Arjantin. IMF’nin –belki de tek- başarı öyküsüydü(?); sonrada başarısızlığı…
90’larda Arjantin, her talimata harfi harfine uydu: Devletin elindeki endüstriler özelleştirildi, ticari-finansal pazarlar serbestleşti, sermaye kontrolleri ortadan kaldırıldı, devlet harcamaları kısıldı, öyle ki para birimi bile dolara bağlandı.
Yabancı sermaye ülkeye hücum etti: Şirketler alındı, mağazalar-banka şubeleri açıldı, hastaneler özelleşti, öyle ki bazı sokaklara Abd bankalarının isimleri verildi.
Ancak 90’ların ortalarında oların yükselmeye başlaması, ihraç ürünlerinin rekabet şansını azalttı, endüstri gerilemeye başladı, işsizlik artış gösterdi.
Dünya Bankası, sosyal hizmetlerini de özelleştirmişti. Böylece devlet, emeklilik primi gelirlerini de kaybetmişti. Gelirler düşünce IMF’ye yönelindi. IMF, harcamaların daha da kısılmasını buyurdu (Kısır bir döngü gibi). Milyonlarca kişi sağlık sigortasını kaybetti. Yabancı bankalar (KOBİ dediğimiz), küçük-orta ölçekli işletmelere kredileri vermeyi durdurdu. Bu işletmelerde ayakta kalabilmek için gruplar halinde işçi çıkışlarına yöneldi.
Ancak kaymağı yiyen, istediğini alan yabancı yatırımcılar paralarını ülkeden çekip bir sonraki gelişmekte olan pazara yöneldiler (bir tahmininiz var mı?); enkaz tabi ki yoksul halkın kucağındaydı!
Aralık 2001’de hükümet son bir hamle olarak bankalarını kapatarak mevduatları dondurdu. Ama öncesinde gece vakti zırhlı para kamyonları yanaştırılıp para dolduruldu ve yabancı yatırımcılara ulaştırılmak için uzaklaştırıldı. Mevduat sahibi herkes bir gecede parasından mahrum kaldı. Bankalara koştular; camlar kırıldı, devlet antidemokratik önlemlere başladı. İnsanlar sokaklara döküldü; başkent Buenos Aires’te olaylar doğaçlama gelişti, kadınlar tencerelerin boş olduğunu göstermek için kaşıklarını tencere-tavalara vuruyorlardı,
90’larda Arjantin, her talimata harfi harfine uydu: Devletin elindeki endüstriler özelleştirildi, ticari-finansal pazarlar serbestleşti, sermaye kontrolleri ortadan kaldırıldı, devlet harcamaları kısıldı, öyle ki para birimi bile dolara bağlandı.
Yabancı sermaye ülkeye hücum etti: Şirketler alındı, mağazalar-banka şubeleri açıldı, hastaneler özelleşti, öyle ki bazı sokaklara Abd bankalarının isimleri verildi.
Ancak 90’ların ortalarında oların yükselmeye başlaması, ihraç ürünlerinin rekabet şansını azalttı, endüstri gerilemeye başladı, işsizlik artış gösterdi.
Dünya Bankası, sosyal hizmetlerini de özelleştirmişti. Böylece devlet, emeklilik primi gelirlerini de kaybetmişti. Gelirler düşünce IMF’ye yönelindi. IMF, harcamaların daha da kısılmasını buyurdu (Kısır bir döngü gibi). Milyonlarca kişi sağlık sigortasını kaybetti. Yabancı bankalar (KOBİ dediğimiz), küçük-orta ölçekli işletmelere kredileri vermeyi durdurdu. Bu işletmelerde ayakta kalabilmek için gruplar halinde işçi çıkışlarına yöneldi.
Ancak kaymağı yiyen, istediğini alan yabancı yatırımcılar paralarını ülkeden çekip bir sonraki gelişmekte olan pazara yöneldiler (bir tahmininiz var mı?); enkaz tabi ki yoksul halkın kucağındaydı!
Aralık 2001’de hükümet son bir hamle olarak bankalarını kapatarak mevduatları dondurdu. Ama öncesinde gece vakti zırhlı para kamyonları yanaştırılıp para dolduruldu ve yabancı yatırımcılara ulaştırılmak için uzaklaştırıldı. Mevduat sahibi herkes bir gecede parasından mahrum kaldı. Bankalara koştular; camlar kırıldı, devlet antidemokratik önlemlere başladı. İnsanlar sokaklara döküldü; başkent Buenos Aires’te olaylar doğaçlama gelişti, kadınlar tencerelerin boş olduğunu göstermek için kaşıklarını tencere-tavalara vuruyorlardı,
herkes aynı şeyi bağırıyordu:
- Que se vayan todos; hepsi gitmeli !
- Que se vayan todos; hepsi gitmeli !
Halkın canına tak etmişti. İstifa istiyorlardı: 21 Aralık’ta oldu. Gelen Başkan IMF’yi reddedene kadar bir hafta dayanabildi. Dört başkan geldi gitti. 3 Ocak 2002’de Alberto Duhalde, dış borcu reddedince büyük oy topladı. Devlet görevlerini yapmaya çalışırken, halk organize olmaya başlıyordu: Bu “yataylık” idi.
Mahalle meclisleri kuruldu. Buralar, çöp toplanması, asfalt tamirleri, okul kurulları, tabela yenilenmesi, vb. işlerin görüşüldüğü doğrudan demokratik yerlerdi. Yabancı şirketler Arjantin’i terk edince işçiler fabrikalara girerek kendileri işletmeye başladı. Yabancılar gittiğinde, ürünlerini satmayı-hizmet sunmayı reddettiklerinde, büyük şehirlerde “takas-trampa sistemi” başladı. Örneğin; yiyeceklere karşılık giysi, saç kesimine karşılık dişçilik hizmeti veriliyordu. Takasta birimler oluşturuldu; bankalar bu birimleri kredi olarak ücretsiz verdiler. Poliklinikler, okullar, belediyeler, vd. bir zamanlar hizmet karşılığı para alırken, artık gönüllü olarak ve takasla çalışan uzmanlarca çalıştırıldılar.
Mahalle meclisleri kuruldu. Buralar, çöp toplanması, asfalt tamirleri, okul kurulları, tabela yenilenmesi, vb. işlerin görüşüldüğü doğrudan demokratik yerlerdi. Yabancı şirketler Arjantin’i terk edince işçiler fabrikalara girerek kendileri işletmeye başladı. Yabancılar gittiğinde, ürünlerini satmayı-hizmet sunmayı reddettiklerinde, büyük şehirlerde “takas-trampa sistemi” başladı. Örneğin; yiyeceklere karşılık giysi, saç kesimine karşılık dişçilik hizmeti veriliyordu. Takasta birimler oluşturuldu; bankalar bu birimleri kredi olarak ücretsiz verdiler. Poliklinikler, okullar, belediyeler, vd. bir zamanlar hizmet karşılığı para alırken, artık gönüllü olarak ve takasla çalışan uzmanlarca çalıştırıldılar.
1993 yılında IMF, Güney Afrika’ya 850 milyon dolar verdi ve klasik yapısal şartlarını buyurdu: Vergi indirimi, devlet harcamalarında kısıntı, kamu maaşlarının indirilmesi. Dünya Bankası’da aynı şartları “Gelişim, İş ve Eşit Gelir Dağılımı (GEAR) ile üç yıl sonra dayadı.
Bu, tüm şirketlerin ve hizmetlerin ticarileştirilmesini ve özelleştirilmesini, şirket vergilerinde indirimleri, devlet harcamalarında kısıntıyı, sermaye kontrollerinin kaldırılmasını, döviz oranlarının serbest bırakılmasını ve daha fazla vergi indirimini öngörüyordu.
Güney Afrika’da ırk ayrımcılığı ortadan kalksa da (?) artık sınıf ayrımcılığı ön saflara çıkıyordu (Mesela Bkz. Saltuk ağabeyin ESKİ HESAPLAR başlıklı yazısı).
Bu, tüm şirketlerin ve hizmetlerin ticarileştirilmesini ve özelleştirilmesini, şirket vergilerinde indirimleri, devlet harcamalarında kısıntıyı, sermaye kontrollerinin kaldırılmasını, döviz oranlarının serbest bırakılmasını ve daha fazla vergi indirimini öngörüyordu.
Güney Afrika’da ırk ayrımcılığı ortadan kalksa da (?) artık sınıf ayrımcılığı ön saflara çıkıyordu (Mesela Bkz. Saltuk ağabeyin ESKİ HESAPLAR başlıklı yazısı).
Aynı Arjantin ve diğerleri gibi sermaye kontrollerinin kaldırılması G.Afrika ekonomisini harap etti. Bu sermayedarların –beyazlar- parasını istediği gibi ülkeden çıkarabilmesini sağlıyordu. Şirketlerde tesislerini ülke dışına taşıyabilirlerdi.
Bireysel ve kurumsal zenginlik artıyordu ancak Güney Afrika’nın değil, Londra ekonomisinin!... Sonuçta ülkeye yeni sermaye girmezken, ülkeden çıkışlar oldu. İş kayıpları oluştu, siyahilerin geliri 1995-2000 arasında %20’lere düştü. Nüfusun en zengin %20’lik kısmı tüm gelirin %65’ini kazanıyordu. Ülke, 2003’de gelirdeki uçurum açısından Guatemala’dan sonra ikinci hale geldi.
GEAR’ın ilk yılında G.Afrika 100000’den fazla iş kaybetti. İşsizlik, 1995’de %16 iken, 2002’de %30’lara, umutsuzlarla birlikte %43’lere ulaştı.
Dünya Bankası G.Afrika’ya 90’ların başında 130 milyon dolarlık yedi kredi vermişti. Hizmetler özelleşmeye, fiyatlar artmaya başlamıştı. Alınan kredilere karşılık %100’lük maliyet istenildi! Ayrıca “kullanıcı ücreti”. Özelleştirmeler su, kanalizasyon, elektrik ve sağlık hizmetlerinin aniden fiyatlandırıldı ve milyonlarca G.Afrikalı bu hizmetlerden mahrum bırakıldı.
1994-2002 arasında 10 milyon yoksul insan susuz, bir o kadarı da elektriksiz kaldı. 2 milyon insan kamu hizmetlerinin faturasını ödeyemediği için evlerinden çıkarıldı. Artık lağımlar, faturaları ödeyemeyenlerin içme sularına karışıyordu; çocuklar bu lağımların etrafında oynamak zorunda kalıyordu. 90’ların sonlarında temiz su bulamadığı için yılda 43000 çocuk ölüyordu. 2000-2002 arasında 140000 kişiyi etkileyen kolera salgını baş gösterdi.
Zambiya’da olduğu gibi milyonlarca kişi sağlık hizmetlerinden yararlanamıyordu.
Siyahilerin özgürlük için savaşmalarının nedeni, özgürlüklerini en çok fiyatı verene satmak olamazdı! Protesto yürüyüşleri düzenlediler. Önleri polislerce kesildi. Durum Güney Afrika’da pek değişmişe benzemiyor!... Aslında, Afrika kıtasında pek değişmiş değil!...
Venezuela’nın eski başkanı Carlos Andres Perez bir defasında “IMF mermilerle değil, kıtlıkla öldüren bir ekonomik totaliterlik” diyordu.
Lee Kyung Hae ve Diğer Çiftçiler
Güney Kore’deki küçük bir köy olan Taesong-Ri’de yaşayan Lee çiftçilik yapıyordu. Kazancı, devletin Dünya Ticaret Örgütü (WTO) Tarım Anlaşmasının gerisinde kalıyordu. 1999’da çiftliğine ipotek konuldu. Çiftçiler peş peşe topraklarından olurken, Lee’nin köyünün nüfusu 80’lerden 2003’e kadar 500’lerden 100’lere düştü.
Venezuela’nın eski başkanı Carlos Andres Perez bir defasında “IMF mermilerle değil, kıtlıkla öldüren bir ekonomik totaliterlik” diyordu.
Lee Kyung Hae ve Diğer Çiftçiler
Güney Kore’deki küçük bir köy olan Taesong-Ri’de yaşayan Lee çiftçilik yapıyordu. Kazancı, devletin Dünya Ticaret Örgütü (WTO) Tarım Anlaşmasının gerisinde kalıyordu. 1999’da çiftliğine ipotek konuldu. Çiftçiler peş peşe topraklarından olurken, Lee’nin köyünün nüfusu 80’lerden 2003’e kadar 500’lerden 100’lere düştü.
Lee, “… asla maliyetimizin üzerinde bir para alamadık (…) aniden, normal trendin dört kat altına düşen fiyatlarla karşılaşıyoruz. Siz nedenini bile bilmeden, maaşınız aniden yarıya düşse kendinizi nasıl hissedersiniz?” diyordu.
WTO’nun kuralları, yabancı tarım ürünlerini desteklerken, yerel çiftçiye fiyat desteği ve pazar korumasını engelliyordu. Kontrol, ürünlerini dünya pazarlarına gönderenlerin yani, çokuluslu devasa tarım şirketlerinin eline geçiyor (Cargill ?).
Tek etki işsizlik, az kazanç yada toprakların elinden alınması değildi: Dahası “Küçük çiftçiler arasındaki intihar salgını” vardı.
1997-2003 arasında benzer şartlar nedeniyle Hindistan’da 20000’den fazla çiftçi intihar etti. Andhra Prodesh Bölgesinden 1600 çiftçi, bir defada kendi böcek ilaçlarını içerek öldüler.
Ya Lee? 10 Eylül 2003’de WTO toplantısı Meksika Cancun’daydı. Dünyanın pek çok yerinden gelenler birleşerek “WTO’ya hayır!” sloganlarıyla toplantı yerine yürüdüler. Göğsünde WTO çiftçileri öldürüyor yazılı bir işaret olan Güney Koreli erkeklerden biri cebinden İsviçre çakısı çıkartıp açtı; o anda olduğu yere büküldü ve çitten yere yuvarlandı. Lee Kyung Hae, ciğerini ve kalbini parçalayan ölümcül bir yara açmıştı. Birkaç saat sonra yerel bir hastanede öldü. Korelilerin Ölüler Gününde ölen Lee arkasında “On kişi için bir kişinin canını vermesi, bir kişi için on kişinin canını vermesinden daha iyidir” notunu bırakmıştı.
WTO’nun kuralları, yabancı tarım ürünlerini desteklerken, yerel çiftçiye fiyat desteği ve pazar korumasını engelliyordu. Kontrol, ürünlerini dünya pazarlarına gönderenlerin yani, çokuluslu devasa tarım şirketlerinin eline geçiyor (Cargill ?).
Tek etki işsizlik, az kazanç yada toprakların elinden alınması değildi: Dahası “Küçük çiftçiler arasındaki intihar salgını” vardı.
1997-2003 arasında benzer şartlar nedeniyle Hindistan’da 20000’den fazla çiftçi intihar etti. Andhra Prodesh Bölgesinden 1600 çiftçi, bir defada kendi böcek ilaçlarını içerek öldüler.
Ya Lee? 10 Eylül 2003’de WTO toplantısı Meksika Cancun’daydı. Dünyanın pek çok yerinden gelenler birleşerek “WTO’ya hayır!” sloganlarıyla toplantı yerine yürüdüler. Göğsünde WTO çiftçileri öldürüyor yazılı bir işaret olan Güney Koreli erkeklerden biri cebinden İsviçre çakısı çıkartıp açtı; o anda olduğu yere büküldü ve çitten yere yuvarlandı. Lee Kyung Hae, ciğerini ve kalbini parçalayan ölümcül bir yara açmıştı. Birkaç saat sonra yerel bir hastanede öldü. Korelilerin Ölüler Gününde ölen Lee arkasında “On kişi için bir kişinin canını vermesi, bir kişi için on kişinin canını vermesinden daha iyidir” notunu bırakmıştı.
İntihar, sorunları gündeme getirse de WTO kapanışında anılmadı bile. Aslında devletlerde olup bitenin farkındaydı ki anlaşmaları imzalamayı reddettiler. Ancak WTO’nun Abd temsilcisi Robert Zoellick, daha da ötesinde Abd hükümeti vazgeçmeyecekti:
Irak Savaşı başlamıştı. Zaten 11 Eylül 2001’den günler sonra, Abd hükümeti şirket küreselleşmesi ajandasını terörle mücadele görüntüsünde devam ettireceğini ve serbest ticaretin bu savaşta bir silah olacağını açıkladı. “Başkalarının değer verdiği bir şeyi üretebiliyorsan, bunu onlara satman gerekir. Gerçek özgürlük budur.” Olay bu kadar basitti.
Kısacası, saf emperyalist hırsın sahiplerinin on yıllardır beklediği serbest ticaret, serbest pazarlar, özgürce ticaret yapmak, WTO gibi kurumların kurallarının sökmediği noktada, terörle mücadele naralarıyla Irak’ta olduğu gibi askeri güçle uygulamaya koyulacaktı! Ancak Irak bir sonuç değil, sadece bir başlangıçtı!...
Irak’tan Abd’ye kadar tüm ülkelerin yeniden biçimlendirilmesi hususuna bakan birisi için Dünya Bankası, IMF yada WTO vb. kurumların, anlaşmaların Zambiya, Rusya, Arjantin, G.Afrika, Çin yada Türkiye gibi ülkelerde uygulanan ekonomi politikaları yeterli örnek teşkil etmektedir (!)
Şirketler
Chevron, Exxonmobil’den sonra Abd’nin en büyük petrol şirketi, Abd’nin en büyük altıncı şirketi, dünyanın en büyük onbeşinci şirketi ve en büyük ellialtıncı ekonomidir. Uzun süreli
Chevron, Exxonmobil’den sonra Abd’nin en büyük petrol şirketi, Abd’nin en büyük altıncı şirketi, dünyanın en büyük onbeşinci şirketi ve en büyük ellialtıncı ekonomidir. Uzun süreli
ortağı Texaco ile 2001’de birleşerek Chevron-Texaco adını aldı, 2005’te tekrar Chevron oldu.
Şirketin yüzyıllık tarihindeki belkide en büyük gelişme John D. Rockefeller’ın “Standard Oil Trust”ünden 1910’larda ayrılmasıydı. Bundaki en önemli etken, Ida Tarbell adlı gazetecinin ondokuz bölümlük yazı dizisiydi: Bu çalışmada tröstün uyguladığı yıkıcı ve yasadışı yöntemler göz önüne seriliyordu. Tarbell’e inanan halk harekete geçti. Şirkete davalar açıldı. 1909’a gelindiğinde tröst hükümet kararıyla parçalandı, otuz beşe ayrılarak tekel önlenmek istendi, sonuçta dev tröst yıkıldı.
Bu kısa tarihi bilgiden sonra Chevron’a dönelim: Şirketin çalıştıkları arasında en zalim hükümetler veya diktatörlerde vardı. Bunlardan biride Saddam idi. Aslında Irak’ta en uzun süreli çalışan Abd şirketi de Chevron idi.
Bu kısa tarihi bilgiden sonra Chevron’a dönelim: Şirketin çalıştıkları arasında en zalim hükümetler veya diktatörlerde vardı. Bunlardan biride Saddam idi. Aslında Irak’ta en uzun süreli çalışan Abd şirketi de Chevron idi.
Hemen bir isim; Condoleeza Rice, Bayan Condi, yada soyadının Türkçe anlamıyla Bayan Pilav. Abd Dışişleri Bakanı Bayan Condi, 1991-2001 arasında şirketin yönetim kurulu üyesiydi. Şirket Bayan Condi’yi o kadar çok sevdi ki bir petrol tankerine adını verdi!
Afrika’nın en büyük, dünyanın altıncı büyük petrol ihracatçısı Nijerya’dır. Aynı Irak gibi devlet gelirinin %95’i de petroldendi. Bugünde olduğu gibi Chevron, 60’lardan beri Nijerya’da iş yapıyor. Çevreyi kirletmenin yanında Chevron, 1998 yılında protestocuların ölümü olaylarıyla davalara karıştı.
Irak işgalinden üç ay sonra Chevron, Irak petrolünü pazarlamak için ilk sözleşmelerini aldı!
dünyanın en büyük petrol-gaz şirketi Halliburton Corporation’dır ve 120’den fazla ülkede 100000’den fazla çalışanı olup, 2002’de mühendislik-inşaat kolu olan Kellogg Brown & Root (KBR) ve enerji bölümü olan Halliburton Enerji Hizmetleri Grubu olarak ikiye ayrılmıştır.
Şirketin kökeni Almond Perkins’in Perkins Petrol Kuyuları Çimentolama Şirketinde 1918’de kamyon şoförü olarak işe başlayan Earl Halliburton’a dayanıyor.
Perkins, çimentolamada yeni bir yöntem geliştirmişti. Earl, bunu o kadar çok sevdi ki hemen çalıp Texas’a gitti ve böylece Yeni Yöntem Petrol Kuyusu Çimentolama Şirketi doğdu. Perkins’in dava ettiği Earl tazminat ödedi ancak yöntemi koruyarak bir servet edindi. 1924’de Earl ve karısı Vida ile Oklahoma’ya giderek Halliburton Petrol Kuyusu Çimentolama Şirketi’ni kurdu.
Şirketin 1995-2000’de Yönetim Kurulu Başkanı Dick Cheney idi. Öyle ki, Halliburton’u sanal bir Pentagon’a dönüştürüyordu: Eski Pentagon yetkililerinden bazılarıyla Bush ailesinin dostlarını şirkete getirdi.
Cheney, şirketin Abd hükümet sözleşmelerini neredeyse ikiye katladı. 1995’de 1,2 milyar dolarlık ciro, 2000’de 2,3 milyar dolara ulaşıyordu.
Nijerya’nın tümünde etkin olan Halliburton, Chevron ile çalışmaktadır. Halliburton, Nijerya’da iki radyoaktif aleti kaybetmesinden dolayı tüm çalışmaları Eylül 2004’de yasaklanmıştı. Bunun yanında şirket yetkilileri 2003’de, 2001-2002’de Nijerya’lı devlet yetkililerine 2,4 milyon dolar rüşvet verdiklerini itiraf ediyordu. Yalnız bu meblağ 2,4 milyon dolar mıydı 180 milyon dolar mıydı? Şirket ikinci rakamı reddediyordu. Sözü edilen rüşvet 1995-2002’deki 8,1 milyar dolarlık sözleşmeler içindi!
Barışçıl protestoculara silahla ateş açılması gibi olaylara karıştı. Ancak bu olaylarında bir şekilde kapatıldığı görülüyordu!...
Bilindiği gibi İran, Abd’nin “Kötülük Ekseni-Şer Üçgeni”nin birisidir. Ancak New York’lu emeklilerin büyük bölümünün primlerini yatırdığı Halliburton, on yıldan beri İran’da çalışan ve olasılıkla Abd’nin kanunlarını doğrudan çiğneyen bir şirkettir!...
1996 İran-Libya Müeyyidelerine göre Abd şirketlerinin İran’da iş yapması yasaktır. Ancak hukuk boşluklarıyla beraber şirketler yabancı ortakları aracılığıyla İran’da çalışabilirler!...
2004’de, Halliburton’un ortakları –Avustralya Hayman Adalarındaki Halliburton Products and Services Ltd.- aracılığıyla İran hükümetine 40 milyon dolar petrol hizmeti sattığı tahmin edildi (CBS News). Hayman Adalarında ise sadece bir posta kutusu bulunurken, ne bir ofis ne de çalışan vardı. Ocak 2005’de şirket bir daha İran’da sözleşme almayacağını ilan etti. Ancak şirket çalışmalarını sona erdirmeye niyetli miydi?
2004’de, Halliburton’un ortakları –Avustralya Hayman Adalarındaki Halliburton Products and Services Ltd.- aracılığıyla İran hükümetine 40 milyon dolar petrol hizmeti sattığı tahmin edildi (CBS News). Hayman Adalarında ise sadece bir posta kutusu bulunurken, ne bir ofis ne de çalışan vardı. Ocak 2005’de şirket bir daha İran’da sözleşme almayacağını ilan etti. Ancak şirket çalışmalarını sona erdirmeye niyetli miydi?
Abd’nin en büyük mühendislik-inşaat şirketi Bechtel, dünyanın da en büyüklerindendir. 140’tan fazla ülkede iş yapıyor: Petrol-kimya tesisleri, silah fabrikaları, madencilik-metalürji tesisleri, nükleer tesisler, petrol boru hatları, su özelleştirmeleri gibi işlerle ilgileniyor.
Kurucu Warren Bechtel’dir. Karısı ve üç oğluyla 1906 San Fransisco depremini yaşadı. Deprem sonrası, Panama Kanalı’nın kazılması amacıyla üretilen buharlı kürek makinelerinden birini aldı ve üzerine W.A.Bechtel Co. Yazarak şirketi kurmuş oldu.
Bechtel aynı zamanda dünyanın en büyük nükleer satıcılarından da biridir. Yaklaşık ikiyüze yakın nükleer enerji tesisini inşa etmiştir. Abd’nin %40, gelişmekte olan ülkelerdeki tesislerin %50’sini kurmuştur. Kısacası bu, şirket için büyük, çok büyük bir servettir.
1999 sonlarında Dünya Bankası borçlarının ödeyebilmesi için Bolivya’dan Cochabamba’nın suyunu özelleştirmesini istemiştir. 850 bin civarındaki nüfusuyla Cochabamba, Bolivya’nın üçüncü büyük kentidir.
Açılan ihaleyi dünyanın on büyük su özelleştirme şirketinden biri olan Bechtel, yerel ortağı Aguas del Tunari ile kazandı!
Şirket, hiçbir yatırım sözünü yerine getirmeden fiyatları arttırdı. Ortalama %100! Öyle ki, bazı aileler %300 zamlı faturalarla karşılaştı. İnsanlar, aylık gelirin ortalama 60 dolar olduğu bir yerde yaklaşık 20 dolar fatura ödemek zorunda kaldılar. Sonuç olarak çoğu evin suyu kesiliyordu ki daha da önemlisi Bechtel, varillere toplanan yağmur sularını bile özelleştirmişti!
Ne Bechtel ne devlet ne de Dünya Bankası halkı görmedi. Sonuç olarak şehirde ayaklanmalar başladı ancak devlet Bechtel’in haklarını korumak için silahlı askerleriyle kalabalıkları dağıttı. Ancak 10 Nisan 2000’de Bechtel’in sözleşmesi fesh edilmek zorunda kalındı. Bu kez de şirket, kayıpları karşılığı devlete 25 milyon dolarlık tazminat davası açıyordu.
Açılan ihaleyi dünyanın on büyük su özelleştirme şirketinden biri olan Bechtel, yerel ortağı Aguas del Tunari ile kazandı!
Şirket, hiçbir yatırım sözünü yerine getirmeden fiyatları arttırdı. Ortalama %100! Öyle ki, bazı aileler %300 zamlı faturalarla karşılaştı. İnsanlar, aylık gelirin ortalama 60 dolar olduğu bir yerde yaklaşık 20 dolar fatura ödemek zorunda kaldılar. Sonuç olarak çoğu evin suyu kesiliyordu ki daha da önemlisi Bechtel, varillere toplanan yağmur sularını bile özelleştirmişti!
Ne Bechtel ne devlet ne de Dünya Bankası halkı görmedi. Sonuç olarak şehirde ayaklanmalar başladı ancak devlet Bechtel’in haklarını korumak için silahlı askerleriyle kalabalıkları dağıttı. Ancak 10 Nisan 2000’de Bechtel’in sözleşmesi fesh edilmek zorunda kalındı. Bu kez de şirket, kayıpları karşılığı devlete 25 milyon dolarlık tazminat davası açıyordu.
Halk, kendilerinin yönetiminde yeni bir su sistemi kurdular ki hem Bechtel hem de daha öncekilerden daha başarılı oldu.
Bechtel’in geliri, 2002’de 11.6 milyar, 2003’de 16,3 milyar, 2004’de 17,4 milyar dolara ulaşıyordu.
Kitabın yazarı Lockheed Martin Corporation için ise şöyle diyor: “Şirketin tarihini incelemek, insanoğlunun masumiyetten kendini yok etme eğilimine doğru evrim geçirişini incelemek gibi.”
Şirket, 1909’da Gleen Martin tarafından tasarlanan-uçurulan dünyanın ilk uçaklarından biriyle başlıyor.
Şirket, silah teknolojisindeki her önemli adımda var; ilk uçaklardan savaş jetlerine, gemilerden denizaltılara, balistik nükleer silahlara…
Lockheed ve Martin Marietta 1995’de birleşti ve Lockheed Martin Abd’deki en büyük askeri üretici oldu; dünyanın da en büyük silah ihracatçısı! Dünyada 135000’nden fazla çalışanıyla 2001’de Joint Strike Fighter (JSF yada F-35)’ı inşa etmek için 200 milyar dolarlık anlaşmayla o zamana kadar görülmüş en büyük silah ihalesini aldı.
Dick Cheney’in karısı Lynee Cheney 1994-2000 arasında şirketin yönetim kurulundaydı. Ayrıca şirketin eski başkanı Bruce Jackson’da daha önce bahsedilen Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi (PNAC) üyelerinden biriydi ve baba Bush içinde çalışmıştı ve diğer şirketlerde de olduğu gibi onlarca eski devlet yetkilisi şirketteydi.
1999’da Kentucky’deki bir evin arka bahçesinden çıkan radyasyonlu varillerde şirketin işlettiği Paducah Difüzyon Şirketiyle ilgiliydi. Şirkete, olaylarla ilgili pek çok dava açıldı. Ancak Bush hükümetinin bu davaları birkaç yıl boyunca görmezden geldiği görülüyor…
Lockheed Martin’in hisse senetleri 2001-2006’da üçe katladı. Satışları 13 milyar dolar arttı. 2004 kazancı 35,5 milyar, 2005 kazancı 37,7 milyar dolardan fazlaydı.
Lockheed Martin’in hisse senetleri 2001-2006’da üçe katladı. Satışları 13 milyar dolar arttı. 2004 kazancı 35,5 milyar, 2005 kazancı 37,7 milyar dolardan fazlaydı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder