metninden çıkartılır ancak, böyle bir maddenin tasarı metnine konulmuş olması, Petrol Kanununa onay veren Menderes Hükümetinin zihniyetini göstermek bakımından dikkat çekicidir.

Yıl 1957’yi gösterdiğinde, Petrol Kanunu’nda 6987 sayılı kanunla yapılan bir değişiklikle yabancı şirketler Türkiye’de rafineri kurma hakkını da elde eder. Yabancı sermayeli şirketlerin Türkiye’de rafineri kurma isteklerinin, dünya petrol üretiminin tüketimi hayli aştığı bir döneme rastlaması dikkat çekicidir. Böylelikle Ataş ve İpraş rafinerileri ile yabancı şirketler, yerli petrolü mümkün olduğu kadar az işleyip, yüksek fiyatla dışarıdan kendi petrollerini Türkiye’ye ithal ettirirler.

Bu arada, Rockefeller Hanedanlığının önemli bir ferdi olan Nelson A. Rockefeller’in, ABD Başkanı Eisenhower’e 1956’da yazdığı gizli mektupta, içinde yeraltı kaynakları hakkında açıklamaların da yer aldığı ifadeler, tarihe önemli bir not olarak düşer:

Nelson A. Rockefeller, “Marshall Planı ve ABD’nin dış politikası ile ilgili olarak” şöyle der; “şu önemli geçeği gözden uzak tutamayız: magnezyum, krom, kalay, çinko ve tabii kauçuğumuzun tamamı, bakır ve petrolümüzün önemli bir kısmı, kurşun ve alüminyumun üçte biri, denizaşırı ülkelerden gelmektedir. En önemlisi, ABD tarafından kurulmuş askeri paktlardan, herhangi birinin etki alanında bulunan Asya ve Afrika’nın az gelişmiş bölgelerinden gelmektedir. Süper stratejik maddelerin, bu arada uranyumun durumu da yukarıdakiler gibidir.”

Aynı mektupta Marshall Yardımı ile ilgili sarf edilen bir başka ifade ise şu şekildedir:

“Türkiye gibi anti-komünist hükümetlerin iktidarda bulunduğu ülkelere yapılacak yardımlar ve açılacak krediler öncelikle askeri nitelikte olmalıdır. OLTAYA YAKALANMIS BALIGIN YEME IHTIYACI YOKTUR. Geliştirilmiş ekonomik yardim, Türkiye gibi ülkelerde bazı durumlarda düşünülenin tam tersi sonuç verebilir, yani bağımsızlık eğilimlerini arttırıp mevcut askeri planlarımızı zayıflatabiliriz. Bu tür ülkelere yapılacak yardim, bize bağlı Hükümetleri iktidarda tutacak ve ABD'ne düşman unsurları zararsız hale getirecek biçim ve miktarda olmak zorundadır.”…

http://marmaraygunlugu.wordpress.com/

http://marmaraygunlugu.blogspot.com/