26 Mart 2009 Perşembe

Acaba...



Kentilyon : Bin katrilyon (10^18) .

milyon ( milyar ( trilyon ( katrilyon ( kentilyon ( sesktilyon ( septilyon ( nonilyon ( oktilyon ( desilyon

---------------------------------






ergenekon davasında geçen cümlelerden birisi bu. bu arkadaşın örgüt tarafından bu paraya tutulduğunu, ya da yaptığı işkenceler karşılığı bu kadar para aldığı anlatılıyor. şimdi; kalaşnikof belki böyle türkçe okunduğu gibi yazılıyordur, onu bilemem ama 10 kentrilyon ne olum. trilyonu, katrilyonu aştın da kentrilyona mı geldin. bu örgüt ne kadar zengin. şu isimlere ve aldıkları paralara bir bakın bir bakın: listede göze çarpan ilginç isimler ve aldıkları ileri sürülen ücretler şöyle: y.g.ö. 30 katrilyon, ş.a. 2 kentrilyon lira, e.t. 20 kentrilyon lira, s.k. 100 milyon dolar, t.e. 20 milyar dolar, a.g. 20 milyar dolar, m.y. 100 milyon dolar, b.e. 100 milyon dolar, d.b. 100 milyon dolar, rus erkek işkenceci aleksandr kalaşnikof 10 kentrilyon lira, m.a.ş. 100 katrilyon lira, a.ş. 100 katrilyon lira. rte ile ag ye 20şer milyar dolar verilmiş ama garibim d.b.'a 100 milyon dolar. adamın karizmasını iyice düşürmek için mi yazdınız burayı anlamıyorum ki.. yok hayır, iyice bir komedi olduğuna inandırdınız bizi bu ergenekonun.

haber için:



(Not: Girdi içindeki isimler acik verilmedi. Ayrıca haberin alındıgı kaynaktada kentilyon değil kentrilyon geçiyor.)



Acaba diyoruz, krizin iyice teğet geçtiği şu dönemlerde madem bu kadar


" KENTILYON " parasi olan adam var(miş), acaba memlekete borç falan verirler mi?

Ama heralde ekonomi büyüklerimiz böyle paketleri zaten hesaba katmişlardir...

22 Mart 2009 Pazar

J.F.K. speaks secret societies...














( John Fitzgerald Kennedy'nin 27 Nisan 1961'de, New York Waldorf Astoria Hotel'de, gizli örgütlerden bahsettiği "Başkan ve Basın" konuşması... Hem dinleyin hem okuyun... )




Başkan ve Basın: Amerikan Gazete Yayıncılar Birliğinden
Önce Adres



Sayın Başkan, bayanlar ve baylar:

Bu gece burada olmam için yaptığınız cömert davetiniz için çok teşekkür ederim.

Bugünlerde ağır sorumluluklar taşıyorsunuz ve geçen okuduğum bir makale bana son günlerde yaşanan olayların işiniz üzerinde nasıl ağır bir baskı yaptığını hatırlattı.

Hatırlayınız, Karl Marx adıyla gözlerden uzak bir gazeteci, Londra’da 1851’de Horace Greeley’in sponsorluğu ve yayıncılığı altında New York Tribune’un muhabiri olarak çalışmaktaydı.

Yabancı muhabir Marx’ı anlatıyoruz, hasta ve yeterli beslenemeyen ailesiyle beş parasızdı, Greeley ve yönetici editörü Charles Dana’dan maaşına 5 dolarlık bir artış istedi, sürekli itiraz gördü, o ve Engels “berbat küçük burjuva aldatıyor” biçiminde nankörce etiketlendi.

Ancak tüm başvuruları reddedildiği zaman, Marx geçim ve bilinen öteki araçlar için etrafına baktı, sonuçta Tribune ile ilişkisini sona erdiriyor ve yeteneğini Leninizm, Stalinizm, devrim ve soğuk savaşın tohumlarını dünyaya miras bırakmaya adıyor.

Keşke bu kapitalist New York gazetesi onun başka yönlerini de ele alsaydı. Marx keşke muhabir olarak kalsaydı, tarih daha farklı olabilirdi. Ve umarım tüm yayıncılar bundan iyi bir ders alarak bu gözden uzak gazeteciden harcama anlaşmasındaki küçük bir artış için onların yoksul başvurusunu dikkate alacaklardır.

Bu geceki sözlerimin başlığını “Başkan ve Basın” olarak seçtim. Bazıları doğal olarak “Başkan Basına Karşı” olarak teklif edebilir. Fakat bu gece benim duygularım bunlar değildir.

Şuda doğrudur ki, her nasılsa başka bir ülkeden iyi tanınmış bir diplomat bizim kendi meslektaşına mevzubahis gazete tarafından yapılan saldırıları doğrulamasını talep ettiğinde, bu idari bölümün basından sorumlu olmaması nedeniyle bir cevap vermesi de gerekmemektedir, basında zaten hükümetten sorumlu olmadığını açıkça belirtmişti.

Bununla birlikte, bu gece buradaki maksadım sözüm ona bir basın partisinde olağan saldırı konuşması yapmak değildir. Tam tersine, ben geçtiğimiz aylarda birkaç cumhuriyetçi dışında basında siyasi önyargı hakkında herhangi bir şikayeti nadiren duydum. bu gece maksadım Başkanlık basın konferanslarının uzak görüşlülüğünü tartışmak yada savunmak değil. Bu konferanslarda dikkatle oturup gözlem yapmak bence 20.000.000 Amerikalı’ya hayli yararlı olacak. Öyleyse zekice olduğunu söyleyebiliriz, sizin Washington muhabirleriniz tarafından zeki ve nazik kaliteli gösterildi.

Ayrıca, son olarak, bu sözler herhangi bir Başkan ve ailesine basın ne kadar izin vermeli, uygun gizliliğin derecesinin tetkikinin tasarlanmasıydı.

Geçen birkaç ay içinde sizin beyaz saray gazeteci ve fotoğrafçılarınıza düzenli olarak kilise hizmetlerine katılmış olsalardı elbette bu onlara zarar vermezdi.

Öte yandan sizin personel ve telgraf servis fotoğrafçılarınız daha öncesinde olduğu gibi yerel golf kurslarında aynı yeşil ayrıcalık zevkini tadamadıklarından şikayetçi olabileceğinin farkındayım.

Selefimin, golf oynayan birinin hünerinin resimleri yapmam kadar itirazı olmadığı doğrudur. Fakat diğer tarafta o bir Gizli Servis elemanı olmamıştır.

Bu gecenin konusu yayıncılarla olduğu kadar editörlerle de ölçülü ilişkidedir.

Genel bir tehlikeyle karşılaştığımızdaki genel sorumluluklarımız hakkında konuşmak istiyorum. Bazıları için bu davet geçen haftalardaki olayları aydınlatmaya yardımcı olabilir; fakat ufuktaki tehdidin büyüklüğü yıllardır hayal meyal boyutlarda. Gelecek için umudumuz ne olabilir – bu tehdidi azaltmak veya onunla yaşamak için – Güvenliğimizden ve yaşamımıza meydan okuyan bütünlük veya ağırlığın ikisinden birden kaçış yok – insan aktivitesinin her sahasının tuhaf yollarında karşılaştığımız bir meydan okuma.

Bu ölümcül meydan okuma, Başkan ve basının her ikisine doğrudan doğruya toplumumuz üzerine iki ihtiyaç empoze ediyor. Bu mümkün görünen ihtiyaçlar çıkan sesde hemen hemen çelişkili görünüyor, fakat uzlaşmak ve yerine getirmek için ulusal tehlikede buluşmalıyız. Birincisi, fazla kamu bilgisi için ihtiyacımızla, ve, ikincisi fazla resmi gizliliğe ihtiyaçla ilgiliyiz.

Bizim gibi doğal olarak ve tarihi açıdan gizli yeminler ve gizli işlemlerin, gizli toplumların aksine özgür ve açık bir toplumdaki birçok kelimede “gizlilik” iticidir. Biz haklı olarak aşırı tehlikeli ve gerçeklerden uzak, yersiz saklanmaya uygun ağır tehlikeli kararlar aldık. Bugün bile, kendi keyfi kısıtlamaları taklidiyle kapalı bir toplum tehdidinin aleyhinde küçük değer vardır. Bugün bile, geleneklerimiz hayatta kalamazsa da ulusumuzun yaşamını garantileyen küçük değer vardır. Resmi sansür ve saklama kısıtlamalarının anlamı bu genişleyen endişeyle kavranması üzerine çok ciddi bir tehlike açısından güvendiğimizi yükseltmeyi ilan etmek gerekir. Öyleki kontrolümdeki ölçüye müsaade etmeye niyetli değilim. Ve Hükümetimin resmi olmayan, yüksek veya alçak, sivil veya askeri sıralaması mı, bu gece buradaki sözlerimi haberleri bir bahaneyle sansürleme, muhalifleri boğma, hatalarımızı saklama veya basın ve halkı bilmeyi hak ettikleri gerçeklerden esirgemek olarak mı yorumlamalı.

Fakat her yayıncıya , editöre ve gazeteciye kendi standartlarını ulus içinde tekrar sorgulamalarını ve ülkemize olan tehlikenin doğasını fark etmelerini istiyorum. Savaş zamanında, hükümet ve basın, düşmana yetkisiz açıklamalara engel olmak için büyük oranda bir çaba içinde alışılagelmiş otokontrole katılıyorlardı. “Net ve mevcut tehlike” zamanında, mahkemeler ulusal güvenlik için halkın ihtiyacını vermeli hatta, ilk yasa değişikliğiyle ayrıcalıklarını karara bağlamalıdır.

Bugün herhangi bir savaş– Ve bununla beraber kavgayı , tetikleyecek hiçbir kavga geleneksel biçimde ilan edilmeyecek. Yaşamımız saldırı altındadır. Küresel çevredeki düşmanımız onlar sayesinde artıyor. Dostlarımızın yaşamları tehlikededir. Ve henüz savaş ilan edilmedi, sınırlar ihlal edilmedi, füzeler ateşlenmedi.

Eğer basın güvenliğimiz açısından savaş koşullarının otokontrol ile öne sürülmesinden önce bildiri yayınlarsa yanlızca olabildiğince büyük bir tehdit tavrı takındığımızı söyleyebilirim. Eğer “net ve mevcut tehlike” bulmayı bekliyorsanız ben bu tehlikenin asla daha net ve asla daha da geçerli olamayacağını söylüyorum.

Bu bakış açısı değişim gerektiriyor, yöntemlerde bir değişim – hükümetle, halkla, tüm iş adamlarıyla veya işçi liderleriyle ve her gazeteyle. Günlük askerler yerine gecelik gerillalar, özgür seçim yerine tehdit, seçim yerine hükümet devirme, nöbet yerine sızma üzerinden tesir alanlarını genişletmek için öncelikle saklanılan bu amaçları yekpare ve acımasız komplo ile engelledik. Bu çokça insan çalıştıran ve sıkıca örülüp inşa edilmiş maddi kaynaklar, son derece yeterli makine, askeri birlikler, diplomasi, istihbarat, ekonomi, bilim ve politik organizasyonu içeren bir sistem.

Hazırlıkları saklanıp yayınlanmadı. Hatalar manşetlerde değil, gizlendi. Muhalifler susturuldu, övülmedi. Harcamaları sorgulanmadı, hiçbir söylenti yayınlanmadı, hiçbir sır açığa vurulmadı. Özetle bu tutumlar Soğuk Savaş dönemi disipliniyle demokrasinin asla ümit edilmemesi veya düşlenmemesini sağladı.

Yinede, her demokrasi ulusal güvenlik için gerekli kısıtlamaları kabul eder – ve açıkça saldırı yanında bu saldırı türüne engel oluyorsak bu kısıtlamaların daha katı görülmeye ihtiyacı olup olmadığı sorusu sorulur.

İşin gerçeği, çalma, rüşvet veya casusluk gibi başka türlü kiralama yollarına sahip ulus düşmanları, gazetelerimiz bilgisiyle açıkça övünüyorlar; her gazete okurunun kullanışlılığına sahip düşmanın gizli operasyonlarına karşı ulusun gizli hazırlıklarının detayları, arkadaş ve düşman aynı, ölçülü güç budur, konumu ve güç silahlarımızın doğası, onların kullanımı için strateji ve planlarımız, basın ve diğer medyada herhangi bir dış gücü memnun etmeye yetmeye kafi derecede yere sahipler; ve bu, bir olayda en az derecede, yayın detayları önemli ölçüde zaman ve masraf değişikliği gerektiren uydu izlemesiyle gizli bir işleyişi ilgilendiriyor.

Bu hikayeleri yayınlayan gazeteler sadık, vatansever, sorumlu ve iyi içerikliymiş, savaş çıktığında sözler verildi; onlar kesin olarak bu gibi çeşitleri basamaklar. Fakat savaş olmadığında, gazeteciliği denemeyi fark ettilerse de ulusal güvenliği denemediler. Ve bu geceki sorum fazladan denemelerin benimsenip benimsenmediğidir.

Soru yalnızlığınıza cevap içindir. Sizin için kamusuz resmi cevaplamalı. Kendi kısıtlamaları aykırı, hükümetsiz planı uygulamaya konulmalı. Sözüm ona, eğer dikkatinizi çekemeyip, özenli düşünceleri teşvik edemediysem, yüklendiğimiz sorumluluklarda buluşmada, tüm sorumlulukları hesaba katmada ulusa karşı görevimde başarısızımdır.

Önceleri söylemiştim, -- ve gazetelerinizde sıkça söyledi ki bu zamanlar her vatandaşın özverili ve otokontrollü olduğu zamanlardır. Onlar övünce minnet duyan rahatlığa aykırı ve doğrularını tartan her vatandaşı göreve çağırıyorlar. gazetecilik sektöründe görev alan bu eğilimden kendilerini muaf tutan vatandaşlara inanamıyorum.

Haberlerin akışını sağlayacak yeni bir Savaş Bilgilendirme Ofisi kurmaya niyetim yok. Herhangi yeni bir güvenlik sınıflandırması yada herhangi yeni bir sansür şekli teklif etmiyorum. Şu durumdaki ikilemde kolay bir cevaba sahip değilim, ve uygulamaya koymak için aramıyordum da fakat uzman gazete üyelerine ve onların sorumluluklarında bu ülkenin tekrar sorgulamasındaki endüstri, üzerimizde uygulamaya kattıkları bu tehlikeli kısıtlama görevini önemsemeyi, tehlikenin doğallığını ve derecesini hesaba katmayı soruyorum.

Her gazete şimdi her hikayeye alakayla kendisine sorar: “O haber mi?” Tek önerim bu soruyu da eklemenizdir: “O ulusal güvenlikle ilgili midir?” Ve umuyorum ki Amerika’daki her grup – topluluklar ve işadamları ve diğer kademelerdeki halk kitleleri – çabalarıyla kendilerine soracak, ve hareketlerinde de aynı titizliği göstereceklerdir.

Amerikan basını özel gönüllü basamakları veya yeni mekanizmayı hesaba katmalı ve önermeli, bu öğütlerle birlikte samimiyetle işbirliği yapacağımızı temin ediyorum.

Belki hiçbir öneri olmayacak. Belki soğuk ve gizli savaşta özgür ve açık toplumdaki ikileme dair hiçbir cevap olmayacak. Barış zamanında, bu konu hakkında ne bir tartışma ne de sonuca dair işlem, acılı ve emsalsizdir. Ama bu tarihte benzeri olmayan bir barış ve tehlike dönemidir.

İkinci yükümlülüğümüze yükselme gerekiyorsa da olsa davetin doğallığı emsalsizdir. – yükümlülüğü paylaşıyorum. Ve Amerikan halkını uyarmalı ve yükümlülüklerimizi bildirmeliyiz – genel ihtiyaçları yanı sıra kesinlikle onları da anlamalı – tehlikeler, beklentiler, bizim yöneldiğimiz tercihler ve programlarımıza olan niyetler.

Başkan, programını halkın dikkatlice incelemesinden korkmamalı. Bu dikkatle inceleme anlayıştan; anlayışta destek veya karşıtlıktan gelir. Aslında ikisi de gerekli. Gazetelerinize yapılan Hükümet desteğini sormuyorum, fakat sizin Amerikan halkını uyarmak ve önemli görevini bildirmedeki yardımınızı soruyorum. Vatandaşlarımızın cevap ve ithaflarına güvenimi enine boyuna bilgilendirildiğini tamamlamam için.

Okuyucularınızı tartışmalara bağlamalıyız –memnuniyetle karşılarım, Hükümet yanlışlarında samimi olma niyetindedir; bilge bir adamın söylediği gibi: “Bir hata siz düzeltmeyene kadar yanlış olmaz.” Yanlışlarımızı tamamen kabul niyetindeyiz; ve eğer biz fark etmemişsek sizden bize onları göstermenizi istiyoruz.

Tartışmasız, eleştirisiz, Hükümet ve ülke başarısız olur – ve cumhuriyet yaşayamaz. Atina’lı kanun koyucu Solon herhangi bir vatandaş için tartışmadan çekinmeyi bir suç olarak emretti. Ve ilk değişiklikle basınımızda bu değiştirildi – özellikle Amerika’daki iş dünyası Anayasayla güvence altına alındı. – güldürmeyi ve oyalamayı, önemsiz ve duygusuz olduğunu ve “halkın isteğinin önemsiz” olduğunu değil – fakat kamu düşüncesi karşısındayken bile şeklen, bildirmeyi, uyandırmayı, aksettirmeyi tehlike ve fırsatlarımızı ifadeyi, kriz ve tercihlerimizi belirtmeyi, öncülük eğitimi.

Uluslar arası haber kapsamı ve analizleri anlamında bu önemli – uzakta ve yabancı fakat el veya yerelde uzun olmaması için – iyileştirmeyi sağlamakla birlikte haberlerin anlaşılmasının iyileştirilmesine büyük dikkat gerektiği anlaşılır. Ve sonuçta anlatılmak istenilen ulusal güvenliğin dar sınırları dışında tam olası bilgiyle karşılaştığımız yükümlülüklerle her düzeyde idareyle de buluşmalı.

Francis Bacon bu erken 17nci yy. içinde son üç icadıyla dünyanın dönüşümünde zaten düşüncesini söyledi: Pusula, barut ve matbaa. Şimdi pusulayla uluslar arasındaki bağlantılar biçimlendi, tüm ümit ve tehditlerimiz dünyadaki tüm vatandaşlarımızın ümit ve tehditleriyle yakınlaşıyor. Birlikte yaşamak için dünya çabalarında, barutun gelişimi ve nihai sınırının insanlığın korkunç sonuçları hakkında uyarılmalıdır.

Ve basım yayım için – kişilerin başarılarının kaydedicisi, vicdanının koruyucusu, yardım ve güç için aradığımız haberlerin kuryesi –, yardımlarımızla insanlar dünyaya geldikleri amaç doğrultusunda olması gerektiği gibi özgür ve bağımsız olacak.


16 Mart 2009 Pazartesi

5.DÜNYA SU FORUMU ( EMPERYALİZMİN YENİ OYUNU)



EMPERYAL ŞEYTANLARIN ELİNDE YENİDEN ŞEKİLLENEN TÜRKİYENİN ( NEO OSMANLI ) PARLATILAN İMAJINA UYGUN BİR ORGANİZASYON OLAN 5.Dünya Su Forumu Zirvesi BU GÜN YAPILDI.

İŞTE EMPERYALLERİN ULAŞMAK İSTEDİKLERİ AMAÇLARI VE ONLARA KARŞI YÜRÜLTÜLMESİ GEREKEN MÜCADELENİN HEDEFLERİ..


Küreselci su politikası ile ulusalcı-kamusal su politikası karşılaştırması

SUDA KÜRESELCİ ESASLAR

Doğal-coğrafi sınırları bütünleşik nehir havzası yönetimi. Anlamı: Ulusal siyasal sınırların hesap dışı bırakılması; uluslararası yönetimler


Su yönetiminde özerklik ve yerellik esaslarının kabulü. Anlamı: Yerli-yabancı tekellerin üye olacakları bir “üstkurul” ya da “su konseyi” kurulması; su işlerinin özelleştirilmesi


Devlet tarafında Çevre Bakanlığı’nın yetkilendirilmesi. Anlamı: Su yönetiminde ulusal planlama ve yönetimin değil küreselci standartların egemenliğinin sağlanması


Talebe göre yönetim. Anlamı: Suyu ihtiyaca göre sunmak değil, satma esasına göre sunmak


Özel – kamu ortaklığıyla ya da özel sektör eliyle işletme. Anlamı: Su yönetiminin dünya devi özel şirketlerin yönetimine verilmesi


SUDA ULUSAL-KAMUSAL YÖNETİMİN ESASLARI

Siyasal-coğrafi sınırlarda bütünleşik nehir havzası yönetimi. Anlamı: Ulusal siyasal sınırların esas sayılması.

Su yönetiminde merkeziyetçilik ilkesinin kabulü. Anlamı: Su yönetimi merkezden yönetim esaslarına göre yapılır; yerinden yönetim kurumları buna yardımcı roller üstlenir

Devlet tarafında Bayındırlık Bakanlığının yetkilendirilmesi. Anlamı: Su yönetiminde ulusal planlama ve yönetimin temel dürtüsü, halkın ve ulusal üretimin su ihtiyacıdır.

Toplumsal ihtiyaç odaklı yönetim. Anlamı: Su halkın ve ulusal üretimin ihtiyacına göre kamu hizmeti esaslarına göre yönetilir.

Yerel kamu idareleri ve kooperatifler eliyle işletme. Anlamı: Su yönetiminin en ucunda yerel yönetimler ile kooperatifler yer alır; bunlar da planlama ve kamu hizmeti esaslı çalışır.

Türkiye İçin Su Politikası ulusal-kamusal esaslara dayanan politikalar olmalıdır.

15 Mart 2009 Pazar

Ulusal Marşımızın kabulünün 88. yıl dönümü kutlu olsun



Batı Trakya Türk Cumhuriyeti Ulusal Marşı


Ey Batı Trakyalı asil Türk çocuğu ne mutlu sana,

Sen hayat verdin kanınla millî kurtuluş savaşına.
Yüce kahramanlığın nakşedildi cihanın her yanına,
Selam duruyor milletler senin şu millî bayrağına.


Bastığın şu yerler senin şanlı şehitlerinle dolu.
Düşmanlar taciz edemez yüce kahramanların ruhunu.


Şanlı şehitlerin sarılmış kurtuluş bayrağına,
Bu ne ulvi şereftir gömülmek ecdad toprağına.
Yurtta hürriyetin, istiklâlin rüzgârı esiyor,
Kahraman mücahitler şu pis esareti deviriyor.


Bu şanlı millî istiklâl savaşından asla dönülmez!
Karşımıza çelik ordular da çıksa, bizi ürkütemez!


Biz, millî istiklâl için Meriç’i, Karasu’yu aştık,
Bütün müstevlileri ezerek, yenerek hedefe ulaştık.
Balkanlarda şanlı bir cumhuriyet çığırını açtık,
İlk defa hürriyet meş’alesini biz yaktık.


Bu bayrak dalgalanacak, cumhuriyet yaşayacak!
Karşımızdaki düşmanlar bizden ürküp kaçacak!


Binlerce yıl hür yaşayan bir milletin torunlarıyız,
Şu steplerin kurdu, arslanı, göklerin kartalıyız.
Mücahitlerin hamlesi her zaman fırtınalar andırır,
Savaşta heybetimizin dehşetinden düşmanlar bayılır.


Batı Trakya Cumhuriyeti yaşayacak,yaşayacak!
Terakkimizin karşısında milletler şaşıracak!


Ey şirin Batı Trakya!... İşte nihayet esaretten kurtuldun,
Ey düşmanlar!... Sanmayın savaşlardan bu millet yorgun.
Cumhuriyetin yüce bayrağı her an bu yurtta dalgalanacak,
Su bütün Batı Trakyalılar kıyamete kadar hür yaşayacak!

Süleyman Askeri Bey

Piyade Kurmay Binbaşı
Batı Trakya Türk Cumhuriyeti Genelkurmay Başkanı
Dedeağaç, 3 Eylül 1913



İSTİKLAL MARŞI


Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak,
O benimdir, o benim milletimindir ancak

Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celal?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal...
Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklal!

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun , korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
"Medeniyet!" dediğin tek dişi kalmış canavar

Arkadaş! Yurdumu alçaklara uğratma ,sakın.
Siper et gövdeni , dursun bu hayasızca akın.
Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakk'ın...
Kim bilir, belki yarın , belki yarından da yakın.

Bastığın yerleri "toprak!" diyerek geçme, tanı:
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda ?
Şüheda fışkıracak toprağı sıksan , şüheda!
Canı, cananı, bütün varımı alsın da Huda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.

Ruhumun senden, İlahi, şudur ancak emeli:
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli.
Bu ezanlar-ki şahadetleri dini temeli-
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.

O zaman vecd ile bin secde eder-varsa-taşım,
Her cerihamdan, İlahi, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır ruh-ı mücerred gibi yerden na'şım;
O zaman yükselerek arşa değer belki başım.

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanların hepsi helal!
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır , hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır , Hakk'a tapan , milletimin istiklal!


Mehmet Akif ERSOY
12 Mart 1921

RUMELİ VE SARI SALTUK

Rumeli

İslam dünyası, Osmanlılardan önce Roma İmparatorluğunun ülkesini Bilâd-ı Rum veya Memleketü’l Rum olarak tanıyordu. Selçuklularla birlikte Türk hakimiyetine geçen Anadolu’da Rum ismi vaktiyle Bizans idaresinde bulunmuş olan Anadolu’yu gösteren coğrafi terim olarak kullanılır oldu1. XII. Yüzyıldan itibaren Anadolu’dan geçen batılı gezginler Anadolu’ya ; Turquemenie veya Turquie, Bizans İmparatorluğuna tabii yerlere Romanie veya Romania demeye başladılar 2. Kısa süre sonra bu kavram Balkan Yarımadasının tamamı için kullanılır oldu. Osmanlılar, Bizans’dan fethettikleri Balkan Yarımadası toprakları için Romania’dan esinlenerek Rum-ili adını kullanmağa başladılar. Rum adı eski anlamını korudu ve coğrafi ad olarak devam etti 3.

Katip Çelebi Cihannüma adlı eserinde, İstanbul boğazının kuzey ve batısında bulunan yerlerin “Rum-ili” unvanı ile şöhret bulduğunu bildirmektedir4. Bu tanım başlangıçtan itibare coğrafi bölge adı olarak kullanıldığı gibi, idari taksimatta da genişliği gittikçe büyüyen idari bir birimi ifade etmiştir.

Süleyman Paşa Bizans’a yardım amacıyla Trakya’ya geçtiği andan itibaren Rumeli, Türkler için çok önemli oldu. I. Murad (1360-1389), 1362’de Edirne’nin fethinden sonra Rumeli Beylerbeyliğini oluşturarak Lala Şahin Paşayı Beylerbeyi atadı. Rumeli Beylerbeyliği kuruluşunda; idari olmaktan ziyade askeri bir kimliğe sahipti ve Rumeli toprakları Osmanlı sınırlarının dışında kalıncaya kadar ayrıcalıklı statüsünü korudu, daima Anadolu Beylerbeyliğinden önde geldi 5.


Rumeli’de Türklerin İlk Yerleşmesi

Çeşitli Türk kavimleri Kuzey Karadeniz steplerinden gelip VI. Yüzyıldan itibaren Balkan yarımadasına yerleşmişlerdir. Fakat Bizans’ın dini baskısı ve önceden yerleşik hayata geçmiş olan Slavlarla karışarak ortadan kaybolmuşlardır 6.

Türklerin güneyden gelip Kuzeydoğu Bulgaristan’da yerleşmesi Anadolu Selçuklu Sultanı II.İzzeddin Keykavüs’ün (1238-1278) Dobruca’daki 7 sürgün hayatıyla yakından bağlantılıdır 8. Sultana bağlılığı devam eden çok sayıda Türkmen Anadolu’dan gelip Dobruca’ya yerleşti. Türkmenlerin bölgeye gelişi ile ilgili çeşitli rivayetler bulunmaktadır. Bunların odak noktasında daima Sarı Saltuk 9 yer almaktadır. Sarı Saltuk, manevi olarak kendisine bağlı olan kalabalık sayıdaki Türkmen nüfusla birlikte Rumeli’ye gelmiş ve burasını yurt edinmiştir.

Sarı Saltuk’un Dobruca’daki faaliyeti ve faaliyet alanıyla ilgili en geniş popüler bilgi Evliya Çelebi Seyahatname’ sinde bulunmaktadır 10.

Seyahatname’ de Evliya Çelebi sık sık gerçeklerle efsaneleri birbirine karışmıştır.

Yazıcızade Ali II. Murad’a ithaf ettiği Tarih-i Âl-i Selçuk’da , Rumeli’ye giden göçmenlerin bir kısmının Halil Ece ile birlikte Karesi İline11 geri döndüklerini, kalanların ise Sarı Saltuk’ın etrafında toplandıklarını kaydetmiştir 12.


Rumeli’de Yollar ve Osmanlı Devletinin Fetih Yönleri

Rumeli’ye geçen Süleyman Paşa buradaki ana yollar boyunca akınlar yapmağa başlamıştı. Osmanlı kuvvetleri batıya, kuzey batıya ve kuzey doğuya doğru ilerlerken Romalıların yaptırdığı ve daha sonra Bizans’ın da kullandığı yollardan yararlandılar. Bu yollar Sol Kol (Via Egnatia – canib-i yesar), Orta Kol (Via Militaris – tarik-i evsat) ve Sağ Kol (Kırım – Karadeniz ticaret yolu)13 olarak biliniyordu.

Sol Kol; İpsala, Gümülcine, Serez, Karaferiye ve oradan ikiye ayrılıp Tırhala ve Üsküp’e ulaşıyordu 14.Orta kol; Çirmen, Zağara, Filibe ve oradan ikiye ayrılıyordu. Birinci yol Sofya üzerinden Niş ve Belgrat’a ulaşıyor, ikinci kol Köstendil üzerinden Üsküp’e bağlanıyordu.

Sağ kola 15 gelince; Bu yol Trakya’dan başlayarak Kırklareli üzerinden kuzeye doğru devam ediyor, Edirne’den gelen yolla birleşip Tunca vadisini takip ederek Istrancaların ve Balkan Dağlarının doğal geçitlerinden geçmek suretiyle Karadeniz’e paralel olarak Tuna nehrine kadar ulaşıyordu. Yol büyük merkezlere ulaşacak şekilde bazı yerlerde ikiye ayrılarak devam ediyordu. Pravadı’dan batıya giden yol Tırnovo ve Niğbolu’ya ulaşıyor, asıl yol kuzeye doğru devam ediyor ve Dobruca’dan geçip Babadağ’a geldikten sonra Tuna nehrini geçiyordu. Tekrar ikiye ayrılan yolun doğuya doğru devam eden kolu Kırım’a gidiyor, diğeri Yaş üzerinden Kuzey Denizine kadar ulaşıyordu.

Sağ kol, askeri anlamda orta kol kadar faal olmamasına rağmen önemini daima korudu. Bu koldan yapılan akınlar Mihal oğullarının denetiminde bulunuyordu 16. İstanbul’a buğday, et ve tuz sağlayan merkezlerin yoğunluğu bu güzergahta idi. Buğday ve kesimlik hayvanların kara yolu veya denizyolu ile başkente ulaştırılması bu yolun önemini arttırıyordu17. Köstence, Varna, Burgaz, Mesembria gibi sağ kolun önemli limanlarından her türlü üretim başkente ulaştırılıyordu.

Fetihler tamamlanınca uclarda idari, askeri ve stratejik anlamda çeşitli konular göz önünde bulundurularak Sancak teşkilatı kuruldu. Sancaklar askeri ve idari birim olarak Rumeli Beylerbeyliğinin yönetiminde toplandı18.




Osmanlı Devletinin Rumeli’de Uyguladığı Fetih ve İskan Siyaseti

Osmanlı Devleti, Rumeli’ye geçtiği andan itibaren yerli halkla iyi geçinme politikası uygulamış, “istimalet” vererek yerli halkın Osmanlı’ya meyletmesini sağlamışlardır19. Prof. Dr. Halil İnalcık’ın tespitine göre Osmanlı padişahları bürokraside de bu prensibi uygulamış “Reaya fukarası” nı “zi-kudret ekabire karşı” korumuşlardır 20. Özellikle Balkanların fethinde “Toprak ve reaya sultanındır” prensibini ilan ederek yerli feodallere karşı toprağı ve köylü emeğini; devlet veya tımar rejiminin garantisi altına sokmuşlar, yerel feodallerin yerine merkezi imparatorluk rejimini ihya etmişlerdir. Balkan tarihçilerinden N. İorga; anarşiden bıkmış olan köylülerin Osmanlının merkeziyetçi yapısını uygun bulduklarını ve benimsediklerini kaydetmiştir21.

Osmanlıların Balkanlarda görünmesi ile birlikte Ortodoks halk Papalıkla Macar Krallarının Katoliklik propagandasından ve mezhep değiştirmek için yaptıkları baskıdan kurtulmuştur. Devlet, halkın yanı sıra Ortodoks kilisesine karşı da koruyucu bir politika gütmüş, Ortodoks kilisesinin bütün ayrıcalıklarını ve hiyerarşisini aynen tanımıştır. Kilise gibi Manastırların ayrıcalıklarını, bağışıklıklarını Hıristiyan devletler döneminde nasılsa o biçimde bırakmış 22, Balkanlarda Hıristiyan dinini yok etmek isteyen tutucu bir davranış içine girmemiştir. Hatta Yıldırım Bayezid Balkan halklarından sağladığı askerlere Anadolu Beyliklerine, Ankara savaşında Timur’a karşı ordusu içinde yer vermiştir 23.

P. Wittek ; kuruluşta Osmanlı Devletinin bir Uç gazi devleti karakteri taşıdığı ve bu özelliğinin ön plana çıkarılması gerektiği üzerinde durmaktadır. Ayrıca Uç Kültürünün önemli olduğunu, Osmanlının bunu çok iyi uygulayarak fethedilen yerlerde halka hoş görülü davranarak onları kazanmayı başardığını belirtmektedir. Bu yaklaşım Anadolu’da ve Rumeli’de kültürün sürekliliğini sağlamıştır. P. Wittek özellikle Rumeli’de bu yaklaşımın çok yararlı olduğunu, bazı kale ve şehirlerin zorluk çıkarmadan teslim olduğunu yazmıştır24. Diğer taraftan P. Wittek, Hıristiyan halkın din değiştirmeye zorlanmamış olmasında, cizye gelirinin ortadan kalkacağı için mali bir kaygı duyulmuş olabileceğini ve bu yöntemle gayrimüslimlerin idari kadrolarda yer almamasının sağlandığını düşünmüş, ancak devşirme metodu içinde yetiştirilen Hıristiyan çocuklarının dikey aşama ile devlet hizmetinde en üst makama kadar gelebilmeleri sayesinde bunun dengelendiğini görmüştür 25.

Osmanlı Devletinin Balkanlarda yayılmasında başka faktörler de bulunmaktadır. Devlet köylünün yanı sıra eski Rum, Sırp, Bulgar ve Arnavut feoadal beylerini devlet hizmetine alarak kazanma yönüne gitmiş, onlara karşılıklı güvene dayanan görevler vermiştir. Voynuk, Martolos, Eflak (ve diğerleri…) gibi geri hizmet kurumları içinde hatta tımar sistemi içinde yer almışlar, vergi muafiyeti elde etmişlerdir 26.

Rumeli’nin İskanı

Osmanlı Devleti, fethettiği topraklarda sömürge siyaseti takip etmediği için fetihten kısa bir süre sonra Balkan yarımadasının iskanına öncelik verdi. Gelenlerin çoğunun gayesi Rumeli’yi yurt edinmekti.

Anadolu’da olduğu gibi Balkanlarda da Türkleşme ve İslamlaşma, birbirine paralel yürüdü. Ancak Anadolu’nun Türkler tarafından iskanı ile Rumeli’nin iskanı arasında önemli bir fark olduğu görülmektedir.

Anadolu’ya gelenler; Moğol baskısı sonucu göç eden Türkmenlerdir. Aşiret reislerinin yönetiminde güvenli ortam bulabilmek amacıyla daha batıya gitmişler ve Anadolu’nun her tarafında yerleşmişlerdir. Buna rağmen XV ve XVI. yüzyıllarda Doğu ve Güney doğu Anadolu’da Türk nüfusun Batı Anadolu’dan çok daha az olduğu bilinmektedir 27.

Anadolu’nun fethiyle birlikte dalgalar halinde Anadolu’ya gelen göçmenler önceki yaşam koşullarına uygun olarak göçebe, yerleşik ve kent yaşamını genellikle kendileri seçmişlerdi. Selçuklu Devleti gelen göçmenleri uçlara iskan edebilmişse karşılığında onlardan ülkenin sınırlarını savunma ve koruma görevi istemiştir. Uçlara gönderilen konar göçerler çok sıkı takip edilmesine rağmen bir türlü denetim altına alınamamış, göçerler daima devlete problem yaratmıştır 28. Anadolu Selçuklu Devleti; siyasi zafiyeti nedeniyle XIII. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren kalabalık gruplar halinde gelen göçmenleri iskan edemeyecek hale gelmiştir. Buna rağmen aşiret reisleri ve gaziler Anadolu’yu yurt edinip yerleşme amacı güttükleri için kendilerini güvencede hissettikleri yerlere konmuşlardır. Nitekim bir süre sonra Selçuklu iktidarının zayıflaması ve Mogol istilası nedeniyle Türkmen Beylikleri ayrı ayrı bağımsızlıklarını ilan etmişlerdi 29.

Rumeli’deki yerleşme Anadolu’dakinden farklı olarak daima devletin benimsediği resmi iskan politikasına uygun olarak gelişmiştir. Osmanlının Rumeli’deki iskan politikasında, Ortaçağda yaygın olan bir görüşün izleri bulunmaktadır. Buna göre devlet, fethettiği topraklara Anadolu’dan nüfus getirip yerleştirmiş, bölge halkını da kolayca denetim altında tutabilmek amacıyla başka yere nakletmiştir. Fethedilen topraklarda, ayaklanma potansiyeli olarak görünen kitlelere dikkat edilmiş, onlar Türk nüfusun yoğun olduğu yerlere taşınıp iskan edilmiştir.

Osmanlı Devleti, Rumeli’nin iskanı konusunda çok dikkatli davranmış ve iskan politikasını hassasiyetle uygulamıştır. Devlet Anadolu’da hayvanlarına otlak bulmak için mevsime göre yer değiştiren konar göçerlere iskan konusunda öncelik vermeyi tercih etmiştir30. Böylece miri arazi haline getirilmiş olan Rumeli’de, konar göçerlerin toprağa bağlanması, askeri sınıfa dahil olmaları, Rumeli’de nüfus ve tımarlı sipahi sayısının arttırılması ayni anda sağlanmış oluyordu.


Rumeli’ye İlk Yerleştirilenler

Rumeli’nin iskanına öncülük edenler; Çandarlı Ali Paşa ile birlikte sağ kolun fethine katılan gaziler, aşiret reisleri, aşiret mensupları, Anadolu yayaları31, akıncılar, dervişler ve tımarlı sipahilerdi. İskan konusu ön plana alınarak incelendiğinde ilk seferin ayni zamanda bir keşif ve yurt arama seferi olduğu görülmektedir. 1388 yılında I. Murad, askeri anlamda kuzey ve kuzeydoğu Bulgaristan’ın tamamını denetim altına almış olmasına rağmen idari yönden bir işlem yapmamıştı. Rumeli’nin iskan politikası Yıldırım Bayezid döneminde sancak teşkilatı kurulduktan sonra uygulamaya konuldu.

Bayezid hakimiyetini fiilen hissettirebilmek için iskan siyasetini bütün Osmanlı ülkesinde uygulamıştı. Örneğin İstanbul kuşatmasını kaldırırken yaptığı anlaşmanın maddeleri arasına Sirkeci’de bir Türk mahallesinin kurulması ve Kadı atanması bulunuyordu. Nitekim kısa süre sonra Göynük ve Tarakçı Yenicesi halkından İstanbul’a göçer evler nakledilmişti.

XIV. yüzyılda gaziler ve aşiret reisleri, Rumeli seferlerine katılırken kahraman olarak ün yapmanın yanı sıra ekonomik güç elde etmeyi de arzu ediyorlardı. Osmanlı’ya tabi beyliklere mensup olanlar da Gaza ve ganimet niyetiyle gelenlerin arasında bulunuyordu 32. Gelenlerin arasında yerleşmeyi tercih edenler de vardı 33.

Osmanlı Devletinin kuruluşunda etkin olan gaza politikası Rumeli’nin fethinde de devam etti. Aşiret reislerinin, aşiret üyeleri üzerindeki gücü onların toplu olarak hareket etmesini kolaylaştırıyordu. İslamiyet’i benimsemiş olan Türkmen gaziler kahramanlık ve ekonomik koşulların bir araya geldiği yaşam biçimi içinde, Osmanlı Devletine hizmet ederken Rumeli’nin fethi ve iskanını da kolaylaştırıyorlardı. Seferlerde başarılı olan gaziler tımar sahibi olup devlete daha fazla ve sürekli hizmet etmeyi umuyorlardı. Nitekim pek çoğu bu emeline ulaştı. Aşiret reisleri ve onlara bağlı olanlar dirlik sahibi olarak fethedilen topraklara yerleştiler.

Ayni tarihlerde Anadolu’da bulunan diğer Türkmen Beylikleri gaza ve cihadı ön plana çıkarırken siyasal, sosyal ve ekonomik güç kazanmanın peşindeydiler. Ancak Türkmen Beylikleri Müslüman komşularına karşı cihad açma şansına sahip olmadıkları için Osmanlı devletinin başarısına ulaşamadılar.

Rumeli’nin fethinde hizmeti çok büyük olan akıncılar yerleşme konusunda da öncülük etmişlerdir. Akıncı Beylerinden olan Timurtaş Paşa-oğlu Yahşi Bey, Paşa Yiğit, Yancı Bey, Kutlu Boğa sefer esnasında Çandarlı Ali Paşanın en büyük yardımcıları olmuşlardır. Akıncılar arasında Rumeli’de hizmet etmek için “İl ve boy” halinde karşı yakaya geçerek yerleşenlerin sayısı bir hayli fazlaydı. Bunlar bağlı oldukları Akıncı beyleri ile birlikte hareket ediyor onlara ayrılan yörelere yerleşiyorlardı Rumeli’nin ücra yerlerinde Paşayiğit, Korkud, Mihaloğlu gibi akıncı gazilerin adına kurulan köyler bunu göstermektedir.

Anadolu Yaya sancakbeyi Saruca Paşa, ona bağlı yaya başılarından Kara Mukbil, Pazarlı Togan , İncecük Balaban, Müstecap, Papas oğlu Şahin, Kutluca, Lala Şahin 1388’de Çandarlı Ali Paşa’nın seferine katılmışlar 34, yayalarını birlikte götürmüşlerdi 35. Yaya-başılar, Aşiret reisleri ve birlikte gelenler toplu halde hareket etmişler, yerleştikleri yeni çevrede yalnızlık duygusu yaşamamışlardır.

Orduyla birlikte hareket eden çeşitli tarikatlara mensup şeyh ve dervişlerin cesaret verici ve olumlu davranışları yeni toprakların benimsenmesinde gazilerin ve göçmenlerin üzerindeki etkisi çok büyük olmuştur. Şeyh ve dervişler daha Süleyman Paşa ile Rumeli’ye geçişlerinden itibaren yol kavşaklarına, derbentlere ve iskana uygun yerlere yerleşerek zaviyeler kurmuşlar, çevrelerini şenlendirmişlerdir36.


Rumeli’de Yerleşmeyi Kolaylaştıran Diğer Faktörler

Ali Paşa Kuzey doğu Bulgaristan’da fetih hareketine devam ederken gaziler burada Türkçe konuşan, oldukça kalabalık bir Müslüman ve Hıristiyan nüfusla karşılaştılar. Bunların başında, hemen hemen bir yüzyıl önce Sarı Saltuk önderliğinde gelip bölgeye yerleşmiş olan Türkmen nüfus bulunuyordu37. Aşiret reisleri ve aşiret üyelerinin Hacı Bektaş’a ve Sarı Saltuk’a yakınlık duyması nedeniyle yeni gelenlerle yerleşik nüfus kolaylıkla bütünleşti.

Diğer taraftan, o tarihte yıkılmış olan Altınordu Devletine mensup olan Müslüman ahali henüz Kuzeydoğu Bulgaristan’dan ayrılmamıştı. Altınordu halkının ayni bölgede oturması da Dobruca’nın fethini ve iskanını kolaylaştırıyordu. Ayrıca Kuzeydoğu Bulgaristan’da yaşayan ve Hıristiyanlaşmış olan Kuman, Kıpçak ve Gagauslarların38 ayni dili konuştuklarına şahit oldular. Onlar da Hıristiyan olmalarına rağmen Anadolu’dan gelen Türkmenler gibi şamani inanç motiflerini henüz terk etmemişlerdi Bu nedenle aralarında kolayca iletişim kurabildiler. Bu suretle toplumların bir arada yaşaması kolaylaşmış devletin iskan politikası ilk aşamada başarıya ulaşmış oluyordu39.

Daha önce belirtildiği gibi Sarı Saltuk Dobruca’da oturan bütün Türk toplumları tarafından aziz kabul ediliyordu. İbn-i Batuta bu durumu gözlemiş ve eleştirel bir dille ifade etmiştir. Arap gezgin 1328 yılında Babadağ’da türbesini ziyaret ettiği Sarı Saltuk’un İslamiyet’e hizmetinden ve kerametlerinden söz etmiş, ancak bunların bazılarının şeriata uygun olmadığını belirtmeden geçememiştir40.

Bizans ve Balkan Yarımadasının siyasi ve sosyal durumu Osmanlı Devletinin Balkanlardaki iskan siyasetine yardımcı olmuştur. XIV. Yüzyılda Balkanlarda güçlü, merkezi bir devlet bulunmuyordu. Sırp ve Bulgar Devletleri parçalandığı için başka güçlerin istekleri ayni yerde odaklanıyordu ve Balkanlara sahip olmak istiyorlardı.

Batı kilisesi ile eskiden beri anlaşamayan doğu kilisesi, siyasi iktidarının yanı sıra dini iktidarını da kaybediyordu. İki kilise arasında düşmanlık hızla artıyordu. İtalyan şairi ve hümanist Pétrarque (1304 – 1380) Papa Urbain V.’e (1362 – 1380) yazdığı bir mektupta “ Türkler yani Osmanlılar sadece düşmandırlar, Rafızi Rumlar ise düşmanlardan daha beterdir. Osmanlılar bize karşı o kadar kin beslemezler, çünkü bizden o kadar korkmazlar,. Halbuki Rumlar bütün ruhları ile bizden korkar ve nefret ederler” diyordu41. Bu fikrin siyasi temsilcisi olarak Katolik Macar kralı siyasi ve dini olarak Balkanlarda yayılmak istiyordu. Halk, dini baskıdan uzak yaşayabilmek için Balkan yarımadasının kuzeydoğusundaki boş ve tehlikeden uzak yerlere göç etti42. Nitekim bu ortamda Ortodoks olan yerli ahali Osmanlı akınlarına tepki göstermiyor, onları kurtarıcı gibi görüyordu. Machiel Kiel, Constantin Jiricek’e dayanarak, Osmanlıların kesin fethinden sonra bölgenin huzura kavuştuğunu belirtmektedir43.

Osmanlı Devletinin Rumeli’de takip ettiği iskan siyaseti daha başlangıçtan itibaren bir yağma hareketi olmayıp yerleşmek ve yurt edinmek amacını taşıyordu. Bu siyaset, geleceğe dönük bir yerleşme yoğunluğu taşıdığı için başarılı olmuştur. Göçmenler Rumeli’ye yurt edinmek üzere geldiklerinden geri dönmeyi düşünmüyorlardı. Süleyman Paşa, Gazi Fazıl Ece, Yakub Ece gibi Rumeli fatihlerinin mezarlarının Gelibolu yarımadasında olması da onların Rumeli’de yerleşmesini manevi olarak kolaylaştırıyordu.

IX. Saruhan-İlinden Sağ Kol’a Göç ve Sürgünler

Osmanlı padişahları ve devlet adamları Anadolu’nun insan kaynağını çok iyi tanıyorlardı. Öncelikle, hareket yeteneği yüksek olan göçerleri ele aldılar. Toplumun huzuru bakımından bu karar son derece önemliydi. Sipahi, yaya, müsellem, vakıf gibi bir kuruma bağlı olan ve vergisini ödeyen yerleşik nüfusun hukuki durumu değiştirilmedi. Batı Anadolu’da kalabalık olan Yürük grupları arasında ilk göçürülenler Karesi Bölgesinde konaklayanlar oldu. Bunlar daha Süleyman Paşa tarafından Gelibolu’ya iskan edilmişlerdi44 (1356-1357). 1374-75 yıllarında Lala Şahin Paşa Drama, Serez ve Karaferya’yı fethettikten sonra Saruhan’ daki göçerlerin bir kısmı buraya nakledildi45.

Yıldırım Bayezid Batı Anadolu harekatı sırasında (1390) Saruhan Beyliğini Osmanlı topraklarına dahil etti46. Padişah buradaki nüfus yoğunluğunu azaltmak ve fethedilen bölgenin nüfusunun yerini değiştirmek geleneğine uyarak Saruhan bölgesinde oturan Yürükleri Rumeli’ye geçirdi47. Bu durumda Saruhan ili, Karesi’den sonra göç veren ikinci bölge oldu.

Osmanlı Devleti, Türkmen Beyliklerinin topraklarını fethettikçe beylik mensubu olan yerleşik ve göçerlerle önemli sorunlar yaşamıştır. Bunlar kendi beylerinden uzaklaşmak istememişler, Osmanlıyı benimsememişlerdir. Bu durum daha sonraki yüzyıllarda da devam etmiş, her biri Saruhanlı, Dülkadirli, Karamanlı olarak kalmağa devam etmiştir. Bu nedenle Osmanlı sınırları içinde yer almalarına rağmen Batı Anadolu’daki Türkmen beyliklerinin topraklarında oturan halk bir süre sonra Osmanlı Devleti için sorun olmuş ve bu durum devam etmiştir. Çok yoğun biçimde göçebe nüfus barındıran bölgede aşiret geleneği hakimdi ve aşiret mensupları merkezi otoriteyi kabul etmek yerine kendi aşiret reislerinin sözlerinden dışarı çıkmak istemiyorlardı. Yıldırım Bayezid, göçerleri verimli ve geniş Rumeli topraklarına göndererek çözüm üretmek istedi. Devlet, Osmanlı hizmetine girmiş olan Anadolu Beylikleri yöneticilerini de Rumeli’de çeşitli görevlere tayin ederek bir taraftan onları onurlandırmış diğer taraftan eski hakimiyet alanlarından uzaklaştırmış oldu48. Anadolu’da Türkmen Beylikleri Osmanlı sınırına dahil olduktan sonra uyum sağlayamayan beylik halkı zaman zaman Rumeli’ye geçirilerek iskan edildi.

Kronikler, genellikle Saruhan ‘dan sol kola yapılan göçlerden söz etmekte, sağ kola yapılan göçlerin üzerinde durmamaktadır. Sağ koldaki iskan hareketi daha Rumeli Beylerbeyi Lala Şahin Paşa ve Kara Timurtaş Paşanın askeri faaliyeti sırasında başlamıştı. Buna rağmen Saruhan ilinden sağ kola göç ancak Osmanlı Devleti Saruhan Beyliğine49 sahip olduktan sonra yoğun şekilde gerçekleşti. Önce gelenler daha ziyade askeri faaliyet içinde yer almış olan beylik mensuplarıydı.

Yıldırım Bayezid’in Sürgün Emri ve Uygulanması

Yıldırım Bayezid 1390 yılında Saruhan İlini topraklarına ilave ettikten sonra oğlu Şehzade Ertuğrul’u buraya Sancakbeyi tayin etti. Saruhan bölgesi; göçerlerin çok yoğun yaşadığı bölge olması, aşiretlerin otorite tanımaz olması, öte yandan tuz yasağına uymamaları Yıldırım Bayezid’in yeni fethettiği bölge halkı için sürgün kararı almasına neden oldu. Babasının emri ile Sancakbeyi olan Şehzade Ertuğrul Çelebi sürgün uygulamasını başlattı. Kroniklerde verilen bilgiye göre Şehzade Ertuğrul; “Kavmin ulusu Paşa Yiğit Bey”50başkanlığında göçerleri Filibe yöresine gönderdi.

Aşık Paşa-zade sürgün olayının onur kırıcı olduğunu , ancak bir yerin imarı ve mamur hale gelmesi için bu yöntemin padişahlar tarafından uyguladığını hüzünlü bir ifade ile anlatmıştır.


Kanundur padişahlar sürgün ede
Ki yani bir dahi El mamur ede,
Ve gerçe incünür halk ol seferden
Bu tanrı takdiridir dahi ne de,
Gözetsen takdiri hoş muti olsa

Olur rahat ki ol nasibüm ede 51.


Şehzade Ertuğrul’un vefatından sonra Saruhan sancakbeyi olan52 Şehzade Süleyman zamanında da Saruhan ilinden Rumeli’ye sürgün53 şeklinde büyük çaplı göç hareketi gerçekleşti. “Göçer evler” bizzat Yıldırım Bayezid’in emri ile şehzade tarafından gönderiliyordu. Sürgün göçmenler bütün Rumeli’ye yerleştirildi.

Kroniklerde Sağ Kol’a yapılmış olan sürgün ve iskana değinilmemiş olmasına rağmen Rumeli’nin haritası sayılan bir Tapu Tahrir defterinde 54sürgünler hakkında geniş bilgi bulunmaktadır. Kanuni döneminde düzenlenmiş olan bu defterde Sağ Kolda yer alan Aydos, Pravadı, Varna, Hacı-oğlu Pazarı kazalarında bulunan köylere Saruhan ilinden kaçar hane sürgünün yerleştirildiği kaydedilmiştir. Bu bilgi, Saruhan bölgesinden Sağ Kol’a da yoğun nüfus nakli olduğunun açık işaretidir55.. Sürgünler genellikle 10 haneyi geçmeyen gruplar halinde yerleştirilmiştir. Bazı hallerde köy ve mezralara iskan edilenler birlikte yazılmış, bu durumda dahi iskan edilen hane sayısının toplam 14 – 15 haneyi geçmediği görülmektedir56. Saruhan ilinden ilk gönderilenler daha önce belirtildiği gibi ilk göçmenler disiplinsiz davranışları ve yörede uygulanan “tuz yasağına” karşı çıkan göçerlerdi57. Devlet bu yöntemle bir taraftan Batı Anadolu’daki nüfus yoğunluğunu azaltıp asayişi sağlarken öte yandan Rumeli’nin iskanı ve şenlendirilmesi işini gerçekleştirmiş oluyordu58.

Sağ koldaki iskan yerleri toponimik olarak incelendiği zaman köylerin adlarının Saruhan’daki yerlerin adı, çeşitli su kaynakları ve şahıs adları ile doğrudan ilişkili olduğu görülmektedir. Kara Murad Pınarı, Ak Kuyu, Osman Pınarı, Yunus Pınarı…. gibi59.

Sağ Kolda Sürgün Zeameti

Adı geçen Tapu tahrir Defterinde Sağ kola yapılan sürgünlerin hukuki statüsü ve uymaları gereken kanun maddeleri açıkça belirtilmiştir. Sağ kolun en büyük sancaklarından olan Silistre sancağının Pravadı kazasında 1025 sürgün hanesinin bağlı olduğu ayrı bir idari birim kurulmuştur. Burası “sürgünler zeameti” adı ile kayda geçirilmiştir60. Kayıtta “Zeamet-i sürgünan ki, zikrolunan taife bundan evvel Anadolu’dan Dobruca’ya sürgün gelüb , çiftlüsünden on iki ve çiftsüzünden altışar akça ve yüz koyundan bir koyun vermek vaz’olunub sair avarrız-ı divaniyeden muaf ve müsellem olalar, deyu defter-i köhnede mukayyed olınub ellerinde selatin-i maziyeden ve padişahımız sultan Selim Şah e’azzallahü ensarehu hazretlerinden müteaddit hükümleri olduğu…” açıklanmıştır. Sürgünler prensip olarak ayni köyde yoğunlaşamayacağına göre çeşitli köylere dağıtılmış olmaları doğaldır. I. Selim (1512 – 1520) devrinde düzenlenmiş olan Silistre kanunnamesinde, sürgünlerin haklarının “benim sürgünümdür” diyerek Sürgün Subaşısı tarafından korunacağı belirtilmiştir61. Kanunnamede açıklandığına göre bir göçmenin sürgün taifesinden sayılabilmesi için Anadolu’dan gelmiş olması, ve hakiki sürgünün akrabasından bulunması gerekiyordu. Rumeli’den gelenlerle kafir iken Müslüman olup sürgünlere katılanların sürgünlere tanınan haklardan yararlanmasına izin verilmiyordu. Sürgün akrabası olmayanların hangi tımarda yerleşmişse oradan ayrılması olanaksızdı. Açıkça görüldüğü gibi sürgün konusu tamamen devlet denetiminde bulunuyordu. Pravadı merkezli Sürgün Zaim’liğinin sorumlu kişisi Sürgün Subaşısıydı.

Rumeli’nin iskanı XIV. Yüzyılın ortasında başlamış, ancak kısa zamanda tamamlanamamıştır. Devlet iskanı önce Balkanları şenlendirmek amacıyla başlatmıştır. 1444 yılında Varna savaşından önce bölge Haçlı orduları tarafından tamamen yakılıp yağmalanmıştı. Türkler bölgeye yerleşeli henüz yarım yüzyıl bile olmamışken köylerini terk etmek zorunda kalmışlardı62. Savaş bitip geri döndüklerinde köylerinin izini bile bulamamışlardı. Varna savaşını takip eden yıllarda Kuzeydoğu Bulgaristan’a yeniden nüfus nakline başlandı

Daha sonraki yıllarda Anadolu’daki bazı ayaklanmaları bastırmak ve muhalif toplulukları dağıtmak, ayni hareketi tekrarlayacak nüveyi yok etmek amacı ile topluluklar sürgün şeklinde Rumeli’ye gönderildi. Uygulanan yöntem ne olursa olsun Kuzeydoğu Bulgaristan’ın kırsal kesiminde Türk nüfusun yoğunluğu artmıştır. Kentlerde Türklerin sayısı, oran olarak kırsal kesimin gerisinde kalmıştır63. En yoğun iskan bölgesi Dobruca ve Deliorman olmuştur.

II. Bayezid zamanında yapılan sayımda, takip eden yüzyıllardaki kayıtlarda veya XIX. Yüzylda yapılan nüfus sayımlarında özellikle Balkanların kuzey-doğusunda, Dobruca ve Deliorman’da bulunan köylerin tamamına yakınının Türkçe adlar taşıdığı görülmektedir. Tuna nehri ile Balkan Dağları arasına yerleştirilen ve geri hizmet Kurumu olarak Yürükler yörede Türk ve Müslüman nüfusun yoğunluğunu daha da arttırmıştır.

Rumeli’ye gelenlerin tamamı sürgün şeklinde gelmemiştir. Askeri bir hizmet olan Yürük Teşkilatı64 içinde tayin edildikleri yerlere gelenler olduğu gibi çevre koşullarının değişmesi ile göç etmek zorunda kalanlar da olmuştur65. Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal ayaklanmaları66, Şahkulu Ayaklanması67 ve Saruhan Bölgesinde suhte ve celali olayları68 sırasında da halk köyleri boşaltmıştı. Bunların arasında da Rumeli’ye göç edenler olmuştu. Bütün iskanlar ve Anadolu’dan Rumeli’ye doğru olan nüfus hareketi göz önüne alındığında Balkanlara Türk nüfusun iskanının sürekli olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. Vaktiyle Anadolu’ya gelen göçmenler Anadolu’yu garipler sığınağı, rahat yuvası, kimsesizlerin diyarı saymışlardı69. Şimdi göçmenler için Rumeli ayni anlamı taşıyordu.

Çandarlı Ali Paşanın seferinden sonra Sağ Kol’da askeri faaliyet tamamlanmış (1388), Çanakkale Boğazından Tuna Nehrine kadar geniş ve bereketli topraklara sahip olunmuştu. Bu toprakların büyüklüğü Osmanlının Anadolu topraklarından çok daha genişti. Ancak boş alanların nüfuslandırılması gerekiyordu.

Saruhan Köylerinden Sağ Kol’a İskan

Sağ Kol’daki köyler incelendiğinde köy adlarının çoğunun Saruhan İlindekilerle ayni adı taşıdığı görülmektedir. Köy adlarını üç başlık altında toplamak mümkün olmaktadır. Birincisi Saruhandakilerle ayni baba, dede ve şeyhlerin adını taşıyanlar, ikincisi Saruhan Beyliğinin ünlülerinin ve aşiretlerin adını taşıyanlar ve son olarak çevre koşullarından ve su kaynaklarından etkilenerek konulan adlardır.

A - Baba, dede ve şeyhlerin adını taşıyan köyler : Pek çoğu unutulmuş veya bunlara Bulgarca ad verilmiş olmasına rağmen, halen Sağ kolda bulunan köy adları arasında baba, dede ve şeyhlere adanmış çok sayıda köy bulunmaktadır. Kozluca Baba, Hüssam Dede, Menteş Baba, Sindel Baba, Pir Can Baba bunlar arasında sayılabilir. Günümüzde hemen hemen hiç bir köyde tekke ve türbe izine tesadüf edilmemektedir. Tekke Kozluca gibi “tekke” adını korumuş olan köyler arasında bile, köylüler Tekke kelimesinin niçin korunmuş olduğu bilmemektedir.

Bu köyler için pek çok örnek bulunmaktadır. Bir kaza merkezi olan Kozluca 70 , Tavşan Kozluca71 ve Tekke Kozluca72. Saruhan İlinde bulunan Kozluca Baba’ya manevi olarak adanmış yerleşim yerleriydi Yoğun olarak . Saruhanlıların iskan edildiği yerde; kaza merkezine beş ila on kilometre mesafede iki tane daha Kozluca köyünün bulunması Kozluca Baba ile manevi bağı olan yürüklerin yeni topraklarıyla daha kolay bütünleşmesini sağlamıştır73. Kutsal saydıkları ve geldikleri yerleri kesin olarak belirterek sürgün ve göçün yıpratıcı ve yalnızlık duygusundan kurtulmuşlardır. Anadolu ve Rumeli Eyaletinde söz konusu kaza ve köylerden başka Kozluca Baba’ya adanmış çok sayıda köy bulunmaktadır.

Hüssam Dede köyüne ise Manisa’da Muradiye camii vakıfları arasında bulunan Hüssam Dede köyünden gelenler yerleştirilmiştir74. Her iki köy de adını Hüssam Şah’tan almıştır. İskan tarihinde şeyhlerin önemini göstermesi bakımından son derece dikkat çekici bir örnektir75.

Küçük Abdal tarafından kaleme alınan menakıbnameye göre Kalenderi şeyhlerinden olan Otman Baba’nın asıl adı Hüssam Şah’tır76. Menakıbnameye göre Otman Baba H.780 / 1378 tarihinde doğmuştur. Bazılarının Gani Baba, Hüssam Dede de dedikleri Hüssam Şah H 883 / 1478’de yüz yaşını geçtiği halde ölmüş, öldükten sonra hilafet “İbrahim-i sani” de denilen Akyazılı Sultan’a geçmiştir.

Rivayete göre Otman Baba daha çok gençken, Timur’un Anadolu’yu istilası sırasında Anadolu’ya ayak basmış, Germiyan ve Saruhan77 havalisinde uzun süre dolaşmış ve hatta II. Mehmed’in şehzadeliğindeki Manisa valiliği sırasında burada bulunmuştur. Yaz aylarında Gelibolu’dan Dobruca’ya kadar kasaba ve köylerde dolaşarak kurban topladığı bilinmektedir78. Otman Baba bazı yıllar kış aylarını Varna’daki zaviyesinde geçiriyordu. Bu zaviye; Hüssam Dede köyü ile komşu olan Batova köyünde bulunan ve daha sonra Akyazılı’nın adı ile anılacak olan zaviyedir79. Hüssam Dede ile ilgili bilgiler ışığında Anadolu’dan Rumeli’ye göç incelendiğinde, Rumeli’ye göçün XV. Yüzyılın ikinci yarısında da devam ettiği görülmektedir.

Hüssam Dede ile ilişkisi nedeniyle Akyazılı Sultan Tekkesine değinmek gerekmektedir. Akyazılı Sultan Tekkesi, Kozluca Kazasının Hüssam Baba köyüne sınır olan Üşenli köyünden geçen Botova nehrinin oluşturduğu vadinin yamacında yer almıştır.

Evliya Çelebi 1652’de tekkeyi ziyaret ettiği80zaman menakıb’den yararlanarak Akyazılı Sultan’ın hayatı, kişiliği ve tekke hakkında geniş bilgi vermiştir. Akyazılı’nın Ahmed Yesevi’ye bağlı ve Hacı Bektaş Veli halifelerinden olduğunu, önce Bursa’ya daha sonra Rumeli’ye gittiğini belirtmiş, yüz yıl kadar yaşadıktan sonra II. Murad zamanında öldüğünü kaydetmiştir.

Faziletname adındaki eserin sahibi Yemeni; Akyazılı’nın Kalenderi şeyhi Osman Baba’nın halifesi ve Hüssam Şah’ın halifesi olduğunu, kendisinin de Akyazılı Sultan’ın halifesi olduğunu yazmıştır. Yemeni’ye göre Gani Baba da denilen Hüssam Baba H. 883 / 1478’de halife olmuş, H. 901 / 1495’de vefat etmiş, ve hilafet “İbrahim-i sani” denilen Akyazılı Sultan’ a geçmiştir. Yemeni bunları anlattığı şiirini H. 925 / 1519 yılında kaleme almıştır ve Akyazılı Sultanın “Kutb”81 olduğunu belirtmiştir82.

Bir Bektaşi tekkesi olarak kurulan Akyazılı zaviyesinde Işıkların sayısının artması üzerine Kanuni döneminde takibe alınmış, 1559 yılında teftiş edilerek rafızı Işıklara karşı tedbir alınması istenmiştir83. Yeniçeri ordusunun kaldırılmasından sonra, 1243 / 1827 yılında çıkarılmış olan bir irade ile Anadolu’da ve Rumeli’de ne kadar Bektaşi tekke ve zaviyesi varsa bunları yalnız türbelerinin bırakılmasını ve her türlü vakıf emlakinin devletleşmesi emredilmişti84. Bunların aralarında bazıları Nakşibendi tarikatına dahil olduklarını ilan ederek otorite ile barışık yaşamayı seçmişlerdi.

Hüssam Dede köyü ile komşu olan Şüca köyüne gelince; köyde oturan yürükler Saruhan-oğulları döneminden beri ayende ve ravendeye (gelene geçene) hizmet eden Şüca Baba Zaviyesine bağlı bulunuyorlardı85.

Şüca Baba’nın tasavvufi kimliği Hüssam Dede, Taptuk Dede ve Akyazılı ile paralellik göstermekte; Varna, Deliorman ve Dobruca için büyük önem taşımaktadır. Şüca Baba veya Menakıpnamesinde zikredildiği gibi Sultan Varlığı, XV. Yüzyılın bir hayli etkili olmuş Kalenderi şeyhlerindendir86. 1450’lerde kaleme alınmış bir de Velayetname-i Sultan Şücau’d-Din adında Menakıbnamesi bulunmaktadır. Buna göre Çelebi Mehmed ve II. Murad devirlerinde yaşamıştır. Fatih döneminde yaşamış olan ünlü Kalenderi şeyhi Otman Baba’nın menakıbnamesinde de şeyhden söz edilmiştir. Buna rağmen sözlü kaynaklardan bazıları onu çok daha eskilere götürerek Şucau’d-Din lakabından hareketle, 1240’daki Babai isyanının başı Şucau’d-Din Ebu’l-Baka Baba İlyas-ı Horasani ile özdeşleştirmektedir. Başka bir söylenceye göre Sultan Şücau’d-Din, Seyyid Gazi Zaviyesinin yakınında bir yerde yaşamağa başlamış, burada zaviyesini açmış, halen adı Aslanbeyli olan köye adını vermiştir. Burada en tanınmış müridi Timurtaş Paşa olmuştur87. Bilgiler zaman olarak birbiri ile çelişmesine rağmen sözlü bilgiler Türkmenler arasında itibar görmüş ve saygı ile kuşaktan kuşağa nakledilmiştir.

Sultan Şucaü’d-Din’in yalnız Kalenderi zümreleri içinde değil, ünlü gaziler arasında da saygı duyulan bir şeyh olmuştur. Timurtaş Paşa, ve oğlu Ali Bey bunlar arasında bulunmakta hatta Aslan Beyli köyünde Timurtaş Paşa ile Şeyh Şücaü’d-Din’in türbeleri yan yana yapılmıştır. Velayetname’de şeyhin bir derviş gazi olarak zaman zaman gazilerle Rumeli gazalarına katıldığından söz edilmektedir. Hüssam Dede, Şüca, Taptık, Akyazılı (Üşenli-Batova) köylerinin bir birine çok yakın kurulmuş olması geleneğin devamını göstermektedir.

Taptık (Taptık Baba) köyüne gelince Varna’ya bağlı olan köy halkı88 yürük ve celep yazılmıştı89. Saruhanda Taptık köyü bulunmamasına rağmen Sruhan’da Taptuk Baba adı sık sık kullanılmaktadır 90.

Bektaşi ananesine göre Taptuk Emre, Yunus Emre’nin şeyhidir. Her ikisi de Hacı Bektaş-ı Veli mürididir. Yunus Emre bir şiirinde tarikat şeceresini açıklarken şeyhinin Baba Taptık olduğunu söyler, Taptık ise Barak Babanın halifesidir. Barak Baba Sarı Saltuk’un en sevdiği halifesidir91. Anadolu’daki sünni – gayri sünni tasavvuf çevrelerini derinden etkileyen Yunus Emre; Taptuk Baba veya Baba Taptuk yanında yetişmiştir. Fuat Köprülü, Tapduk Emre’nin Babai çevreleri ile alakalı bulunması nedeni ile bir Türkmen Babası olduğunu belirtmiştir. Bu niteliği sebebiyle Tapduk Baba, Tapduk Emre adıyla XV. Yüzyılda Kalenderilik kanalıyla Bektaşilik geleneğine girmiştir92.

Varna Kazasındaki Pir Can Baba Zaviyesinin bulunduğu Doğuca köyü93 yürük teşkilatına bağlıydı ve adını Saruhan’da Akhisar’a bağlı Doğuca köyünden almıştı .

Anadolu’da sıkça rastlanan Karyadı hatun adındaki kadın evliya burada da saygı ve sevgi görmüş adına kurulan zaviyenin etrafında bir köy oluşturulmuştur.94. Karyağdı köyünde Naldöken yürükleri oturuyordu95 Saruhan’da da yürüklerin oturduğu Gördes’in bir Karyağdı köyü bulunmaktadır96.

Karyağdı, Anadolu’nun pek çok yerinde türbesi olan bir kadın evliyadır. Efsaneye göre genç bir kadın ağustos ayında aşerdiği sırada kar yemek ister. Kuvvetle dilediği için geceleyin kar yağar. Kadın; bu kardan avuç avuç yer ve hastalanıp ölür. Karyağdı adını taşıyan türbelere genç ve hamile kadınlar adak adar, muratlarının yerine getirilmesini dilerler.

Sağ kolda Varna, Şumnu, Hacı-oğlu Pazarı, Deliorman ve Dobruca’ya yerleştirilen, göçerlerin ve Anadolu’da yerleşik hayata yenilerde geçmiş olan göçmenlerin gelirken Anadolu’daki inanç geleneklerini beraberlerinde getirmiş olmaları bir taraftan yaşamlarını kolaylaştırmış öte yandan aralarında dayanışmayı arttırmıştır.


B – Saruhan-ili Yönetici ve Aşiretlerinin Adları:

Kozluca Kazasında bulunan Paşayiğit köyü97. Saruhanlı göçerlerin ünlü lideri Paşa Yiğit Bey adına kurulmuştur. Paşayiğit köyü II. Bayezid döneminden itibaren tahrirlerde yer almaktadır98.

Ayni yörede bulunan Turhanlı köyü Paşa Yiğit Beyin oğlu Turhan (Turahan) Bey adına kurulmuştur99. Paşayiğit gibi bu köy de II. Bayezit döneminden itibaren tahrirlerde yer almışlardır100. Adı geçen köylerin yürük teşkilatına dahil olması nüfusun geliş yönünü işaret etmektedir101.

Varna kazasına bağlı Azizlü köyü102. Saruhan’daki Azizlü yürüklerinin iskan edildiği köylerden biri idi. Azizlü yürükleri koyun yetiştiriyorlardı. Varna yakınında yerleştikleri köylerinde de koyunculuk yapıyorlardı103.

Ayni kazasındaki Beştepe köyüne gelince104 Saruhan’da, Soma’ya bağlı Beştepe mevkiinde bulunan Osman Dedeye bağlı Naldöken yürükleri yerleşmişti105.

Korkud106 köyüne yerleşenler Saruhan ilinin Belen nahiyesinde bulunan Korkud köyü civarında konaklayan Demirci yürüklerinin Korkut Cemaatine mensuptu.

Şahıs isimlerinin verildiği köylere gelince bunlar; Küçük Ahmed, Mihalli Ali Paşa, Kara Yusuf, Uzun İbrahim, Uzun Yusuf , Seydi Hoca, Kara Hüseyin, Hasan Fakih gibi ayırıcı ve tanımlayıcı özellikler taşımaktadır. Çoğu aşiret ileri gelenleri veya savaşçı kimliği öne çıkan fatihlerdi.

C –Su kaynaklarına Göre Adlandırılan Köyler

Sağ koldaki köylere ad verilirken su kaynaklarına fazlasıyla önem verildiği görülmektedir. Suyun bulunduğu yerler yerleşmek için uygun bulunmuş Yunus Pınarı107 Turahan Kuyusu Mihal Bey Pınarı , Mihalli Ali Paşa108. Karagöz Kuyusu, Doğan Kuyusu, Kara Ömer Kuyusu, İdris Kuyusu, Kara Murad Kuyusu, Mihal Bey Pınarı, Bayram Pınarı, Turahan Pınarı, Yunus Pınarı, Karaağaç Pınarı Dere Köy109adlı köyler kurulmuştur. Yeni kurulduğu izlenimi veren köylerde sürgün ve bağcı haneleri bulunmaktadır 110. Ayrıca Dobuca ve Hacı-oğlu Pazarı dolaylarında su kaynakların azlığı bu tercihte rol oynamıştır.

Sonuç

Osmanlı Devleti Rumeli’ye yerleşme kararıyla geçmiş ve yerli halkla iyi geçinme politikasını uygulayarak halkın Osmanlı’ya meyletmesini sağlamıştır. Süleyman Paşa Gelibolu’ya geçer geçmez Rumeli’de iskan hareketi başlamıştır.

Devletin kuruluşunda etkili olan gaza politikası Rumeli’nin fethinde de devam etmiştir. Gaziler ve aşiret reisleri seferlerde başarılı olup tımar sahibi olarak devlete sürekli hizmet etmeyi amaç edinmiş, pek çoğu bu emeline ulaşmıştır. Gerek gaziler gerek aşiret reisleri ve Osmanlı’ya tabi beyliklerin mensupları XIV. yüzyılda Rumeli’deki seferlere katılırken kahramanca ün yapmanın yanı sıra ekonomik güç elde etmeyi de arzu etmişlerdir.

Rumeli’nin fethinde hizmeti çok büyük olan akıncılar yerleşme konusunda da öncülük etmişlerdir. Rumeli’de hizmet etmek için “İl ve boy” halinde karşı yakaya geçen Akıncılar arasında yerleşenlerin sayısı bir hayli fazladır.

Ayni tarihlerde Anadolu’da bulunan diğer Türkmen Beylikleri gaza ve cihadı ön plana çıkararak siyasal, sosyal ve ekonomik güç kazanmanın peşinde olmuşsa da Türkmen Beylikleri Müslüman komşularına karşı cihad açma şansına sahip olmadıkları için Osmanlı devletinin başarısına ulaşamamışlardır.

Balkanların fethinde “Toprak ve reaya sultanındır” prensibini ilan eden Osmanlı Devleti yerli feodallere karşı toprağı ve köylü emeğini tımar rejiminin garantisi altına sokmuş, yerel feodallerin yerine merkezi imparatorluk rejimini ihya etmiştir. Balkanlarda anarşiden bıkmış olan köylüler Osmanlının merkeziyetçi yapısını uygun bulmuşlar ve kısa zamanda benimsemişlerdir.

Osmanlıların Balkanlarda görünmesi ile birlikte Ortodoks halk Papalıkla Macar Krallarının Katoliklik propagandasından ve mezhep değiştirmek için yaptıkları baskıdan kurtulmuştur. Devlet, Balkanlarda Ortodoks kilisesine karşı da koruyucu bir politika gütmüş, Ortodoks kilisesinin bütün ayrıcalıklarını ve hiyerarşisini aynen tanımıştır. Kilise gibi Manastırların bağışıklıklarını Hıristiyan devletler döneminde olduğu gibi bırakmış, Hıristiyan dinini yok etmek isteyen tutucu bir davranış içine girmemiştir.

Yıldırım Bayezid, Batı Anadolu’daki fetihlerden sonra Rumeli’de iskan politikasını yaygınlaştırmıştır. Saruhan’daki aşiretlerin otorite tanımaz olması ve tuz yasağına uymamaları üzerine bu bölge halkı için sürgün kararı almıştır. Padişah Saruhan bölgesindeki nüfus yoğunluğunu dikkate alarak, yeni fethedilen bölgenin nüfusunun yerini değiştirme geleneğine uymuş burada oturan Yürükleri iskan amacıyla ve sürgün olarak Rumeli’ye geçirmiştir. Sürgünler daha sonra merkezi Pravadı olan Sürgün zaimliğine bağlanmıştır.

Rumeli’de Sağ Kol’daki köylerle Saruhan İlindekiler karşılaştırıldığında büyük oranda ayni adı taşıdıkları görülmektedir. Köy adlarını üç başlık altında toplamak mümkün olmaktadır. Birincisi Saruhandakilerle ayni baba, dede ve şeyhlerin adını taşıyanlar, ikincisi Saruhan Beyliğinin ünlülerinin ve aşiretlerin adını taşıyanlar ve son olarak çevre koşullarından ve su kaynaklarından etkilenerek konulan adlardır.

Sağ kol’da bulunan kazalardan Aydos, Karnabad, Pravadı, Varna, Kozluca ve Hacı-oğlu Pazarı gibi kazalarda Saruhan-ilinden gelen göçerlerin yerleştirildiği, köyler arasında baba ve dede ve şeyhler adına kurulmuş çok sayıda köyün bulunduğu tespit edilmiştir. Bunların bazıları Kozluca Baba, Tavşan Baba, Taptık Baba, Hüssam Baba, Şüca Baba, Pir Can Baba (Doğuca), Otman Baba, Sindel Baba adına kurulan köylerdir. Söz konusu zaviyelerin en önemlisi Batova köyü yakınında bulunan Akyazılı zaviyesidir. Halen belirli günlerde Akyazılı’ya mensup Deliorman Türkleri tarafından ziyaret edilen ve kurban töreni düzenlenen Akyazılı türbesi, Gagauz ve Bulgarlar tarafından da Derviş Manastırı olarak tanınmakta ve kutsal sayılmaktadır.

İskanın kökleşmesinde zaviye şeyleri ile dervişlerinin önemli katkısı yanısıra olumsuz tarafları da görülmüştür. Batı Anadolu’da ve Deliormanda eşzamanlı başlatılan Şeyh Bedreddin ile Börklüce ve Torlak Kemal ayaklanmaları Anadolu ile Rumeli arasındaki fikri iletişimin kolaylığından dolayı hızla gelişmiştir. Ayrıca Şeyh Bedreddin’in 1420 tarihinde idam edildiği111 göz önüne alınırsa Saruhan’dan yapılan sürgünün anılarının geçen 20 –25 senede henüz silinmediği açıkça ortadadır. Bu ortamda Şeyh Bedreddin’in Anadolu ve Rumeli’deki müridlerinin bir araya gelmesi çok kolay olmuştur.

İskanın başlıca üç kaynaktan beslendiği tespit edilmiştir. Birincisi; ordu ile birlikte gelenler, ikincisi sürgün olarak gelenler, üçüncüsü ise Yürük teşkilatı içinde yer alanlardır. Her üçünde de temel gaye Rumeli’nin nüfuslandırılması ve askeri gücün arttırılmasıdır. Ordu ile birlikte gelenler genel ve sancak kanunnamelerindeki maddelere uygun şekilde Rumeli’nin miri arazisine yerleştirilmişler, tımar teşkilatına dahil edilmişlerdir. Ordu için gereken geri hizmet ve destek kuvveti yerli halkın teşkilatlandırılması ve Anadolu’dan, özellikle Batı Anadolu’dan getirilen Yürüklerin, Yürük Teşkilatı içinde bir araya getirilmesi suretiyle oluşturulmuştur. Sürgün olarak gelenler ise XVI. Yüzyılın sonuna kadar Rumeli’nin iskanında rol oynamışlardır. Anadolu Beyliklerinin topraklarının Osmanlı topraklarına dahil edilmesi, göçerlerin uyumsuz davranışları ve ayaklanmalar hep sürgün nedeni olmuştur.

Devlet iskan hareketi sırasında, göçmenler ne türlü gelmiş olurlarsa olsunlar, onları küçük birimler halinde yerleştirmeyi prensip edinmiştir. Göçerlerin yaşam biçimi buna uygun olduğu için zorluk çekilmemiştir.

Sağ kol kazalarında Karagöz Kuyusu, Doğan Kuyusu, Kara Ömer Kuyusu, İdris Kuyusu, Kara Murad Kuyusu, Mihal Bey Pınarı, Bayram Pınarı, Turahan Pınarı, Yunus Pınarı, Karaağaç Pınarı gibi yeni kurulduğu izlenimi veren köylerde sürgün ve bağcı haneleri bulunmaktadır. Köyler kurulurken suyun bol bulunduğu yerler tercih edilmiştir.

Türklerin Rumeli’ye yerleşmesi ile Anadolu’ya yerleşmesi arasında önemli bir fark bulunmaktadır. Anadolu’ya gelenler aşiret reislerinin yönlendirmesi ile güvenli bölge arayışı içinde Batı Anadolu’da yerleşmişlerdir. Rumeli’deki iskan ise tamamen devletin denetiminde yapılmıştır. Türkmenler Anadolu’ya, geldiklerinde özellikle Sultanönü Sancağında uzun zaman önce terk edilmiş veya yenilerde boşaltılmış pek çok köyün üzerine yerleşmişler ve buralara Karacahöyük, Yassıhöyük, Değişören, Çukurören gibi köyün eski durumunu ifade eden isimler vermişlerdir. Kuzeydoğu Bulgaristan’daki köyler çoğunlukla yeni kurulduğu için adlarının arasında benzer tanımlara hemen hemen hiç tesadüf edilmemektedir.


1 Halil İnalcık; “Rumeli” mad. İA.
2 Anadolu Selçuklu Sultanı I. Mesud (1116-1155) zamanında Anadolu’dan geçen II. Haçlı ordusu, Anadolu’da çok zor koşullarla karşılaşmışlar, özellikle 1147 tarihinde Eskişehir’de sultan Mesut’a yenildikten sonra Anadolu’nun Türklerin ülkesi olduğuna inanmışlardır. Daha geniş bilgi için bkz. Osman Turan, “ Mesud I”, İA. Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, 3. Baskı, İstanbul 1993, s.196.
3 Halil İnalcık; agm. Akdes Nimet Kurat ve Rauf Ahmet Hotinli ; “Bulgaristan” mad. İA.
4 M. Tayyib Gökbilgin, “Kanuni Sultan Süleyman Devri Başlarında Rumeli Eyaleti, Livaları, Şehir ve Kasabaları”, Belleten, C. XX. Ankara 1956, s. 247 – 285.
5 Mehmet İbşirli; “Osmanlı Devlet Teşkilatı”, Osmanlı Devleti ve Medeniyeti, İstanbul 1994, s. 225. İ. Metin Kunt; Sancaktan Eyalete, 1550 – 1650 Arasında Osmanlı Ümerası ve İl İdaresi, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları No 154. s 26 ve devamı.
6 Halil İnalcık, “Türkler ve Balkanlar”, Balkanlar, İstanbul 1993, 9-34.
7 Dobruca hakkında bkz. Aurel Decei; “Dobruca” mad. İA.
8 İzzeddin Keykavüs hakkında bkz. Osman Turan; “Keykavüs II”, mad. İA. İstanbul 1204 yılında IV. Haçlı Seferine çıkan Latinler tarafından işgal edilmişti. İmparatorluk Trabzon, Mora ve İznik şehirleri merkez olmak üzere üçe ayrılıp hayatiyetini sürdürmeğe çalıştı. 1261 yılında Mihail Paleologos Latinleri İstanbul’dan çıkararak Bizans tahtına sahip oldu. Bu konu ile ilgili bkz. Georg Ostrogorsky, Bizans Tarihi, s. 388 ve devamı . Osman Turan; Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 497 ve devamı. Aurel Decei, “Dobruca”, İA.gm
9 Aurel Decei, agm.
10 Franz Babinger; “Sarı Saltuk Dede” mad. İA. Ahmet Yaşar Ocak; “Sarı Saltuk ve Saltukname”, Türk Kültürü, S. 197, Türk Kültürü, İstanbul 1979. Evliya Çelebi; Seyahatname, (Rumeli, Sokol ve Edirne), Haz. İsmet Parmaksızoğlu, Ankara 1984, s.75. Zıllıoğlu Evliya Çelebi; Evliya Çelebi Seyahatnamesi, yay. Tevfik Temel Kuran, Necati Aktaş, Mümin Çevik, İstanbul, 1984, s. 927.
11 Karesi İli hakkında bkz. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, “Karesi Oğulları” mad. İA. Fuat Köprülü, Osmanlı Devletinin Kuruluşu , Ankara 1984, s. 34.
12 Aurel Decei, agm.
13 Polonya’lı elçiler ve Ermeni tüccarlar İstanbul’a ulaşmak için bu yolu kullanıyordu. Kuzeyden gelen seyyahlar da bu yolu tercih ediyordu. İngilizler deniz yolu ile Gdansk’a geliyor, kara yolu ile Hamburg veya Warşova’ya gelip oladan L’vov’a ulaşıyorlardı. L’vov, kuzeyden gelen bütün yolların birleşme yeridir.Moskova’dan gelen yol da burada birleşir. Yolcular Dinyester ve Purut nehirlerini geçtikten sonra Yaş şehrine gelip Osmanlı topraklarına girmiş oluyorlardı. Buradan İsakça’ya gelip Tuna nehrini geçip Babadağ’dan Dobruca’ya ulaşıyorlardı.
14 Colin Heywood; Sol Kol, Osmanlı Egemenliğinde Via Egnatia (1380-1699), Editör: Elizabeth A. Zachariadou, İstanbul 1999, s. 136, 139. Yollar hakkında daha geniş bilgi için bkz. Stephane Yerasimos; Les Voyageurs Dans L’Empire Ottoman (XIV. – XVI. Siécles), Ankara 1991, Sağ Kol hakkında : s. 56 – 60, Orta Kol hakkında s. 43 – 55, Sol Kol ; s. 33 – 42. Osmanlı Devleti yeni yollar yapmamış gerektiği zaman yolları onartmış veya köprüler yaptırmıştır.Bu taş köprülerin genişliği de yollardan farklı değildi. Örneğin Uzunköprü: 5. 50 m., Silivri Köprüsü 5. 75 m., Babaeski Köprüsü 5. 85 m. genişliğinde idi. Bu konu ile ilgili bkz. Rhoads Murphey; “17. Yüzyılda Via Egnatia Boyunca Görülen Ticaret Örüntüleri”, Sol Kol Osmanlı Egemenliğinde Via Egnatia İstanbul 1999, s.198.
15 Tayyib Gökbilgin, “Kanuni Sultan Süleyman Devri Başlarında Rumeli Eyaleti…..” s. 250 ve devamı.
16 Mihal-oğulları hakkında bkz. M. Tayyib Gökbilgin; “Mihal-oğulları” mad. İA. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. I, s. 570.
17 Hububat konusunda bkz. Lütfi Güçer; “ XVIII. Yüzyılın Ortalarında İstanbul’un İAşesi İçin Luzumlu Hububatın Temini Meselesi” İktisat Fakültesi Mecmuası, S. 1 – 4, İstanbul, 1950, s.397 – 416. Lütfi Güçer; XVI. Ve XVII. Asırda Osmanlı İmparatorluğunda Hububat Meselesi Ve Hububattan Alınan Vergiler, İstanbul 1964. İstanbul’un et Tüketimi hakkında bkz. Antony Greenwood, İstanbul’s Meat Provisioning, A Study of The Celepkeşan System, (Basılmamış Doktora Tezi) Chicago, 1988. Celepkeşan hakkında bkz. Halime Doğru “ Rumeli’de Celepkeşanlar”, Bildiri, Türk Tarih Kongresi, 1999.
18 Halil İnalcık, agm. Metin Kunt, Sancaktan Eyalete. Kanuni zamanında Rumeli Beylerbeyliğine bağlı 33 sancak bulunuyordu. Sağ kol üzerinde bulunan, Silistre Sancağı oldukça büyük bir sancak olup Varna, Pravadı, Hacıoğlu pazarcığı, Kozluca gibi kazaları bulunmaktadır. Katip Çelebi Sağ kol’da: Vize, Kırk Kilise, Silistre, Niğbolu ve Vidin sancaklarının bulunduğunu belirtmiştir.
19 Halil İnalcık, “Rumeli” mad. İ.A. Halil İnalcık, “Osmanlı Fetih Metotları”, Yeni Forum Aylık Siyaset, Kültür Dergisi, C. 12, S. 363, İstanbul 1991, s. 21 – 25. Halil İnalcık, “Türkler ve Balkanlar”, s. 16. “İstimalet” Yerli Gayrimüslim ahaliye hoşgörülü ve yumuşak davranarak onları kazanmak ve Osmanlı hakimiyet alanını genişletmek anlamında kullanılmaktadır.
20 Halil İnalcık, “ Türkler ve Balkanlar”, s. 16.
21 Halil İnalcık, “Stefan Duşan’dan Osmanlı İmparatorluğuna”, Fatih Devri Üzerinde Tetkikler ve vesikalar, Ankara 1954, s. 137 – 184.
22 Halen Bulgaristan’da : Alaca, İvanovo, Arbanassi, Kilifarevo, Kapinovo, Drayanovo, Şipka, Tranfiguration, Troyan Keremikovski, Drayanovo, Şipka, Bakovo, Rozen, Rila, Zemen, Çerepiş manastırları bulunmaktadır. Bunların çoğu müze olarak faaliyette ise de bir bölümü Osmanlı döneminde olduğu gibi fonksiyonunu devam ettirmektedir. Bunların arasında yer alan Varna’ya 12 km. uzaklıktaki Alaca Manastır 13. Yüzyıldan kalma bir yapıdır. Karadeniz’e bakan dik yamacın üzerinde, arkasını kayalığa dayamak suretiyle 3 kat olarak inşa edilmiştir. Halen içinde faal durumda olan bir kilise bulunmaktadır. Rila Manastırı ise Sofya’ya 120 km. uzaklıkta, Rila dağlarının ortasında, 14. Yüzyılda yapılmış olup tamamen ayaktadır. Bulgaristan’ın bağımsızlık hareketi sırasında çok önemli rol oynamıştır. Kütüphanesinde 16 000 den fazla değerli yazma kitap bulunmaktadır.
23 İ.H.Uzunçarşılı, (a.g.e..,s. 313) Neşri ve Aşık Paşa-zade’den naklen Ankara savaşında Timur’un yanında bulunan Sırp askerlerinin kahramanca savaştığını, bunun Timur tarafından da taktir edildiğini belirtmiştir.
24 P. Wittek’in görüşleri hakkında bkz. Halil İnalcık, a.g.m. s. 140 ve dip not 12-13.
25 Devşirme kurumunda dikey aşamanın zararlarına değinen tarihçiler de bulunmaktadır. Bunların arasında Hüseyin Hüsameddin (Amasya Tarihi, İstanbul, 1327-1330) ve İsmail Hami Danişmen başta gelmektedir.
26 Voynuklar hakkında bkz.Yavuz Ercan, Osmanlı İmparatorluğunda Bulgarlar ve Voynuklar, Ankara 1986. Martaloslar hakkında bkx. Robert Anhegger, “Martolos” mad. İA. Eflak hakkında bkz. Ömer Lütfi Barkan,XV. Ve XVI. Asırlarda Osmanlı İmparatorluğunda Zirai Ekonominin Hukuki ve Mali Esasları, İstanbul, 1943, s. 289, Tırhala Kanunnamesi, s. 325, Semendire Kanunnamesi.
27 Kanuni Devri Malatya Tahrir Defteri 1560 ( Refet Yınanç – Mesut Elibüyük Ankara 1983) incelendiğinde sancakta çok sayıda gayrimüslim oturduğu görülmektedir. Batı Anadolu ve Rumeli ile karşılaştırıldığı zaman Türkçe yer adlarının çok az sayıda olduğu görülmektedir.
28 Bu konu ile ilgili Selçuklular Zamanında Türkiye ( Osman Turan, İstanbul 1973) ve Türkiye Tarihinde (Mükrimin Halil Yınanç, İstanbul 1944) geniş bilgi bulunmaktadır.
29 Ali Sevim, Türkiye Tarihi, Fetih, Selçuklu ve Beylikler Dönemi, Ankara 1989. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu, Karakoyunlu Devletleri, 3. Baskı. Ankara 1984,
30 Genel olarak göçebelik hakkında bkz. Fernand Braudel, Akdeniz ve Akdeniz Dünyası, İstanbul 1989, s. 40- 53. Anadolu’daki konar göçerlerin hukuki statüleri hakkında bkz. Cengiz Orhonlu, Osmanlı İmparatorluğunda Aşiretlerin iskanı, 2. Baskı, İstanbul 1987, s. 16 ve devamı. Yusuf Hallaçoğlu, XVIII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunun İskan Siyasrti ve Aşiretlerin Yerleştirilmesi, Ankara 1991, s. 14 ve devamı.
31 Yaya Teşkilatı hakkında daha geniş bilgi için bkz. Halime Doğru, Osmanlı İmparatorluğunda Yaya-Müsellem-Taycı Teşkilat (XV. Ve XVI. Yüzyılda Sultanönü Sancağı), İstanbul 1990, s.55 ve devamı.
32 Colin İmber, (Osmanlı Beyliği , (1300-1389), İstanbul 1999, s. 68-77.) Arapça Gazi sözcüğünün, Türkçe Akıncı sözcüğü ile ayni anlamda kullanıldığını açıklamıştır. Halil İnalcık, (“Osmanlı Tarihi En Çok Saptırılmış, Tek Yanlı Yorumlanmış Tarihtir”, Cogito, Osmanlılar Özel Sayısı, S 19, İstanbul 1999, s. 26.) gaza liderinin, kutsal savaş ve ganimet için etrafına nöker / yoldaşlar toplamasıyla ortaya çıktığını ve nöker / yoldaşların arasında kan bağının olmasının gerekmediğini, bunların daha ziyade dışarıdan gelen “garipler” olduğunu, uçta savaşan Alp-erenleri harekete geçiren “doyum” akınlarına anlam kazandıran, bir anlamda kutsal ideoloji olduğunu belirtmiştir. Feridun Emrcen ( “Osmanlı’nın Batı Anadolu Türkmen Beylikleri Fetih Siyaseti : Saruhan Beyliği Örneği” Osmanlı Beyliği (1300-1389), İstanbul 1999, s. 34 – 40.) Saruhan ilinden gazaya katılanların doyum akınlarına katıldıkları, ve gaza ruhunu sürdürdüklerini belirtmiştir. Dervişlerin iskan siyasetindeki rolü hakkında bkz. Ömer Lütfi Barkan, “Osmanlı İmparatorluğunda Bir İskan ve Kolonizasyon Metodu Olarak Vakıflar ve Temlikler, I, İstila Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler” Vakıflar Dergisi, S. 2, İstanbul, 1942, s. 293.
33 Colin İmber, (Osmanlı Beyliği , (1300-1389), İstanbul 1999, s. 68-77.) Arapça Gazi sözcüğünün, Türkçe Akıncı sözcüğü ile ayni anlamda kullanıldığını açıklamıştır. Halil İnalcık, (“Osmanlı Tarihi En Çok Saptırılmış, Tek Yanlı Yorumlanmış Tarihtir”, Cogito, Osmanlılar Özel Sayısı, S 19, İstanbul 1999, s. 26.) gaza liderinin, kutsal savaş ve ganimet için etrafına nöker / yoldaşlar toplamasıyla ortaya çıktığını ve nöker / yoldaşların arasında kan bağının olmasının gerekmediğini, bunların daha ziyade dışarıdan gelen “garipler” olduğunu, uçta savaşan Alp-erenleri harekete geçiren “doyum” akınlarına anlam kazandıran, bir anlamda kutsal ideoloji olduğunu belirtmiştir. Feridun Emrcen ( “Osmanlı’nın Batı Anadolu Türkmen Beylikleri Fetih Siyaseti : Saruhan Beyliği Örneği” Osmanlı Beyliği (1300-1389), İstanbul 1999, s. 34 – 40.) Saruhan ilinden gazaya katılanların doyum akınlarına katıldıkları, ve gaza ruhunu sürdürdüklerini belirtmiştir. Dervişlerin iskan siyasetindeki rolü hakkında bkz. Ömer Lütfi Barkan, “Osmanlı İmparatorluğunda Bir İskan ve Kolonizasyon Metodu Olarak Vakıflar ve Temlikler, I, İstila Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler” Vakıflar Dergisi, S. 2, İstanbul, 1942, s. 293.
34 Pravadı ve Kozluca kazalarında Balalabanlı, Kutlubey, Paşayiğit gibi köylerin varlığı sekban başıların iskana katıdığını açıklamaktadır.
35 Neşri, a.g.e.., C I, s. 243.
36 Ahmet Yaşar Ocak, “Zaviye”, Vakıflar Dergisi, XII, 1978, s.247-269. Ahmet Yaşar Ocak – Süreyya Faroqi “Zaviye” mad. İA. Ömer Lütfi Barkan, “Osmanlı İmparatorluğunda Bir İskan ve Kolonizasyon Metodu Olarak Vakıflar ve Temlikler I, İstila Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler”, Vakıflar Dergisi II, 1942, s. 279 – 304.
37 Babadağ’da bulunan Sarı Saltuk türbesi hakkında bkz. Machiel Kiel, “The Türbe of Sarı Saltuk at Babadag – Dobrudja” Studies on the Ottoman Architecture of the Balkans, Hampshire 1990, p. 205 – 220.
38 Gagaus’lar hakkında bkz. Kemal H. Karpat, “Gagauslar” mad. Diyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi.
39 İbn-i Batuta ; Babadağ’ın Müslüman Türkler’in son noktası olduğunu, burada kerametlerine dair söylenceler olan Sarı Saltuk’un türbesi bulunduğunu ve hakkındaki rivayetlerin şerİAta uymadığını ilave etmiştir. Uçta Müslümanlık, Hıristiyanlık ve Şamanlığın birbiri ile çok yakın ilişki içinde yaşıyor olması Arap gezginin böyle bir izlenim edinmesine neden olmuştur. ( Zeki Velidi Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, İstanbul 1946, s. 333.)
40 Zeki Velidi Togan, a.g. e. s. 333 ve devamı.
41 H.A. Gibbons Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu, Çeviren Ragıp Hulusi, İstanbul 1928, s 112’de Latince metinden nakledilmiştir. Münir Aktepe “XIV ve XV. Asırda Rumeli’nin Türkler Tarafından İskanına Dair”, Türkiyat Mecmuası, C. X, İstanbul 1953, s. 299-312.
42 Münir Aktepe, a.g.m., s. 300 ve dipnot 2.
43 Machiel Kiel, “Bulgaristan’da Eski Bir Osmanlı Mimarisinin Bir Yapıtı, Kalugerovo – Nova Zagora’daki Kıdemli Baba Sultan Bektaşi Tekkesi” , Belleten, C. XXXV , S. 137, Ankara 1971, s.46, dipnot 4 .
44 Neşri, a.g.e., s. 181.
45 Oruç bin Adil , Tevarih-i Al-i Osman, Hannover 1925, s. 24.
46 Çağatay Uluçay, saruhan-oğulları, İA. Feridun Emecen, XVI. Asırda Manisa Kazası, Ankara, 1989, s. 20.
47 Aşık Paşa-zade, Aşıki, Tevarih-i Al-i Osman, yay. N. Atsız, Osmanlı Tarihleri, İstanbul 1940, s. 133. Oruç Bey, Tevarih-i Al-i Osman, Babinger neşri, Hannover, 1925, s. 24.
48 II. Murad zamanında da benzer bir uygulama yapılmış, Osmanlı hizmetine giren Aydın-oğlu Cüneyt Bey Niğbolu Sancakbeyliğine atanmıştı. (İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C.I, Ankara 1961, s. 369.)
49 Çağatay Uluçay, “Saruhanoğulları” mad. İA.
50 Aşık Paşa-zade, a.g.e., s.141. Neşri, a.g.e. S. 339.
51 (Aşık Paşa-zade, a.g.e.,s. 142.)
52 Feridun Emecen, XVI. Asırda Manisa Kazası, Ankara 1989, s. 20.
53 Ömer Lütfi Barkan “Osmanlı İmparatorluğunda Bir İskan ve Kolonizasyon Metodu olarak Sürgünler”, İktisat Fakültesi Mecmuası, C. 15, No 1 – 4, İstanbul 1953 – 1954.
54 BOA, Tapu Tahrir Defteri, No 370.
55 BOA, Tapu Tahrir Defteri, H. 890 / 1485, No 20, s. 27 – 83. Askeri teşkilat olarak Rumeli’de Yürükler hakkında bkz. M. Tayyib Gökbilgin, Rumeli’de Yürükler, Tatarlar, ve Evlad-ı Fatihan, İstanbul 1957, s. 14.
56 BOA, TD: No 370, s. 438; Sulu köyü maa Güne Arslan Mezraası ; 14 hane sürgün.
57 “Rivayettir ki Saruhan İlinde göçer-evler varidi. Menemen ovasında kışlarlar idi. Ol iklimde tuz yasağı vardı. Anlar o yasağı tutmazlar idi. Hünkara bildürdiler. Bayezid Han dahi oğlı Ertuğrul’a haber gönderüb, Menemen ovasında ne kadar göçer evler varise onarı zapt idüb, kullarına ısmarla ki, temam sürüb Filibe ovasına göçüre. Pes Ertuğrul dahi atası emrine imtisal edüp, bi- kusur ol göçer evleri Filibe ovasına gönderdi, getürdüler, Filibe yöresine kondurdular. Şimdi Filibe yöresi külli anlardur” (Neşri, a.g.e., s.339)
58 Tuz tekeli, tuzun taşınması sırasında da gündeme gelmiştir. Karesi ilinde bulunan Kızılca Tuzla’nın tuzlarını taşımakla görevli olan Karaburun, Edremit ve Kızılcadağ aşiretleri de zaman zaman anlaşmazlığa düşmüşler, onların da yerleri ve görevleri değiştirilmiştir. Bu konu hakkında bkz. Ömer Lütfi Barkan, “Osmanlı İmparatorluğunda Bir İskan ve Kolonizasyon Metodu Olarak Sürgünler”, İktisat Fakültesi Mecmuası, C.13-14,S.1-4, s.62 ve dip not 34.
59 Varna Kazasında bazı köylerde oturan sürgün haneler:(BOA, TD No 370); Mihal Bey Pınarı: 7 hane, (s. 414), Kara Murad Pınarı; 6 Hane (s. 426), Kara Bali-nam-ı diğer İdris: 9 hane(s. 426), Kara Murad Kuyusu : İmam ve 4 hane(s. 427), Osman Pınarı: 5 hane (s. 438), Sulu Köyü maa Güne Arslan Mezraası: 14 hane (s. 438), Akıncı : 5 hane (s. 438), Orta Köy maa Esedlü 17 hane (s. 440), Beyce Köy nam-ı diğer Kara Mustafa : 6 hane (s. 443), Kozluca : 3 hane (s. 3 hane).
60 Ömer Lütfi Barkan, “Sürgünler”, s.225. Bu bilginin BOA, TTD, No 370, s. 242’de bulunduğu açıklanmıştır. Bu defter sancak, kent, kasaba ve köyler hakkında verdiği bilgilerle Rumeli’nin haritası niteliğindedir.
61 BOA, Tapu Tahrir Defteri, No 370, s. 380. Ömer Lütfi Barkan, Kanunlar, s.274.
62 M. Kiel, Urban “Development in Bulgaria in the Turkish Period : The Place of Turkish Arhitecture in the Process” İnternational Journal of Turkish Studies, Vol. 4, No 2, 1989, p. 100, not 41.
63 Ömer Turan , The Turkish Minority In Bulgaria, Ankara 1998, Tablo 4. 1880’de Varna’da Türkler % 36.26, Bulgarlar %27.34 nüfus bulunurken bu oran 1910’da % 10.70 Türk, % 59.02 Bulgar oranı ile yer değiştirmiştir.
64 Askeri teşkilat olarak Rumeli’de Yürükler hakkında bkz. M. Tayyib Gökbilgin, Rumeli’de Yürükler, Tatarlar, ve Evlad-ı Fatihan, İstanbul 1957. Sema Altunan, XVI. Ve XVII. Yüzyıllarda Rumeli Yürükleri ve Naldöken Grubu, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Anadolu Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Eskişehir 1999.
65 Saruhan Sancağında taşkınlar nedeniyle tarım yapılamadığı, sağlık sorunları başladığı için halkın köyleri boşalttığı anlaşılmaktadır. 1531 sayımında sancakta çok sayıda köy boş görünmektedir. Su basması nedeniyle boşalan köyler hakkında bkz. Feridun Emecen, XVI. Asırda Manisa Kazası, Ankara 1989, s.158 – 221.
66 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. I, s. 363. Şeyh Bedreddin ve Batı Anadolu’daki ayaklanma hakkında bkz. Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler (15. ve 17. Yüzyıllar), İstanbul 1998, s.136-200
67 Şah Kulu ayaklanması için bkz. Şehabeddin Tekindağ, “Şah Kulu Baba Tekeli İsyanı”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, C.I, S. 3, İstanbul 1967.
68 Saruhan bölgesinde suhte ve celali olayları hakkında bkz.Çağatay Uluçay, XVII. Asırda Saruhan’da Eşkıyalık ve Halk Hareketleri, İstanbul 1944.
69 Aksaraylı Kerimüddin Mahmud, Selçuki Devletleri Tarihi, çev. M.N. Gençosman, Ankara 1943, s. 252.
70 BOA, Maliye Nezareti, Kozluca Temettuat Defteri (MNTD) No 12 122, s. 2 – 66. Celepkeşanlar hakkında bkz. BOA, Maliyeden Müdevver Defter (MMD) No 1614, Pravadı kazası, s. 39. BOA, MMD. No 5567, s. 177. Yürükler hakkında bkz. S. Altunan, a.g.e., s. 291, 291, 300, ve 350. Listeler hazırlanırken BOA, TTD. 707, 685, ve 616 numaralı defterler kullanılmıştır. Seraske, eşkinci ve yamaklar ayrı ayrı verilmiştir.
71 S. Altunan, a.g.e., Naldöken Yürükleri, s. 309.
72 Slavka Draganova, A Quantitative Analysis Of Sheep-Breeding İn Bulgarian Lands Under Ottoman Domination Rrom The Middle Of The XIX C. To The Liberation. Sofia 1993, s.62.
73 F. Emecen, a.g.e., s. 116. Kozluca mezrası ; s. 175, Kozluca köyü; 209 ve 217. İbrahim Gökçen, Tarihte Saruhan Köyleri, İstanbul 1950, s. 42.
74 F. Emecen, a.g.e., s. 303.
75 Ömer Lütfi Barkan, “İstila DevrininKolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler”, Vakıflar Dergisi, C II, Ankara 1942.
76 Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı İmparatorluğu’nda Marjinal Sufilik : Kalenderiler, (XIV – XVII Yüxyıllar), Ankara 1992, s.99. Halil İnalcık, “Derviş And Sultan : An Analysis Of The Ottman Baba Vilayetnamesi” Manifestatıons Of Sainthood İn İslam, İstanbul 1993, s.209-223.
77 Saruhan’da, Palamud nahiyesinde bulunan Adil-Obası köyünde ve Osmancalu köyünde Osman Dede yatırları bulunmaktadır. Köylerde buralara kurban kesilip yağmur duasına çıkmaktadır. F. Emecen, s. 183, 219.)
78 A.Y. Ocak, a.g.e., s. 100
79 A.Y. Ocak, a.g.e., s. 101.
80 Evliya Çelebi, Seyahatname, Haz. İsmet Parmaksızoğlu, Ankara 1984, s. 62.
81 Bayramiye Melamiliğine göre kutb; “ruh-ı Muhammedi’dir”, Allahın tecelligahıdır. Allah ona bütün sıfatları ile vasıtasız olarak tecelli ettiğinden, her zaman ve mekanda dilediği şekil ile görünür. Bu konu ile ilgili geniş bilgi için bkz. Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler, (15. – 17. Yüzyıllar) İstanbul 199, 264 ve devamı.
82 Semavi Eyice, “Varna ile Balçık Arasında Akyazılı Sultan Tekkesi”, Belleten, C.XXXI, S, 124, Ankara, 1967, s. 558. Kamil Dürüst, “Varna’da Akyazılı Sultan Tekkesi”, Vakıflar Dergisi, C. XX.
83 Ahmet Refik, “Osmanlı Devrinde Rafızilik ve Bektaşilik”, Darü’l Fünun Edebiyat Fakültesi Mecmuası, S. VIII, İstanbul 1932, s. 37.
84 BOA, Cevdet Evkaf / II, No 13 680, 29 S. 1243 / 1828.
85 F. Emecen, a.g.e., s. 197, 274.
86 A. Y. Ocak, a.g.e., s. 97.
87 A. Y. Ocak, a.g.e., s. 98. Aslanbeyli köyünde bulunan ve Nevzat Dede’nin sorumluluğunda olan Şeyh Şücaüddin imareti belli günlerde, özellikle hıdrellezde yoğunluğu her yıl artan sayıda kişi tarafından ziyaret edilmekte kurban töreni düzenlenmektedir. Bir süre önce Nevzat Dede Bulgaristan’a gidip Otman Baba tekkesinde cem töreni düzenlemiştir. (Nevzat Dede’den alınan bilgi)
88 BOA, TD, No 771. BOA, KK, MK, No 2591, s. S. 36. BOA, MN TD, No 12122, s. 106 – 116. 1845 sayımında köyde 17 hane Müslim, 17 hane gayrimüslim yazılmıştı
89 BOA, MD, No 1614, s. 45. T. Gökbilgin, a.g.e., s. 107, 157.
90 M. Çavuş, a.g.m., s. 171.
91 Abdülbaki Gölpınarlı, Yunus Emre ve Tasavvuf, İstanbul 1961.
92 A. Y. Ocak, a.g.e., s. 74.
93 BOA, MD. No 1614, s. 21. Tuncer Baykara, Vakıflar Dergisi, C. XX, Ankara 1988, s. 413. İbrahim Gökçen, a.g.e., s. 54.
94 6. Tuna Salnamesi, s. 289.
95 T. Gökbilgin, a.g.e., s. 162.
96 İbrahim Gökçen, a.g.e., s. 60.
97 BOA, MNTD: No 12 122, s. 522-539.
98 BOA, TTD. No 20, s. . BOA, TTD, No 771, s. 44 ve devamı. Aşık Paşa-zade, a.g.e., s. 134.
99 6. Tuna Salnamesi, 1290 / 1874, s. 249.
100 BOA, TTD, No 20. BOA, TTD, No 44.
101 Tayyib Gökbilgin, a.g.e.. s 157. S. Altunan, age. s. 281, 301.
102 6. Tuna Salnamesi, s. 285.
103 Azizlü yürüklerinin koyun yetiştirmesi hakkında bkz. F. Emecen, a.g.e., s.266.
104 BOA, MN TD, No 12 122, s. 314-332.
105 İbrahim Gökçen, a.g.e., s. 63. F. Emecen, a.g.e., s. 219.
106 BOA. MNTD. No 12 122, s. 490 – 499.
107 BOA, MN TD, No 12 122, s. 272-290. BOA, MD, No 1614, s.39
108 BOA, TTD. No 370, s. 420, 418.
109 BOA, KK. No 12 591, s. 30 B. BOA, TD, No 370, s. 422, Paşa Deresi.
110 BOA, TD, No 370, s.418, 422, 423,
111 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C I, Ankara 1961, s. 365.

11 Mart 2009 Çarşamba

TÜRKLERİN BUGÜNKÜ DURUMU VE YAYILMA ALANLARI



TÜRKLERİN BUGÜNKÜ DURUMU VE YAYILMA ALANLARI

Türkler, tarihin eski devirlerinde olduğu gibi bugün de varlıklarını oldukça geniş bir coğrafyada sürdürmektedir. Dünya haritasına baktığımız zaman doğuda Moğolistan ve Çin içlerinden, batıda Viyana’ya; kuzeyde Sibirya’dan, güneyde Bağdat, Lübnan sınırı ve Kıbrıs içlerine kadar uzanan büyük coğrafyaya Türklerin yayıldıklarını görürüz. Türk milleti, bu geniş coğrafya içinde yer alan Moğolistan, Çin, Rusya, Afganistan, Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, İran, Irak, Suriye, Türkiye, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Yunanistan, Bulgaristan, Yugoslavya, Romanya ve Polonya’da yaşamaktadır.

Günümüz şartları içerisinde eğitim, iş gibi çeşitli sebeplerle farklı bölgelerde yaşamak durumunda olan Türkleri de buna dahil edersek bu alan daha da genişlemektedir.

Dünya Türklüğü yönlere göre adlandırılırken :



Hazar’ın batısında ve güneyinde kalan Türkleri Batı Türklüğü;




Hazar’ın doğusunda kalan Türkler Doğu Türklüğü;




Karadeniz, Kafkaslar ve Hazar’ın kuzeyinde kalanlar Kuzey Türklüğü olarak adlandırılır.

Yönlere göre dünya Türklüğü şu şekilde ayrılmaktadır:

A. Batı Türklüğü

1. Türkiye Türkleri

2. Rumeli Türkleri (Yunanistan, Bulgaristan ve Yugoslavya’da; ayrıca Moldavya ve Bulgaristan’daki Gagavuzlar)

3. Kıbrıs Türkleri

4. Suriye Türkleri

5. Irak Türkleri

6. Azerbaycan Türkleri (Kuzey Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan ile İran’daki Güney Azerbaycan’da)

B. Doğu Türklüğü


1. Batı Türkistan Türkleri (İran’ın Horasan bölgesinde, Afganistan’ın kuzeyinde ve dağılan Sovyetlerdeki Türkmen, Özbek, Karakalpak, Kazak ve Kırgız Türkleri)

2. Doğu Türkistan Türkleri (Çin’in batı bölgesinde- Doğu Türkistan’daki Uygur ve Kazak Türkleri)

C. Kuzey Türklüğü


1. Sibirya Türkleri (Yakutlar)

2. Abakan Türkleri (Tuvalar ve Hakaslar)

3. Altay Türkleri

4. İdil-Ural Türkleri (Kazan ve Batı Sibirya Tatarları, Başkurtlar ve Çuvaşlar)

5. Kafkas Türkleri (Kafkasların kuzeyindeki Karaçay, Malkar (Balkar), Nogay ve Kumuk Türkleri)

6. Kırım Türkleri (Özbekistan, Kırım, Türkiye ve Romanya’da)

7. Karay Türkleri (Polonya ve Litvanya’da)

Bütün bu alanlarda konuşulan Türk dilinin biri Yakutça diğeri Çuvaşça olmak üzere iki uzak lehçesi vardır.

Yakutça ve Çuvaşça, Türk dilinin metinlerle takip edilebilen devirlerinden daha önceki çağlarda ayrıldıkları ve ana Türk kitlesi ile temasları kesildiği için ayrı birer lehçe karakteri kazanmışlardır. Esasen Yakutça ve Çuvaşça, yüzyıllar boyunca birer konuşma dili olarak kullanılmış, ancak 19. ve 20. yüzyıllarda yazı dili haline gelmiştir. Bugün her iki lehçe de kiril alfabesini kullanmaktadır.

Yakutlar, Sibirya’da, batıdan doğuya, Katanga, Ölenek, Lena ve Kamçatka’ya doğru Kolima ırmakları çevresinde yaşarlar. Bu bölge siyasî olarak Rusya’ya bağlı Yakutistan Muhtar Cumhuriyeti adını alır. Yakutların nüfusu 400.000’e yakındır.

Çuvaşlar, Moskova ile Kazan arasında, İdil (Volga) ırmağı boylarında yaşamaktadırlar. Esas kitle Çuvaşistan Muhtar Cumhuriyetindedir. Tataristan ve Başkurdistan Muhtar Cumhuriyetlerinde yaşayanları da vardır. Nüfusları iki milyon kadardır.

Çeşitli lehçelere ayrılan Türkçe için bugüne kadar pek çok sınıflandırma denemesi yapılmıştır. Bu denemeler çok ayrıntılı ve birbirinden oldukça farklıdır. Hemen hemen her birinde ayrı bir ölçü kullanılmış, pek çoğunda tarihî Türk lehçeleri ile bugünküler birbirine karıştırılmıştır. Yazı dillerine göre yapılacak bir sınıflandırma hem daha sade olacak, hem de bugünkü durumu daha iyi yansıtacaktır.

Başlangıçtan 13. yüzyıla kadar Türkçenin tek yazı dili vardı. Bu yazı dili bütün Türkler için ortaktı. 13. yüzyılda Türk yazı dili, Kuzey-Doğu ve Batı olmak üzere ikiye ayrılmış ve 19. yüzyıla kadar bu şekilde gelmiştir. 6-7 asır boyunca, bütün doğu ve kuzey Türklüğü Kuzey-Doğu Türkçesini; bütün batı Türklüğü de Batı Türkçesini kullanmışlardır. Rus istilasından sonra, 19. yüzyılda batı kolu içinde Azerbaycan; Çin istilasından sonra da Kuzey-Doğu kolu içinde Kazan Türkçeleri ayrı birer yazı dili hâline gelmeğe başlamış; 1917 Bolşevik ihtilalinden sonra ise başlıca Türk ağızları, Ruslar tarafından ayrı birer yazı dili hâline getirilmiştir.

Böylece ortaya çıkan bugünkü yazı dilleri şöyle sınıflandırılabilir:

A. Batı Türkçesi (Güney-Batı Türkçesi)

1. Türkiye Türkçesi 3. Azerbaycan Türkçesi

2. Gagavuz Türkçesi 4. Türkmen Türkçesi

B. Kuzey-Doğu Türkçesi (Doğu Türkçesi)



1. Özbek Türkçesi 9. Nogay Türkçesi

2. Uygur Türkçesi 10. Karaçay Türkçesi

3. Kazak Türkçesi 11. Malkar (Balkar) Türkçesi

4. Karakalpak Türkçesi 12. Kumuk Türkçesi

5. Kazan Türkçesi 13. Altay Türkçesi

6. Başkurt Türkçesi 14. Hakas Türkçesi

7. Kırım Türkçesi 15. Tuva Türkçesi

8. Kırgız Türkçesi

BUGÜNKÜ TÜRK YAZI DİLİNİN KULLANILDIĞI BÖLGELER

Batı Türkçesi (Güney-Batı Türkçesi) kolundaki

Türkiye Türkçesi: Türkiye ve KKTC’de; Irak, Suriye, Yunanistan, Bulgaristan, Yugoslavya’daki Türkler arasında; Rusya’daki Ahıska (Meshet) Türkleri arasında ve Avrupa’daki, Amerika’daki, Avustralya’daki, Arap ülkelerindeki Türk vatandaşları arasında,

Gagavuz Türkçesi: Moldavya, Ukrayna, Bulgaristan ve Romanya’daki Türkler arasında,

Azerbaycan Türkçesi: Kuzey Azerbaycan’da (Azerbaycan ve Gürcistan’da), Güney Azerbaycan’da (İran’da),

Türkmen Türkçesi: Türkmenistan’da, İran’ın Horasan bölgesinde; Afganistan ve Pakistan’daki Türkmenler arasında konuşulmaktadır.

Kuzey-Doğu Türkçesi (Doğu Türkçesi) kolundaki

Özbek Türkçesi: Özbekistan’da, Afganistan ve Pakistan’daki Özbekler arasında,

Uygur Türkçesi: Doğu Türkistan’da (Çin) ve Kazakistan’daki Uygur Türkleri arasında,

Kazak Türkçesi: Kazakistan’da ve Doğu Türkistan’daki (Çin) Kazak Türkleri arasında,

Kırgız Türkçesi: Kırgızistan’da ve Doğu Türkistan’daki Kırgızlar arasında,

Kazan (Tatar) Türkçesi: Tatar Muhtar Cumhuriyeti’nde,

Başkurt Türkçesi: Başkurdistan’da,

Kırım Türkçesi: Kırım’da, Romanya’daki Kırım Türkleri arasında,

Karakalpak Türkçesi:Aral gölü çevresinde Karakalpaklar arasında,

Altay Türkçesi: Altay Muhtar Cumhuriyeti’nde,

Hakas (Abakan) Türkçesi: Dağılan Sovyetler’deki Hakas Türkleri ve Çin’in Kansu Eyaletindeki Hakaslar arasında,

Tuva Türkçesi: Tuva Muhtar Cumhuriyeti’nde ve Moğolistan’daki Tuvalar arasında konuşulmaktadır.

Kuzey Kafkasya’da ise, Nogay, Karaçay, Malkar (Balkar) ve Kumuk Türkçeleri konuşulmaktadır.

Sovyet politikasının bir sonucu olarak eski Sovyetlerdeki nüfus dağılımının çeşitlilik gösterdiğini hatırlatmakta yarar vardır. Günümüz için bile meselâ, Türkmenistan denilince nüfusunun çoğunluğunu Türkmen Türklerinin oluşturduğu ülke akla gelmektedir. Ancak sayıları az olmakla beraber milliyetleri farklı grupların yanında değişik Türk boylarından Türklerin de bu ülke sınırları içinde yaşadığını belirtelim. Bu durum, diğer Türk Cumhuriyetleri için de geçerlidir. Türkçenin konuşulduğu yerleri değerlendirirken bu özellik de göz önünde bulundurulmalıdır.

Günümüzde Türk dili, üç değişik alfabe ve yirmiden fazla yazı diliyle varlığını devam ettirmektedir: Türkiye, KKTC, Yunanistan, Bulgaristan ve Yugoslavya’daki Türkler Lâtin temeline dayalı Türk alfabesini; dağılan Sovyetlerdeki Türkler kiril harflerine dayalı alfabeleri; Çin, İran, Afganistan ve Irak’taki Türkler, Arap harflerine dayalı alfabeleri kullanmaktadırlar. Azerbaycan, Türkmen, Özbek, Kırım, Gagavuz ve Karakalpak Türkleri Lâtin temeline dayalı alfabelere geçiş yapmışlardır. Türk Cumhuriyetleri ve muhtar cumhuriyetlerden bazılarında ise Lâtin temeline dayanan alfabeye geçiş hazırlıkları devam etmektedir.

Burada saydığımız Türk yazı dillerinden Türkiye Türkçesine en uzak olanları Altay ve Tuva-Hakas Türkçeleridir. Bunun sebebi hem coğrafî uzaklık hem de kültür farklılığıdır. Esasen Altay ve Tuva-Hakas Türkçeleri, asırlarca sadece konuşma dili olarak kullanılmış, son yıllarda yazı dili haline getirilmiştir.

Türkçenin Kuzey- Doğu koluna giren yazı dilleri kendi aralarında; Batı koluna giren yazı dilleri de kendi aralarında birbirine çok yakındır. Meselâ bir Azerbaycan Türkü ile, Türkiye Türkü daha ilk karşılaşmalarında yüzde 80-90 oranında anlaşabilirler. Türkiye’ye gelen bir Azerbaycan Türkü veya Azerbaycan’a giden bir Türkiye Türkü en geç bir hafta içinde yüzde yüze yakın bir anlaşma seviyesine ulaşırlar.

Kuzey-Doğu koluna giren Özbek ile Uygur Türkçesi, yahut Kırgız Türkçesi ile Kazak Türkçesi arasındaki durum da aynıdır. Gerçekte Türkçenin Kuzey-Doğu ve Batı olmak üzere iki yazı dili vardır. Diğerleri aslında birer “ağız”, birer “konuşma dili” iken son asırlarda yapay olarak yaratılmış yazı dilleridir. Bunlar arasındaki temaslar kesilmekte, her birinin ağız malzemesi olan gramer şekilleri ve kelimeler yazılı eserlere geçirilmekte ve böylece farklılıklar artırılmaya çalışılmaktadır. Bunun yanında Türkiye Türkçesinde meydana getirilen yeni kelimeler de diğer Türk yazı dillerinde bulunmadığı için farklılığı artıran bir sebep olmaktadır. Meselâ hayat ve zevk gibi kelimeler hemen hemen bütün Türk yazı dillerinde vardır; fakat yaşam’ı ve beğeni’yi hiçbiri tanımaz.

1920’lerden itibaren ağızları ayrı yazı dilleri haline getirilen Rusya’daki Türk kavimlerinin birbirleriyle temasları da kesilerek anlaşma imkânları kaldırılmak istenmiştir. Bu durumu şöyle bir örnekle açıklayabiliriz: Söz gelişi Muğla ağzında bulunan “gelibatı, gidibatı, alıyomas” gibi şekiller ve yazı dilimizde bulunmayan Muğla ağzına mahsus yüzlerce kelime gazetelere, dergilere, kitaplara geçirilerek ayrı bir yazı dili oluşturulursa ve bu dili kullananlar bizlerle elli yıl temas ettirilmezse anlaşmayı az çok zorlaştıran bir durum ortaya çıkar. Aslında Azerbaycan Türkçesi ile Türkiye Türkçesi arasındaki fark, hemen hemen Muğla ağzı ile yazı dilimiz arasındaki fark kadardır. Hatta Doğu Karadeniz ağzı daha da farklıdır; Rizeli Türk celdum, Azerbaycan Türkü geldim der. Bugün, aradaki temas kopukluğu yavaş yavaş ortadan kalkmaktadır.

Daha 13. yüzyılda iki ayrı yazı dili haline gelmiş bulunan Batı Türkçesi ile Kuzey-doğu Türkçesi arasındaki fark bugün biraz daha fazladır. Ancak bu fark, anlaşmayı tamamen ortadan kaldıracak kadar değildir. Çeşitli sebeplerle Türkiye’ye gelmek zorunda kalan Kazak, Uygur, Özbek Türkleri; en geç bir ay içinde Türkiye Türkçesini anlar hale gelmekte; öğrenim için Türk cumhuriyetlerinden ve akraba topluluklarından Türkiye’ye gelen, bulundukları sınıflara intibak ettirilen öğrenciler, fazla güçlük çekmeden dersleri takip edebilmektedirler. Yabancı bir dili konuşanlar için bu intibak mümkün değildir.

Türk dilinin bugünkü durumu ve yayılma alanları genel çizgileriyle böyledir. Ancak birkaç noktayı daha belirtmek gerekir:

Rumeli Türklerinin büyük ekseriyeti Türkiye’ye göçmüş bulunmaktadır. 1912’den önce Bulgaristan ve Batı Trakya’daki Türklerin sayısı, şimdi oralarda bulunan milletlerin sayısından fazlaydı. Batı Trakya bölgesinde ve Ege adalarında kalan 190.000 kadar Türk ile Kıbrıs ve Yugoslavya’daki Türkler, Türkiye Cumhuriyetinin resmî alfabesini ve yazı dilini kullanmaktadır.

Irak Türkleri yazı dili olarak Türkiye Türkçesini kullanırken, Arap harfli Türk alfabesiyle yazmaktadırlar. Irak Türklerinden de Türkiye’ye göçenler bulunmaktadır.

Suriye’nin kuzeyinde ve Lâzkiye bölgesinde yaşayan Türklerin herhangi bir neşriyatı yoktur. Bunlar Türkiye Türkçesinin Güneydoğu ağızlarına yakın bir ağızla konuşurlar.

İran’daki Azerbaycan Türkleri, şahlık rejiminin sonuna kadar yayın faaliyetinde bulunamıyorlardı. 1978’den beri Azerbaycan Türkçesiyle gazete, dergi ve kitap çıkarmakta ve radyo yayını yapmaktadırlar. Kullandıkları alfabe, Arap harfli Türk alfabesidir.


Kırım Türkçesi aslında Kuzey-Doğu Türkçesinin bir kolu olmakla birlikte Kırım, 1475-1774 yılları arasında 300 yıl Osmanlı idaresinde kaldığından büyük ölçüde Batı Türkçesinden etkilenmiştir. 1783 yılında Rus hakimiyetine giren Kırım Türklerinin büyük çoğunluğu muhtelif tarihlerde Romanya ve Türkiye’ye göçmüşlerdir. Türkiye’dekiler konuşma dili olarak Kırım Türkçesini hâlâ kullanmakta, yazı dili olarak Türkiye Türkçesine bağlı bulunmaktadırlar. Kırımlılardan tahminen 40-50 bin kişilik bir grup da ABD ve Kanada’da yaşamaktadır.

Rus hakimiyetinden sonra, geçen asrın ikinci yarısında Kuzey Kafkasya’daki bazı Karaçay ve Kumuk Türkleri de Anadolu’ya göçmüşlerdir. Anadolu’nun çeşitli bölgelerine yerleştirilen Karaçaylarla, Kumuklar kendi ağızlarını konuşma dili olarak hâlâ kullanmaktadırlar. Türkiye’de, sayıları birkaç bin civarında Kazan ve Batı Sibirya Tatarı da bulunmaktadır. Birkaç bin Tatar da Finlandiya’da yaşamakta ve Latin harflerine dayalı bir alfabe kullanmaktadır.

Kafkasya’daki Karaçay ve Malkar (Balkar) Türkleri 1944 yılında Sibirya’ya sürülmüş, 1958’de tekrar yurtlarına dönmelerine izin verilmiştir. Bir kısmı hâlâ sürgünde bulunmaktadır.

1989 nüfus sayımında Sovyetler Birliği’nde 207.369 kişi Türk gösterilmiştir. Sovyetler Birliği’nin resmî politikasında oradaki Türk boylarının Türk olduğu kabul edilmemekte; her biri Özbek, Kazak, Azerî vb. adlarla ayrı millet sayılmakta; dilleri de ayrı dil kabul edilmektedir. Nüfus sayımında Türk olarak geçen 207.369 kişi ise Posof (Kars) sınırına yakın bölgelerde oturan Ahıska (Meshet) Türkleridir. Ahıska Türklerinin önemli bir kısmı hâlâ Taşkent civarında yaşamaktadır.

Uzun mücadeleler sonunda Doğu Türkistan’da 1944-1949 yılları arasında “Şarkî Türkistan Cumhuriyeti” kurulmuş, fakat Çinliler tarafından göçe zorlanmaları üzerine birkaç bin Kazak ve Uygur 1953-1954 yıllarında Pakistan ve Hindistan üzerinden Türkiye’ye iltica etmiştir. Bir kısmı ise Suûdî Arabistan’a göçmüştür.

Son olarak Afganistan’da meydana gelen olaylar, Güney Türkistan denilen Afgan Türkistanı’ndaki Özbek, Türkmen, Kazak ve Kırgızların önemli bir kısmının Pakistan’a sığınmasına yol açmıştır. Bunlardan 5.000 kadarı Türkiye’ye göçmen olarak kabul edilmiştir.

Türkiye Türklerinden sayıları milyonlarla ifade edilebilecek miktarda Türk’ün, başta Almanya olmak üzere Avrupa ve Arap ülkelerine hatta Amerika ve Avustralya’ya beyin ve iş gücü dolayısıyla gittiklerini, bir kısmının oralarda kaldıklarını kaydetmek lâzımdır. Kıbrıs Türklerinin önemli bir bölümü Türkiye’ye göçmüş, 80.000 kadarı İngiltere’ye yerleşmiş, 200.000 kadarı ise KKTC’de kalmıştır.

Bugün dünyada Türkçe konuşan kişiler için kesin bir sayı vermek, mevcut istatistiklerin ve rakamların çok eski ve sağlıksız olması yüzünden oldukça zor olmakla birlikte tahminler 200-250 milyon civarındadır. Pratik bir hesapla her 100 Türk’ten 40’ı Türkiye ve Kıbrıs’ta; 40’ı Orta Asya’daki Türk cumhuriyetlerinde ve muhtar cumhuriyetlerle Rusya’da; 10’u diğer ülkelerde yaşamaktadır. Kalan 10’u ise Çin Halk Cumhuriyeti’nin idaresinde (Doğu Türkistan’da) varlığını devam ettirmektedir. Dünya dilleri sıralamasında ise “başka dil ailelerinin üyeleri ile karşılaştırılırsa, bütün lehçe ve şiveleriyle Türk Dili Çin, Hind, Roman, Cermen, Slav, Arap ve İndonezya’dan sonra sekizinci sırada yer alır.”1[1]

Türk dilinin bugünkü durumu için tablonun çok iç açıcı olduğunu söylemek zordur. Osmanlı Türkçesinin çekildiği yerlerde Türkçe gittikçe zayıflamaktadır. Dağılan Sovyetlerdeki Türk yazı dillerine Rusça kelimeler sokulmuş, uygulanan alfabelerle bazılarının fonetik sistemi alt üst edilmiştir. Türkiye’de batı dillerine ait kelimelerin istilası yanında, sadeleşme adına kültürsüz ve medeniyetsiz bir kabile diline doğru hızla yol alınmaktadır. Türkçenin zenginliklerinden, anlatım kolaylıklarından, inceliklerinden yararlanılamamaktadır. Kaba sözlerin ve argonun kullanımındaki sıklık her geçen gün artmaktadır. Sezgiye dayalı bir anlaşma yolu tercih edilerek günlük kullanımdaki kelimelerin sayısında bir azalma görülmektedir. Basın yayın organlarında ana dilimize gereken önemin verilmemesi, saygının gösterilmemesi, bu alandaki kontrolsüzlük ve Türkçeyi Koruma Kanunu’nun çıkarılamaması sebebiyle olumsuz bir gelişme gözlenmektedir.

Bu olumsuzlukların yanında Türk dili ve Türklük âlemi açısından son yıllarda -aşağıda bazılarını sıraladığımız- sevindirici gelişmelerin olduğunu da belirtelim:

· Sürekli Türk dili kurultaylarında, Türk dünyasından bilim adamlarının da katılımlarıyla Türk dilinin bugünkü meseleleri, ortak yazı dili, ortak alfabe gibi konular tartışılarak bu yolda epeyce mesafe alınmıştır.

· Düzenli olarak, Türk devletleri ve topluluklarıyla dostluk, kardeşlik ve işbirliği kurultayları yapılmaktadır.

· Türkçe konuşan ülkelerin devlet başkanları her yıl bir araya gelerek Türk dünyasının sorunlarını tartışmaktadırlar.

· Fen-Edebiyat Fakültelerinin bazılarında, Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Bölümleri açılmıştır.

· Kazakistan’daki Ahmet Yesevî Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi’nde 1991’den beri Türkçe öğretim devam etmektedir. Yine Kırgızistan’daki Bişkek Manas Üniversitesinde de Türkçeyle eğitim yapılmaktadır. Ayrıca Türk Cumhuriyetlerinden bazılarındaki üniversitelerde Türk Dili ve Edebiyatı Bölümleri açılmıştır.

· Millî Eğitim Bakanlığınca, Türk Cumhuriyetlerinde açılan Türkiye Türkçesi Eğitim Öğretim Merkezleri, İlköğretim Okulları ve Anadolu Lisesi statüsündeki okullarda eğitim öğretim devam etmektedir.

· Orta dereceli okullarımızdaki Türk Dili ve Edebiyatı dersinin müfredat programına dış Türklerin edebiyatlarından örnekler de dahil edilmiştir.

· Türk Cumhuriyetlerinden ve akraba topluluklarından gelerek Türkiye’de yüksek öğrenim gören gençler, eski bağların yeniden canlanmasında köprü görevini üstleniyorlar. ÖSS’de Türk cumhuriyetlerindeki üniversiteleri tercih ederek aynı maksatla buralara giden gençler, soydaşlarıyla kaynaşma imkânını da buluyorlar.

· Çağdaş Türk lehçelerinin çoğunun grameri Türkiye Türkçesiyle de yazılmıştır. Yeni bir alan olarak lehçelerle ilgili çalışmalar ağırlık kazanmıştır.

· Ortak Türk edebiyatı ve ortak tarih projesi tamamlanmak üzeredir.

· Türk Cumhuriyetlerinin tarihi konusunda müstakil kitaplar, farklı alfabelerle basılmıştır.

· Sözlüklerle ilgili çalışmalar devam etmektedir. Türkmen Türkçesi Sözlüğü, Gagauz Türkçesinin Sözlüğü, Karaçay Lehçesi Sözlüğü,... gibi sözlüklerden bir kısmı Türkiye Türkçesiyle yayınlanmıştır.

· Karşılaştırmalı Türk Lehçeleri Sözlüğü, 1991 yılında tamamlanarak basılmıştır.

· Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, epeyce uzun bir zamandan beri yayınladığı Türk Kültürü adlı dergisinde Türk dünyasıyla ilgili gelişmelere, yeniliklere, kültür faaliyetlerine yer vermektedir.

· Türk Dil Kurumu, altı ayda bir yayınladığı Türk Dünyası Dil ve Edebiyat dergisinde Türk lehçeleriyle ilgili yazılara yer vermektedir.

· Yıllardan beri yayınlanan Kardaş Edebiyatlar dergisini de burada özellikle anmak gerekir.

· Ankara Üniversitesi TÖMER, 1995 yılından beri iki ayda bir Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Dergisi’ni çıkarmaktadır.

· Bir çoğu T.C. Kültür Bakanlığı tarafından yayınlanan, Türk lehçeleri ve edebiyatlarından seçmelerle oluşturulan antolojileri ve bu lehçelerin seçkin edebî eserlerini Türkiye Türkçesine aktarılmış şekliyle bulmak mümkündür.

· Ankara’da yıllardan beri yayınlanan Emel ve Emel’imiz KIRIM dergileri Kırım ve Kafkas Türklerinin dil ve edebiyatlarından örnekler vermektedir.

· Türkiyeli iş adamlarının Orta Asya’nın hemen her yerindeki ticarî faaliyetleri, buralarda Türkiye Türkçesini öğrenmeyi cazip hâle getirerek Türkçenin İngilizce’den daha muteber bir dil olmasını sağlamıştır.

· Türk boylarının yaşadıkları yerleri, 1990 yılı öncesinde haritada gösteremeyecek vatandaşlarımız bile ticarî faaliyetlere katılma veya inşaat sektöründe çalışma gibi sebeplerle bu yerleri artık çok iyi bilmektedirler.