29 Aralık 2008 Pazartesi

CESUR YÜREKLER

Evet, onlar cesur yürekler...

Cesur Yürek R.T.Erdoğan, Gazze'ye yapılan saldırı hakkında; "BU BİZE KARŞI DA YAPILMIŞ SAYGISIZLIKTIR" dedi.






2005 yılında, ADL 'den "League's Courage to Care Award" ı (Derneğin Yapılması Gerekende Cesaretlilik Ödülü) boşuna vermediler ya... Diyecek tabiki de...






Türkiye'yi geçtiğimiz Mayıs ayında ziyaret eden İngiltere Kraliçe II. Elizabeth, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'e İngiltere'nin en önemli nişanlarından biri olan "Knight Grand Cross of the Order of the Bath" (GCB) nişanını boşuna mı taktı? Diyecek tabiki de...


Evet; onlar "Cesur Yürek"... Tüm dünya duysun tüm dünya bilsin; hayırlı uğurlu olsun...

27 Aralık 2008 Cumartesi

TARİK






Rahman ve Rahîm Olan Allah'ın adıyla...



1. Yemin olsun göğe ve Târık'a; o, gece gelene/o, tokmak gibi vurana/o, çıkıverip de yürek hoplatana.
2. Nereden bileceksin sen nedir Târık?
3. Parlayan, ışığıyla karanlığı delen yıldızdır o.
4. Hiçbir benlik yoktur ki, üzerinde bir koruyucu/bir gözetleyici bulunmasın.
5. İnsan, neden yaratılmış olduğuna bir baksın!
6. Fırlayan bir suyun bir parçacağından yaratıldı o.
7. Bel ile kaburgalar arasından çıkar o su.
8. O Allah, o insanı tekrar hayata döndürmeye elbette kadirdir.
9. Sırların/gizlilerin yoklanıp ortaya çıkarılacağı gün,
10. Artık onun için ne bir kuvvet vardır ne de bir yardımcı.
11. Yemin olsun o, dönüşle/döndürümle dolu göğe,
12. Çatlayışlarla/yarılışlarla dolu yere de yemin olsun,
13. Ki o, tam bir biçimde ayırt eden bir sözdür;
14. Şaka değildir o.
15. Onlar ha bire tuzak kuruyorlar/oyun çeviriyorlar.
16. Ben de tuzak kuruyorum.
17. O halde, o küfre batmışlara mühlet ver, süre tanı onlara birazcık...


(Not: YERYÜZÜNDEKİ ŞEYTAN VE AVUKATLARI DA OKUSUN...)

26 Aralık 2008 Cuma

ŞÖYLE GELSENE YANIMA!...



Daha önce GÖRSEL YETİ / HEGELİSTİK YAKLAŞIM başlıklı -görselli- bir yazı yazmıştık...

Bir özür furyasıdır gidiyor. Barışa mı hizmet ediyor? Hayır... Daha önemlisi, imzacılar samimi mi? Hayır...

Aşağıdaki -belki de daha önce okuduğunuz- yazıyı, yukarıda kısayolunu verdiğimiz yaklaşımın "antitezi" olmak adina değil, samimiyetsizliği vurgulamak için bloğa ekliyoruz:



ERMENİ-KÜRT DOSTLUĞU BİR YERE KADAR

Bugün dünya coğrafyasında, başta Irak’ın kuzey bölgesi olmak üzere, Türkiye, Suriye, İran, Ermenistan ve Gürcistan’da yaklaşık 500 bin Yezidi yaşıyor.


Irak’ın Musul, Zaho, Dohuk, Türkiye’nin Batman, Urfa, Diyarbakır, Siirt, Mardin, Bitlis, Ağrı, Van, Kars, Suriye’nin Halep, Afrin, İran’ın Urmiye, Gürcistan’ın Tiflis, Ermenistan’ın Erivan ve Gümri illeri ile köylerinde yaşayan Yezidilerin tamamı Kürt kökenli olup, Kürtçenin Kurmançi diyalektiğini konuşurlar.


Ortadoğu kökenli olan ve çıkış noktası İslamiyet olmasına rağmen, Kürtlerin eski dini Zerdüştlükten beslenerek zamanla İslamiyet’ten kopmuş bir din haline gelen Yezidilik, Musevilik gibi tek ulus dini olup, mensuplarının tamamı Kürttür ve diğer tüm Müslüman Kürtler tarafından da kabul görmüştür. Yezidilik inancına göre Tanrı, dünyanın sadece yaratıcısıdır, ancak koruyucusu ve sürdürücüsü değildir. Bu nedenle ibadet Tanrıya yapılmaz. İbadet, Tanrının elçisi ve onun en değerli meleği olan “Melek Tavus”a yapılmalıdır. Bu sayede tüm kötülüklerden korunulacaktır. Anti parantez, İslamiyet’e göre Melek Tavus, Tanrı tarafından “Şeytan”a çevrilmiş kötü bir melektir. Yezidilikte ahirete inanılmaz, onlara göre dünya sonsuzdur. Kutsal kitapları, “Meshaf Reş” ve “Kitab el Celve”dir. Dini vecibeleri ise, şahadet, namaz, oruç, zekât ve hacdır. Hac, Irak’ın Dohuk ile Musul kentleri arasında bulunan Laleş Vadisi’ndeki “Şeyh Adiy”in mabedine yapılmaktadır.


Türkiye’de yaşayan Yezidi inancına sahip birçok Kürt vatandaş, özellikle 1984-1994 yılları arasında yoğun yaşanan PKK terörü nedeniyle, bölgeden göç ederek, Ermenistan ve Gürcistan’a yerleştiler. Günümüzde Türkiye’de 2-3 bin civarında Yezidi inancına sahip Kürt yaşarken, komşu Ermenistan’da ise halihazırda 45-50 bin civarında Yezidi Kürdü yaşamaktadır. Oysa SSCB döneminde, bugünkü Ermenistan sınırları içerisinde kalan bölgede önemli sayıda Yezidi ve Müslüman Kürt yaşamıştır. Ermenistan’ın, 1991 yılında bağımsızlığını ilan etmesiyle birlikte başlayan göç ettirme, asimilasyon ve soykırım politikaları nedeniyle Kürt nüfus giderek azalmış ve bugünkü sayılara kadar düşmüştür. Özellikle Dağlık Karabağ nedeniyle Azerbaycan ve Ermenistan arasında gelişen çatışma sonucunda Kürtlerin, ya Azerilerle birlikte Azerbaycan’a gitmeleri istenmiş, ya da etnik kimliklerinden vazgeçmeleri şartıyla Ermenistan’da kalmalarına müsaade edilmiştir. Halihazırda Ermenistan’da yaşayan Kürtlerin tamamı, Ermeni yönetimi tarafından Yezidi olarak tanımlanmakta, dilleri de Yezidice olarak kabul edilmektedir. Yezidi inancına sahip Kürtler, Ermenistan’ın bu iddialarına, Ermenistan’dan göçe zorlanmamak uğruna, Kürt etnik kimliklerinden vazgeçmiş gibi görünerek, hiçbir itirazda bulunmazlarken, bazı Müslüman Kürtler ise, kendilerinin Kürt olduklarını ve bundan vazgeçmeyeceklerini zaman zaman ifade etmektedirler.


Ermenistan’da bulunan ve Yezidi olarak adlandırılan azınlık statüsüne sahip Kürtler, genellikle dağlık alanlarda ve köylerde yaşarlarken, çiftçilik ve hayvancılıkla geçimlerini sağlamakta, şehirlerde yaşayanlar ise genellikle çöp toplama ve temizlik gibi işlerde çalıştırılmaktadır.


Özellikle 1991’de bağımsızlığın ilan edilmesi ile birlikte Ermenistan yönetimi, Kürtler üzerinde baskılarını artırarak onları horlamaya, ezerek ve hatta katlederek yaşam koşullarını her geçen gün giderek zorlaştırmaya başladı. Bu konudaki son olay, geçtiğimiz Kasım ayı içerisinde cereyan etti. Bir Yezidi Kürdü, suçsuz yere güvenlik güçlerince bilerek ve isteyerek öldürüldü ve mahkeme sonucunda da olaya karışan güvenlik güçleri serbest bırakıldı. Olayı, mahkeme kararını ve baskıları protesto etmek isteyen üç Yezidi Kürdü genç -ki bunlar öldürülen babanın çocukları- ve Yezidi yaşlı bir kadın, kendilerini, üzerlerine gaz dökmek suretiyle yaktı.


Yezidi Kürtlerinin Ermenistan’da horlandıklarına dair çok çarpıcı bir örneği de belirtmek gerekirse; Ermenistan’daki “Kürdistan Komitesi” olarak adlandırılan oluşumun başkanı Çerkez Maroyan, bir açıklama yapıyor ve “Ermenistan 4 ncü Kolordu’da askerlik yapan Yezidi Kürtlerine Ermeni subayları tarafından kötü muamele yapıldığını, pis işlerde çalıştırıldıklarını, itilip kakıldıklarını, ayrıca 2006 yılında bu birlikteki bir Yezidi Kürdü askerin de öldürüldüğünü” ifade ederek, özellikle 4 ncü Kolordu’daki keyfi uygulamalara dikkat çekerek şikayet ediyor. Çarpıcı ve belirleyici açıklama ise Ermenistan Savunma Bakanı Serj Sarkisyan tarafından, geçtiğimiz Ocak ayındaki Silahlı Kuvvetler Günü’nde, gazetecilere verilen röportajda yapılıyor. Savunma Bakanı S.Sarkisyan, son derece sert bir dille yaptığı açıklamasında; “Erivan'ın çöp toplama hizmetlerinde çoğunlukla Yezidi Kürtleri çalıştırılıyor. Bu nedenle Ordu'da da Kürtlere benzeri görevlerin verilmesi son derece doğal” şeklinde beyanatta bulunarak, Kürdistan Komitesi Başkanı Ç.Maroyan’a cevabını veriyor.


Oysa, yıllardır bilinen bir gerçek var ki, Ermeniler, Türkiye’ye besledikleri düşmanlık nedeniyle bölücü Kürtlerin oluşturduğu terör örgütü PKK’ya her konuda destek verdiler, beslediler, eğittiler ve birlikte hareket ettiler. Son derece açıktır ki, buradaki işbirliği “Düşmanımın düşmanı, dostumdur” anlayışından kaynaklanıyordu.


Hatırlatmak gerekirse; D.Karabağ'ın Ermenistan tarafından işgalinin 14. yıldönümü çerçevesinde, D.Karabağ’ın Hankendi, Şuşa, Agdere, Hadrut ve Askeran illerinde, Ermenistan ve Rusya'dan gelen sanatçıların da katılımıyla gerçekleştirilen çeşitli kutlamalarda, Azerbaycan'dan Bakü Ronahi Kürt Kültür Merkezi üyeleri, Ermenistan'dan Ermenistan Kürtleri Medeniyet Merkezi ile Kurde Welat ve Kürde Yezidi Dernekleri’nin temsilcileri, Gürcistan'dan da Tiflis Uluslararası Kürt Kültür ve Enformasyon Merkezi Başkanı Vladimir Kaloyev'in liderliğindeki Kürt asıllı şahıslar iştirak etmişlerdi. Bakü Ronahi Kürt Kültür Merkezi üyesi Alihan Tamoyev, yaptığı konuşmasında; “Ermenilerle kardeş, dost ve müttefikiz. Osmanlı Türkiye'si, bugüne kadar Ermeni ve Kürt halkına zulmederek, ya vatanlarından kaçmaya mecbur bıraktı, ya da ölüm tehdidi altında yaşamaya mahkûm etti. Bu nedenle Kürtler ve Ermeniler, haklarını yeniden elde etmek amacıyla, mücadelelerini birlikte sürdürmek zorundalar” demişti. Yani kısaca yine, “Düşmanımın düşmanı, dostumdur” anlayışı bir kez daha karşımıza çıkıyordu.


Evet, gerçekten de Ermeniler ile Kürtler, tarih boyunca dost, kardeş ve müttefik olarak çoğu zaman birlikte hareket etmişlerdi. Peki, Ermenistan’da yaşayan Yezidi Kürtleri, Ermeniler tarafından, neden eziliyor, itilip kakılıyor, horlanıyor, aşağılanıyor ve hatta katlediliyordu ? Öyle ya, burada durum bu kez biraz farklıydı. Her iki taraf için de, Ermenistan’da yaşayan Türk gibi, Azeri gibi ortak bir düşman yoktu ve baş başaydılar. Baş başa kalındığında durum büyük farklılık gösteriyor, tersine işliyordu. Özetle Ermeni için Kürt, “Ortak düşmana karşı dost, kendi başımıza kaldığımızda ise, benim için sen, ikinci sınıfsın” durumu, sonucu ve gerçeği net olarak ortaya konuyordu.

Sabahattin Talu
stalu@globalyorum.com

06.03.2007

AzSAM.org

-------------------------------------------------------



Ya Suriye? Bakın bir çalışmada ne diyor:

" Suriye Kürtlerinin sorunlarına bakıldığında nüfus sayımının etkilerinin sürdüğü görülmektedir. Günümüzde 150.000 – 200.000 arası Kürt, “yabancı” (Suriye’deki kullanımıyla ajanib) statüsündedir. Buna ek olarak, sayıma katılmayan ya da Suriyelilerin yabancı statüsündekilerle yaptığı evliliklerden doğan çocuklar, “kayıtsız” (maktumen) olarak adlandırılmaktadır. 80.000 – 100.000 civarındakinin kayıtsız statüsünde olduğu tahmin edilmektedir. Yabancıların toprak ya da ev sahibi olma imkânları bulunmamaktadır. Doktor ya da mühendis olarak görev yapmaları mümkün değildir. Kamu kuruluşlarında çalışamazlar. Yaptıkları evlilikler resmî olarak tanınmamaktadır. Oy verme gibi siyasal hakları yoktur ve pasaport da verilmediği için yasal olarak Suriye’den ayrılma ya da geri dönme imkânları bulunmamaktadır. Kayıtsız konumunda olanların durumu ise daha kötüdür. Bu kişilerin kimlik kartları bulunmamakta ve resmî nüfus kayıtlarında bile yer almamaktadırlar. "

-------------------------------------------------------

Sonuç olarak; hiç bir ülke yada dış kurum, hiç bir ülkenin iç işlerine karışamaz, sadece o ülke hakkındaki dileklerini dile getirebilir (Standardı bu ancak yerseniz).

O halde Küreselcilik, Sorosculuk, Kürtçülük, oculuk, buculuk yapan, Bramer'in Anayasasını Irak'ın milli anayasası diye yutturmaya çalışan arkadaşlar; samimi iseniz bir zahmet Ermenistan ve Suriye'deki soydaşlarınıza da bir el atıverin...

24 Aralık 2008 Çarşamba

“OLMAYAN ŞEYE ÖZÜR DİLEYEN” ÖZÜRLÜLER…




24 Aralık 2008

“OLMAYAN ŞEYE ÖZÜR DİLEYEN” ÖZÜRLÜLER…

1877–1878 (93 Harbi) Türk Rus Savaşı’ndan itibaren Doğu Anadolu’da dış destekli ve örgütlü, devlete karşı silahlı Ermeni isyanlarının ardı arkası kesilmedi.

Biz, Birinci Dünya Savaşında (1914–1918) yedi ayrı cephede harbe girdik. Bu cephelerden biri de Doğu Anadolu’ydu. Ermenilerin Taşnak ve Hınçak siyasi örgütleri de askeri tertiplerle Rus Orduları ile birlikte bölgeye girdiler. İşgal ettikleri yerlerde bulunan diğer Ermenilerle birlikte Türklere yaptıklarını, Rus subayları: “Yüzümüz kızardı, anlatılamaz şeyler oldu” diye anılarında yazmışlardır.

Savaşın koşulları, coğrafyanın sertliği, dönemin tıbbi yetersizlikleri, önü alınamayan salgın hastalıkları, zamanın hükümetini hem Müslüman Türklerin hem de Osmanlı tebaası Ermenilerin yine Osmanlı toprakları içerisinde yer değiştirme mecburiyetinde bırakan karara götürmüştür.

Bir tarih araştırmacısına ilk öğretilen ilke: “Tarihi olayları yaşanılan dönemin siyasi, kültürel, sosyal ve askeri koşulları çerçevesinde ele alıp inceleyeceksiniz. Yaşadığınız zamanı dikkate alarak sakın geçmiş devirleri yorumlamaya kalkmayınızdır.”

Gelelim “Ermenilerden özür dileyicilere”, siz Osmanlı Hükümetinin temsilcileri misiniz? O dönemi yaşayan halk mısınız? Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan halkın savaş döneminde alınan kararlarda ne derece sorumluluğu var? Neyi? Kime kabul ettirmeye çalışıyorsunuz? Bu tezgâh kimin? Ermeni Diyasporası’nın dünyada neler çevirdiğini ve sonunda oyunun Türkiye’den toprak talebine dayanacağını niçin kafanız almıyor? Siz kimsiniz? Aydınlarmış! Neyin aydını? Kim verdi size bu unvanı? Halk size böyle bir sıfat takmadan bu hakkı nereden alıyor ve kullanmaya kalkıyorsunuz? Siz sadece kendinizsiniz ve o kadarsınız…

Türk tarihini yargılamak ve hüküm vermek sizin gibi haddini bilmezlere düşmez bu uysal milletin sabrını zorlamayın.

Osman PAMUKOĞLU
Hak ve Eşitlik Partisi
Genel Başkanı

23 Aralık 2008 Salı

KRİZ VE TÜRKİYE ' YE ETKİSİ




Bildiğiniz gibi küresel kriz ilk ABD’ de Mortgage ile başladı, devamında bankalara ve sonunda reel sektöre sıçradı. Arkasından da tüm dünyayı sarmalayan devasa bir boyuta ulaştı.

Burada bizi en çok ilgilendiren boyutu Türkiye bunu anlayabildi mi ve hükümet önlem alabildi mi? Gördüğümüz kadarıyla hayır. Anlamış olmadığı bir tarafa, gene küreselcilerin dayatmaları sonucu Imf ile anlaşma ve krizden en çok etkilenecek olan yoksul kesim yerine küreselcilerin Türkiye’de işbirlikçiliğini yapan ve kendilerini de küreselci sanan Tüsiad başta olmak üzere, yabancı sıcak para babaları gibi devletimizi soyan kesimleri rahatlatmaya yönelik önlemler almak üzere olduklarını görüyoruz.

Şu an ülkemizde ki sıcak para miktarı 80 milyar dolar civarında kalmıştır. Bunun kabaca yarısı artık bize ait olmayan borsada, diğer yarısı da “hedge fon” denilen ve hazine bonosu, devlet tahvili gibi kâğıtlarda bulunan paradır. Hükümetin Imf ile anlaşarak piyasaya bol döviz pompalanması sadece bu sıcak paranın yani, hedge fonların zararının azaltılması ve ülkeden daha rahat kaçmasına yarayacaktır.

Türklükle alakaları pek kalmayan, çıkarılan özel yasalarla bedava arsa alarak, üretimden de yavaş yavaş uzaklaşarak, garibanın yaptığı küçük işleri devasa boyutlarda yaparak, yoksul kesimin daha da yoksullaşmasına sebep olan kesimin işine yarayacaktır. Bunlar yıllardan beri dışardan daha düşük faizle aldıkları dövizi yüksek faizle devlete satarak, döviz fiyatlarının düşmesini ve karlarının katlanmasını arzulamaktadırlar. Son krizle dövizin yükselmesi karlarının azalmasına, hatta yok olmasına sebep olduğu için “devleti nasıl söğüşlerim” planlarını hükümete kabul ettirmeye çalışmaktadırlar.

Sayın başbakana bu işlerden çok fazla anlamasak da nacizane tavsiyemiz, ettiği yemine sadık kalmasıdır. Yani 3-5 kişinin değil, Türk Milletinin Başbakanı olduğunu hatırlamasıdır.

Alınması gereken çok basit önlem ise hemen işçi, memur, emekli kesim gibi direk aldığı parayı iç piyasada harcayacak ve resesyonun önüne geçerek piyasaların canlanmasını sağlayacak olan gariban yoksul kesimin maaşlarına (mesela 400–500 YTL. gibi) zam yapılmasıdır. Bu kaynak nereden mi bulunur? Hiçbir şey bilmiyorsanız karşılıksız basın. Enflasyonu mu azdırır diyorsunuz? Onun için de bu yaptığınız zam miktarı kadar yatırım yaparak parayı geri çekin.

Eğer bunu değil de küreselcilerin dayatmalarını yapacak olursanız belki seçimlere kadar idare edersiniz, ama ondan sonra doların 3 liralara kadar çıkmasına engel olamazsınız. Ülkeyi batağa doğru götürmüş olursunuz.

Bilginize.





ztc'ye teşekkürler.

22 Aralık 2008 Pazartesi

DİASPORA ve KATİLİN (SUÇLUNUN ) PSİKOLOJİSİ

Diaspora dedikleri nedir ? Ekonomik kaynaklarını nerden bulur Diaspora, yürüttüğü kapsamlı projelei için ?

Ermeniler zengin batılı ülkelerde 19.yy dan beri kuvvetli azınlıklar oluşturmuştur. Kapütilasyonların yürütücüsü batılı ekonomilerin aktörleri işbirlik ve ticari ortaklık için dindaşlarını seçmişlerdir.Bu ise o tarihlerden beri bu emperyalistve zengin batılı ülkelerde ticaret geçmişi olan ciddi bir nufusun oralara yerleşmesine neden olmuştur.Bu zengin sermayeyi yüz yıldan fazladır bu ülkelerde çalıştırmış bir nufustan bahsediyoruz.Bu nufusun içinden mutlaka pek çok zengin çıkmıştır.

Bu zengin insanların içinde ise birisi çok daha zengindir.

Kirk Kerkoryan...




http://en.wikipedia.org/wiki/Kirk_Kerkorian


Onun bu özel durumuna tek dikkat çeken Alev Alatlı nın olduğunu tespit edebildim..
Alev Alat lı "ABD'de halen bir milyon civarında Ermeni yaşıyor; bunların yarısı California'da, Glendale, Fresno, Los Angeles ve San Francisco şehirlerinde. İlk ailelerin (1874) yerleşim yerleri, Fresno. "Yeltem" ya da "Cennet Bahçesi" dedikleri California'nın incir, üzüm yetiştirmeye elverişli zengin topraklarına akın 1920'lere kadar devam etmiş.

Bu tarihten sonra, şehirlere taşınmaya başlamışlar, 1930'da Los Angeles Ermenilerin en yoğun yaşadıkları şehir olmuş. William Saroyan buralı, Karabağ'ı işgal eden kuvvetleri yöneten Monte Melkonyan buralı, MGM film şirketinin yerini alan ve televizyonlarımızda üçgene benzer simgesini gördüğümüz "Tricinda Corporation"ın tek sahibi, kumarhaneler şehri Las Vegas'ın kurucularından, 1917 doğumlu milyarder (2007 serveti Forbes dergisine göre 18 milyar dolar) Kirk Kerkoryan, buralı." diyor..

http://www.eraren.org/index.php?Lisan=tr&Page=Makaleler&MakaleNo=2723



Şimdi gelelim bu para babalarının psikolojisine.

Kandırılmış , grup psikolojisi ve aidiyet zorlamaları ile İnsanları Camilere doldurup yakan , insanları balta bıçak kılıçla parcalayan ve en önemlisi bu toprakların düşünme şeklini ve değer yargılarnı bin yıldır yaşayan ve içselleştiren sıradan Anadolulu olan bu insanlar ne kadar ruh sağlıklarını koruyabilirler ...


Kendi iç dünyalarında bir SUÇLULUK PSİKOLOJİSİ yaşamayacaklarmıdır...


Peki bu psikolojiden nasıl kurtulacaklardır..


Yanıt çok basit bir psokolojik kavramdır. YANSITMA.


"Yansıtma (Projection)

Bir bireyin istenmeyen herhangi bir düşünce ya da eylemi, saldırgan arzu, nefret veya suçluluk gibi bilinçaltı duygularını, bir başkasına yansıtması durumudur.

Hırsızlık yapan bir çocuk, diğer bir çocuğu suçlarken, sadece eleştiriden kurtulmakla kalmaz, böylelikle suçunu da inkar etmiş olur.

Yansıtma (Projection) mekanizması kişiyi anksiyeteden iki biçimde koruyabilir.

1) Kişi, kendi eksikliklerini, yanlışlıklarının sorumluluğunu ya da suçunu başkalarına yükler;
2) Suçluluk duygularını uyandıracak nitelikte içsel tepkilerini, düşüncelerini ve isteklerini diğer insanlara mal eder"

ve bunu en yakınlarıalile biraylerine en şiddetli olarak göstermiyeceklermidir yani çocuklarınında içinde bulunduğu aile bireylerine..

Bir 50 yıllık geçikme ile bu soykırımın meselesinin gündeme gelmesinin , tabii Türkiyenin içine düşürüldüğü zaafiyetin yanında bir etkisininde bu durum olabileceğini düşünmekteyim.


Soykırım ve Türk düşmanlığının Ermeni kimliğinin ayrılmaz bir parcası olmasının altında ki sebebler aranırken diğer emperyalist etkilerin yannda bu hususunda dikkate alınması gerektiği kanaatindeyim.

14 Aralık 2008 Pazar

Sukuk-i İcara...(*)

Yollar, köprüler, barajlar, kamu binalari vs. vs. Araplara satilacamiş...

Bu iş , faizsiz bonolarla hallolunacamış...

Devlet, binalarına kira ödeyecemiş...

İlk etapta 1 milyar dolar gelecemiş...

Krizi boyle atlatacamışız...

Herşey iyi güzel de merak ettik...




Köprülerden, barajlardan, yollardan da geçtik de; bu satilacak binalar arasinda Türkiye Büyük Millet Meclisi 'de var mıdır?



Tasariyi hazirlayan "Sir" Mehmet Şimşek biliyor mu acaba, bir açıklasalar?...




Kırım Savaşı sonrasında Çerkez Şefi, Rus General'e şunları dedi:



" SULTAN, HİÇBİR YENİLGİYİ KABUL ETMEYEN BİZLERİ, HANGİ HAKLA RUSYA'YA VERİYOR? " (**)





(*) Kira Senedi, bono. OSMANLICA-TÜRKÇE ANSİKLOPEDİK LÛGAT. Haz.: Ferit Devellioğlu,Doğuş Ltd. Şti. Matbaası, Ankara, 1962, ilgili kelimeler.

(**) PAMUKOĞLU, Osman. Kara Tohum Barış Sonsuz Bir Rüyadır, İnkılapKitabevi, İstanbul, 2005, s. 173.

KADERİMİZİN DÖNÜM NOKTALARI

http://www.turkkorsanlari.com/




Akıncıların karada yaptığının benzerini açık denizde yapan bu korsanlar aslında Osmanlı Devleti'ne bağlı olarak faaliyet göstermektedirler. Yani devletin kadrolu korsanları idiler:

Murat Reis:
1585'te İspanya'ya ait, Afrika açıklarındaki Kanarya Adaları'nın en kuzeydoğuda olanını, Lanzaarote Adası'nı zaptetmiş, 300 esirle Cezayir'e dönmüştür.

1617'de Portekiz'in Afrika açıklarında bulunan nefis şaraplarıyla ünlü Madeira Adası'nı zaptetmiş, 1.200 esir alarak, üssü olan Cezayir'e dönmüştür.

Daha sonra Murat Reis faaliyet ve teşebbüs alanını genişletmiş, Kuzey Atlantik'e seferler düzenlemiştir.

Murat Reis'in en ünlü seferi 12 kadırgadan oluşan filosu ile yaptığı 1627 İzlanda seferidir;

Manş Denizi'nden Kuzey Denizi'ne geçerek Danimarka ve Norveç kıyılarını bombardıman eden Türk amirali 1627 yılının 20 haziran günü Kuzey Kutup Dairesi'ne erişerek İzlanda kıyılarına demir atmıştır. Türkler 16 temmuza kadar tam 26 gün İzlanda'ya hakim olmuş 400 esir ve büyük ganimetle 12 ağustos'te Cezayir'e dönmüştür. 5.000 kilometreden uzun olan İzlanda-Cezayir dönüş yolu 27 günde alınmıştır.

Bu seferde Türklere esir düşüp Cezayir'e getirilen Olaf Egilson adındaki bir rahip sonradan kurtularak İzlanda'ya dönmüş ve Murat Reis'in seferini İzlanda dilinde bir kitap olarak kaleme almıştır.

Ali Biçin Reis:
Daha sonra İzlanda'ya bir sefer de Ali Biçin Reis düzenlemiştir. Bu seferden 800 esirle Cezayir'e dönmüştür.

Daha sonra Türk denizcileri Newfoundland Adası'na ve Kanada'nın Labrador ve St. lawrence kıyılarına sefer yaparak Amerika'ya erişmişlerdir. Daha güneye, Virginia kıyılarına da inmişler hatta Virginialı çok güzel bir ingiliz kızını ele geçirerek İstanbul'a padişahın haremine yollamışlardır.

Türklerin Karayip Denizi'ne yaklaştığını gören bu denizdeki İspanyol korsanları çok telaşlanmışlar ve her yıl elde ettikleri ganimetten Cezayir'e belirli bir pay göndermek suretiyle Türk denizcilerinin Antiller'e girmesini önlemişlerdir.

1674'te Türk filosu Lizbon önlerine gelmiş, Portekiz başkentinin üzerinde bulunduğu Tajo halicindeki büyük bir Portekiz savaş gemisini Lizbonluların gözü önünde zaptetmiştir.

1693'te İberya yarımadasının kuzey-batı ucu olan Finisterre Burnu açıklarında bir türk filosu gene bir Portekiz savaş gemisini ele geçirmiştir.

Reis Ali Baba:
1695 ocağında Ali Baba'nın kumandasındaki başka bir Türk filosu da St. vincent burnu açıklarında 36 topla donanmış bir Hollanda gemisini zaptetmiştir.

1613-1621 yılları arasında 8 yılda yalnız Cezayir limanına ganimet olarak 936 avrupa savaş ve ticaret gemisi getirilmiştir.

1625'te Türk korsanları Bristol Kanalı üzerindeki Lundy Adası'nı ele geçirerek burasını Kuzey Atlantik'teki 30-40 kadırgadan oluşan filolarının üssü haline getirmişlerdir.

İngiltere kralı I. James'in ve oğlu I. Charles'ın tüm çabalarına rağmen İngiltere kıyılarının sadece 10 km. ötesinde olan bu ada Türklerden geri alınamamış, bu yüzden birçok İngiliz amirali kral tarafından azledilmiştir.

Bu suretle İngiltere'nin Bristol, Plymouth, Southampton ve İrlanda'nın Cork ve Baltimore gibi birçok limanları Türk korsanları tarafından birçok defalar vurulmuş, Atlantik ortasında yüzlerce İngiliz, İspanyol ve Hollanda gemisi ele geçirilmiştir.

Yalnız 1627 yılında 10 gün içinde 27 İngiliz gemisi Türkler tarafından zaptedilmiştir.

19 haziran 1631 gecesi İrlanda'nın Baltimore Limanı'nın Türk korsanları tarafından zaptı derin etkiler yaratmış, bu olayı ünlü şair Thomas Usborne Daways 56 mısralık uzun bir şiir yazarak terennüm etmiştir.

Kaynak: "Atlas Okyanusu'nda Türkler". Yazan: Yılmaz Öztuna. Hayat Tarih Mecmuası Eylül 1967

---------------2-----------------





Türk denizcisi, tarihi gelişim süreci içerisinde, büyük ölçüde uygarlıkların buluşma havzası olan Akdeniz'de rakipleriyle kıyasıya rekabete tutuşmakla kalmamış, aynı zamanda, yeni keşfedilen bölgelere ilgi duyarak Atlantik Okyanusu'na da çıkmıştır. Türk denizciliğinin bu yönü, daha ziyade Batılı tarihçiler tarafından incelenmiş, ulusal düzeyde yeterince ele alınmamıştır. Değerli deniz tarihçisi Afif BÜYÜKTUĞRUL, yapmış olduğu araştırmalar ile bu konuda önemli belgelere ulaşmış, Türk tarihçilerini bu bakir alanla ilgilenmeye davet etmiş ve onları cesaretlendirmiştir. Türk denizcilerinin Piri Reis ve Barbaros Hayrettin Paşa ile başlayan Atlas Okyanusu ve yeni keşfedilen yerlere olan ilgisi, sonraki dönemlerde Barbaros'un yetiştirmiş olduğu Sinan Reis, Aydın Reis, Salih Reis, Turgut Reis, Ali Biçin Reis ve Murat Reisler (iki ayrı Murat Reis vardır.) gibi ünlü denizcilerimizle sürdürülmüştür.

Türkler, düzenli bir filo ile ilk kez 1585 yılında Cebelitarık Boğazı'nı geçerek Atlantik Okyanusu'na açılmıştır. Murat Reisin sevk ve idaresindeki bu küçük Türk filosu, Kanarya adalarının kuzeydoğusundaki Lanzarato Adası'nı ele geçirmiş ve adanın valisi ile birlikte 300 kişiyi esir alarak, kayıp vermeden üssüne dönmüştür.

Amiral BÜYÜKTUĞRUL, İngiltere'nin İspanya Büyükelçisi Sir Francis TUN'un Buckhingam Dukası'na yazmış olduğu bir mektubu kanıt olarak sunarak," 1616 yılında Türk denizcilerinin Cadiz ile Lizbon arasındaki sahillere akın harekatı düzenlediğini ve İspanya Kralının çaresizlik içerisinde bu harekata katlanmak zorunda kaldığını" belirtmektedir. Murat Reis, 1617 yılında Portekiz'e ait Maderia Adası'nı işgal ederek, 1200 esir almış ve ana üssü olan Cezayir'e geri dönmüştür.

Murat Reis'in Atlas Okyanusu'na yapmış olduğu seferlerin en ünlüsü, 12'si kadırga olan 15 parçalık bir filo ile 1627 yılında yapılan İzlanda harekatıdır. Murat Reis, bu harekata Manş Denizi'ni geçerek başlamış, Kuzey Denizi boyunca Danimarka ve Norveç kıyılarına taarruz etmiş, 20 Haziran 1627 tarihinde İzlanda açıklarında demirlemiştir. Bu bölgede 16 Temmuz tarihine kadar 26 gün kalan Türk denizcileri, adayı kontrol altında tutmuş, 400 esir ve büyük bir ganimetle Cezayir'e geri dönmüştür. Yaklaşık 2800 deniz mili olan geri intikal seyri 27 günde tamamlanabilmiştir. İzlanda'ya harekat düzenleyen bir başka Türk denizcisi de Ali Biçin Reisdir. O da bu seferinden 800 esir ile dönmüştür. Prof. Yılmaz ERTUNA,”Türk Tarihinden Sayfalar" adlı eserinde, Türk denizcilerinin, İzlanda seferlerinin ardından, Newfoundland Adası ve Kanada'nın Labrador ve St. Lawrence kıyılarına ulaştıklarını, daha sonra güneye, Virginia sahillerine indiklerini, burada tutsak aldıkları çok güzel bir İngiliz kızını İstanbul'a Padişaha gönderdiklerini açıklamaktadır.

Aynı eserde, Türk denizcilerinin Karayipler Denizi'ne yaklaştığını anlayan İspanyol korsanlarının, telaşa kapılarak, elde ettikleri ganimetten Cezayir'deki Türk denizcilerine pay vermek suretiyle, onların Antillere gelmesini önledikleri belirtilmektedir. Benzer hususlar, Amiral BÜYÜKTUGRUL tarafından da dile getirilmektedir. Türk denizcilerinin Atlantik'te estirdiği sert rüzgarların bir başka çarpıcı örneği, İngiltere'nin Bristol Körfezi girişindeki Lundy Adası'nın 1655 yılında işgal edilerek, burada ileri üs tesis edilmesidir. Bu harekata bir başka Murat Reis imzasını atmıştır. Murat Reis komutasında 30-40 kadar kadırgadan oluşan bir Türk filosu, bu küçük adaya istinaden 5 yıl boyunca Atlantik'te akın harekatı icra etmiştir. İngiliz Kralı I. James ve oğlu I. Charles'ın tüm çabalarına karşın, İngiltere sahillerinden sadece 6 deniz mili uzaklıkta olan bu adanın Türklerden geri alınamaması nedeniyle bir çok Amiral azledilmiştir.

Türk denizcileri 5 yıl boyunca, İngiliz Kanalı, Kuzey Denizi ve Norveç Denizinde korkusuzca seyretmiş, hem ağır deniz koşulları hem de yabancı filolarla mücadele etmiştir. Murat Reis ve emrindeki kaptanlar, İngiltere'deki prenslikler ve kontluklar başta olmak üzere, İzlanda, Norveç, İsveç ve Danimarka limanlarına ard arda saldırılar düzenlemiş, önemli miktarda ganimet ve esir ele geçirmişlerdir. Denizcilerimiz ayrıca, rakiplerinin onlarca korsan gemisini batırmış, bir çok ticaret gemisine el koymuştur. şüphesiz ki, geniş bir harekat alanında ortaya konulan böylesine cesur ve atılgan bir hareket tarzı, Türk denizcisinin denizcilik bilgi ve becerisi ile askeri yeteneğinin açık bir göstergesidir. İngiliz yazar Stanley Lein Paul, "Atlantik'teki Türk denizcilerinin seyri sefain ilmini hatmetmiş olduklarını" ifade etmektedir.

Amiral BÜYÜKTUGRUL ve Yılmaz ÖZTUNA'nın naklettiği bilgiler, Deniz Tarihi konusunda incelemeler yapan Selim Sırrı ALTINER'in çalışmaları ile teyit edilmektedir. Yazar ALTINER, uzun araştırmalar sonucunda Danimarka'daki Kraliyet Kütüphanesinde 1628 senesinde yazılmış ve Türklerin Atlantik serüvenini belgeleyen bir kitaba ulaşmıştır. Kitabın yazarı, Yılmaz ÖZTUNA'nın sözünü ettiği papaz, Oluf EIGILSSON'dur. EIGILSSON kitapta, "Türk denizcilerinin 1627 senesinde İzlanda'ya geldiklerini, kendisi de dahil, 300 kişiyi esir alarak Cezayir'e götürdüklerini, daha sonra serbest kalarak İzlanda'ya geri döndüğünü" anlatmaktadır.

Yazar ALTINER başka bilgilere de ulaşmıştır. Yazdıklarına göre, Kopenhag'da,”Kgl Bibliotek Chistians Brygge No:8" adresinde yer alan kütüphanede bulunan diğer bir kitap, pek bilinmeyen iki Türk denizcisini bizlerle tanıştırmaktadır, İzlanda'nın başkenti Reykjavik' de 1852 yılında basılan ve H.HAENGSSON ile H.HROLFSSON tarafından beraberce yazılan, "Litil Saga Umm Herhla-Up Tyrkjans A islandi 1627" adlı eserde, Murat Reis'in şlosundan Arif ve Bejram (muhtemelen Bayram) adlı iki komutanın gemileri ile Beruşyord Limanına girdikleri" anlatılmaktadır.

Aynı kütüphanedeki diğer bir kitapta, "Murat Reis Amiral olarak tanıtılmakta", başka bir kitapta ise, "1631 senesinde Türk Donanmasının 15 parça gemi ile İngiltere'ye geldiği ve daha sonra 12 parça gemi ile İzlanda'ya sefer düzenlediği" belirtilmektedir. Kopenhag'ın 60 km. uzağında bir liman şehri olan Helsingör'de, müze olarak kullanılan Hamlet'in şatosu'nun duvar pano ve tablolarında İskandinav Limanlarındaki Türk denizcileri ve gemileri tasvir edilmektedir. Stanley Lein PAUL, "Devonshire Kontluğu Tarihi" adlı kitabında "Türk denizcilerinin, 1625 yılının Ağustos ayında Plymouth ve Hardland Point limanları açıklarında 27 parça ticaret gemisine el koyduklarını, Suseks, Hatas, Devon, Cornwell ve Batı kıyılarındaki Kontluklara ait kalelere akınlar düzenlediklerini" anlatmaktadır.

Türk denizcilerinin Atlantik'in Kuzeyindeki deniz alanlarını ustaca kullanmaları, en uygun bölgelerde üslenmeleri Piri Reis'in dünya haritasından önemli ölçüde yararlandıklarını ve ellerinde başka deniz haritalarının bulunduğunu göstermektedir. Nitekim, Evliya Çelebi de, Cezayir'deki Türk denizcilerinin Galata/İstanbul'da satın aldıkları haritalar ile Atlas Okyanusu'na açıldıklarından söz etmektedir. Denizcilerimizin ileri üs olarak kullandıkları Lundy Adası'nın, Amerika ve Akdeniz'e seyredecek yelkenli büyük ticaret gemilerinin konvoy teşkil etmek için toplanma noktası olması, Türklerin coğrafya ve stratejiyi en uygun şekilde birleştirebildiklerini sergilemektedir. Yapılan seyir planlamalarında lojistik konuların ayrıntılı olarak ele alınması, rüzgar ve deniz koşullarının değerlendirilmesi, ikmal ve onarım limanlarının en uygun bölgelerde seçilmesi, özellikle ilginç ve dikkat çekicidir.

" Türk Deniz Kuvvetleri - http://www.dzkk.tsk.mil.tr "

13 Aralık 2008 Cumartesi

12 MART 1978






"Ülkemiz kristal bir küredir. Ben Josip Broz Tito bu küregi, ellerimle tutarak degil, alttan nefesimle üfleyerek havada tutuyorum. Umarim benim nefesim tükendiginde birisi bu görevi devralir. Yoksa kristal küre yere düser ve tuz buz olur... Iste o zaman dünyanin kaderinin korunmasi baska ülkelere kalir. Nasir benim dostumdur, ancak ondan önce dünyanin geleceginin korunmasi Anadolu´ya düser. Anadolu´da Kemalistler tarafindan kurulan devletin temeli bagimsizliktir. Bu yüzden Anadolu, dünyanin kaderini kurtarma görevini omuzlarina alir."



Josip Broz ya da tanınan ismiyle Tito... Balkan tarihinin önemli
aktörlerinden biri. 35 yıl boyunca Yugoslavya Federasyonu’nun başkanlığını yaptı. Ülkeyi bir arada tutmayı başardı. Josip Broz Tito, ülkenin kurucu babasıydı ve ölünceye kadar devlet başkanlığını sürdürdü.

Tito’nun 10 yıl yeminli tercümanlığını yapan İlhami Emin, aradan çeyrek asır geçmesine rağmen bugüne kadar hiç konuşmadı. Anılarını yazmadı. Tito’nun nasıl bir insan olduğunu anlatmadı.

İlhami Emin, Tito’nun ölümünden Yugoslavya’nın parçalanmasına kadar geçen sürede ise Türk cumhurbaşkanlarının tercümanlığını yapmıştı. Fahri Korutürk, Kenan Evren ve Turgut Özal’ın Yugoslavya devlet başkanlarıyla yaptığı görüşmelerde hazır bulunmuştu. İlhami Emin’i geçmişe götürmek zor oldu. Ancak uzun çabalar sonunda kendisine “Ben Tito’nun tercümanıyken...” dedirtmeyi başardık. Makedonya’da ‘Gül Şairi’ olarak tanınan Türk edebiyatçı İlhami Emin’in yörük inadını kırdık ve kendisiyle uzun bir sohbete koyulduk.

-Bugüne kadar Tito hakkında neden konuşmadınız?

Tito gibi büyük bir devlet adamına sırtımı dayayarak ün yapmak gibi bir fikrim olmadı. Tito’nun sağlığında nasıl sustuysam, Tito öldükten sonra da ketumluğumu sürdürdüm. Susmamın bir nedeni ise, Tito’nun Türkçe tercümanlığını ilk defa üstlenirken, Tito’nun başyaverlerinden General Rapo bana kesin bir ikazda bulunmuştu: “Tito’yla bulunduğun ortamda duyduklarını duymayacaksın. Çok bilmen, çok konuşman senin zararına olur. Bilmeyeceksin, duymayacaksın, görmeyeceksin, konuşmayacaksın. Üç maymunu oynayacaksın. İnsanın bazen, bildiğini bilmemesi daha iyidir. Sırları bileceksin, sırları sır gibi saklayacaksın. Kendi iyiliğin için susacaksın. Ne az ne fazla… O kadar.” Bu ikazı alınca, yazılı bir yemin etmediğim halde, kendimi yemin etmiş gibi hissettim. Ve bugüne kadar hiç konuşmadım.

-Tito’nun tercümanlığına nasıl başladınız?

1971 yılında yazar arkadaşlarla Struga şehrinde sohbet ediyorduk. O sırada Belgrad’dan telefonla acele arandığımı söylediler; ama ciddiye almadım. Biliyorsunuz, yazarlar arasında bazen “acımsı” şakalar yapılır. Az sonra tekrar “Seni Belgrad’dan acele arıyorlar” dediler. Yine şakadır diye aldırış etmedim. Telefondaki, azarlanmaktan dolayı biraz endişeli, biraz da kızgın bir şekilde “Beyefendi sizi Belgrad’dan bir general arıyor.” diye sesini yükseltince gittim. Telefonu kulağıma götürdüğüm anda “İlk araçla Belgrad’a gel” emrini veren bir sesle karşılaştım. Karşımdaki kişi çok otoriter ve üstelik aşırı sert konuşuyordu. Sözü fazla uzatmadan Belgrad’da gitmem gereken adresi verip telefonu kapattı. Kimseye bir şey söyleyemeden koltuğa çöktüm… Bir müddet düşündüm…

-Ama yine de yola çıktınız?

Evet, gece treniyle Belgrad’a hareket ettim. Sabahın erken saatlerinde rastladığım ilk taksi şoförüne, elimdeki adresi gösterdim. Meğer, taksi şoförü de şakacının biriymiş. “Adresin neresi olduğunu biliyor musun?” diye sordu. Bilmiyorum, dedim. Gülerek “Hapishane!” dedi. Korkum bir kat daha arttı. Demek ki, “Yazar arkadaşlar bu defa beni tuzağa düşürmek için çok iyi düşünmüş ve çok iyi şaka planlamış” diye aklımdan geçirdim. Yolun sonuna kadar gitmeliydim, arabaya bindim. Taksicinin beni bıraktığı yerde bir polis nöbet tutuyordu. Resepsiyonda yüzü gülmeyen, sert duruşlu, gayet ciddi, insanı biraz ürküten bir memur vardı. Korkarak General Rapo’nun ismini kekeleyebildim. Resepsiyondaki memur bir yere telefon edip olumlu cevap alınca bana gitmem gereken katı ve oda numarasını söyledi. Birazcık rahatlamıştım.

-Direkt General Rapo ile mi görüştünüz?

Doğru. Beni güler yüzle karşıladı. Tito’nun resmî tercümanı olduğumu, hemen göreve başlamam gerektiğini bildirdi. Çok şaşırmıştım. Ben arkadaşlardan şaka beklerken; şakanın büyüğü Tito tarafından yapılıyordu. Ve ertesi gün Tito’nun Brioni adasında Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Süleyman Demirel ile görüşeceğini ve benim tercümanlık yapacağımı söyledi. İçimi tuhaf bir duygu kapladı. Birkaç gün önce rüyamda kendimi Tito’nun sağında öğle yemeği yemek yerken görmüştüm. Rüyamı arkadaşlar güler korkusuyla kimseye anlatmamıştım. Bir yandan seviniyor, diğer yandan korku hissediyordum. Yugoslavya Devlet Başkanı’nın tercümanı olmuştum.

-Tito’nun tercümanı olmak hayatınızı nasıl değiştirdi?

Hep ilkleri yaşadım. İlk defa devlet adamlarının kaldığı otelde kalıyordum. İlk defa uçağa biniyordum. Uçakla Belgrad’dan Pula’ya vardık. Buradan özel gemiyle Brioni adasına yola çıktık. Beni karşılayan kişi hemen berbere götürdü. O sabah otelde tıraş olduğumu söyledimse de aldırış bile etmedi. Daha sonra, girdiğim yemek salonunda bana gösterilen yere oturdum. Az sonra salona Cumhurbaşkanı Tito ile eşi Yovanka, ardından Türkiye Başbakanı Süleyman Demirel ile eşi Nazmiye Hanım geldiler. Kimse konuşmazken, tam karşımda oturan Tito’nun eşi Yovanka bana dönerek, “Siz aç kaldınız…” dedi. Ben önceden yemeğimi yediğimi söyleyince Tito “Aç tercüman kötü tercüman olur.” dedi. Ve misafirlere bunu tercüme ettim. İlk tercüme ettiğim cümle buydu. Türkiye heyeti kahkahalarla güldü. Tito, havayı yumuşatmakta dünya çapında ün yapmıştı.

Tito’nun imza şakası

-Tito o gün başka tür latifeler de yaptı mı?

Karşılıklı sohbet sürerken, ansızın ayaklarımın arasında yılan gibi bir canlının dolaştığını sandım ve korkuyla ayağa fırladım. Bunun üzerine Tito, “Ben Türkleri daha cesur bilirdim, yerine otur, ayaklarına dokunan benim sevimli kurt köpeğimin kuyruğudur.” dedi. Öğle yemeği devam ederken dönemin Dışişleri Bakanı Mirko Tepavaç, sırayla konukların uzattıkları yemek listelerini Tito’ya imzalatmak üzere bana veriyordu. Türk heyetinde bulunan muhalefet milletvekilinin listesini verirken Tito’ya, “Buna daha küçük bir imza atın, çünkü muhalefettendir’’ dedi. Tito “Vallahi, ben herkese aynı imzayı atarım, çünkü Türkiye’de durum hiç de belli olmaz. Belki bugün muhalefette olan milletvekili yarın başbakan olarak konuğum olur.” cevabını verdi. Yugoslavya tarafından yemeğe katılanların tümü kahkaha attı. Ben, tam tercüme etmek isterken, Tito bana dönerek “Söylediklerimi olduğu gibi tercüme etme, bir şeyler uydur, darılmasınlar.” uyarısında bulundu.

-Hiç zorlandığınız olmadı mı?

Daha ilk tercümanlık yaptığım Demirel-Tito görüşmesinde konuşulanları sakladığım için tepki aldım. İki heyet arasındaki resmî konuşmalardan sonra, Tito ile Demirel başbaşa görüştü. Bu ‘dört göz arası’ konuşmada Tito ve Demirel’den başka bir tek ben vardım. Uçakla Belgrad’a dönünce, Büyükelçi Begiç beni bir yana çekerek Tito ile Demirel’in neler konuştuğunu sordu. Ben “Hiçbir şey hatırlamıyorum. Her şeyi unuttum.” deyince, adamcağız kükreyerek “Sen kiminle konuştuğunun farkında mısın, Yugoslavya’nın Ankara büyükelçisi olarak Tito ile Demirel arasında geçen konuşmaların tümünü bilmek benim hakkım.” dedi. Öfkeden tir tir titrediğini gördüm. General Rapo’nun tavsiyelerini hatırlayarak “Öğrenmek istiyorsanız, Tito’ya sorun.” dedim ve yanından uzaklaştım.

-Bir diktatöre tercüman olmanız Türkler arasında nasıl karşılandı?

Tito, diktatör olmayan bir diktatördü! Tito’ya tercümanlık yapmam Yugoslavya Türklerini mutlu etmişti. Akrabalar ve tanıdıklar Tito’yla çekilmiş birçok fotoğrafı, bazen izin almadan evlerine götürdü. Tito’ya tercüman olmamı Türkiye’deki sol eğilimli şair arkadaşlarım kınadı. “Bir komünist haininin tercümanı.” olmamı asla affedemiyorlardı. O zamanlar Türkiye solu daha çok Sovyetler Birliği’ni, hatta Stalin ile Enver Hoca’yı, dolayısıyla, Mao ile Kastro’yu benimsiyordu.

-Tito döneminde iktidara yakın olanların halktan uzak kaldıkları söyleniyor...

Tito’nun etrafındaki insanlar son yıllarda idarenin çökmeye başladığını Tito’dan sakladılar. Tito ile eşi Yovanka arasında ilk anlaşmazlıklar 1976’da çıktı. Yabancı medya Tito ile eşi arasındaki sorunları ve Tito’nun çapkınlıklarını yazmaya başlamıştı. Tito’nun sağlığı da her geçen gün kötüye gidiyordu. Artık ülke sorunlarını değil, kendi sorunlarını nasıl çözeceğini düşünüyordu. Ve ülkedeki gelişmeler hakkında Tito’ya yeteri kadar hatta hiç bilgi verilmemeye başlanmıştı.

-1976’da Tito’nun Türkiye ziyaretinde de siz var mıydınız?

Evet. Gerçi Türkiye ziyareti sırasında Tito eski otoritesini ve gücünü yitirmişti. Ancak otoritesini Yugoslavya’nın içinde kaybetmesine rağmen, dış dünyada koruyordu. Yugoslavya’dan Türkiye’ye göç edenler arasında dahi Tito’nun ağırlığı hissediliyordu. Tito, Efes antik kentini ziyaret etmeye gidiyordu. Yolun bir kısmında tarladan Tito’nun içinde bulunduğu arabaya doğru büyük bir kamyon geliyordu. Resmî koruma motosikletli polisler kamyonun önünü keserek sürücüyü yakaladı. Durumdan tedirgin olan Tito, hadise ile yakından ilgilendi. Meğer, Yugoslav göçmeni olan şoför, Tito’yu yakından görmek için kamyonu üzerimize doğru sürmüş. Durum anlatılınca Tito adamın serbest bırakılmasını rica etti. Ve kamyoncuyu eliyle selamladı.

İstanbul’da gizlice kalmış

-Türkiye’ye göç hakkında Tito’nun tavrı nasıldı?

Hatırlıyorum, uçağımız İzmir Hava Limanı’na inince, arabalarla Efes oteline doğru Karşıyaka’dan geçiyorduk. Bizleri ağırlayan zamanın Türkiye Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil, Karşıyaka’dan geçerken, Tito’ya geçtiğimiz yerlerde genelde Yugoslavya göçmenlerinin yaşadıklarını ve türlü sıkıntılarla karşılaştıklarını anlattı. Tito, purosunu tüttürerek dikkatle dinledikten sonra “Duyduğum kadarıyla, aralarından birçoğu iyi iş adamı ve saygın Türkiye vatandaşı olmuş.” dedi. Çağlayangil, bunun üzerine sustu. Tito, Türkiye ile Yugoslavya arasında dostluk ve işbirliği köprülerinin inşaasında Yugoslavya’dan göç edenlerin yapıcı rol oynadıklarını da ilave etti.

-Bu Tito’nun Türkiye’ye ilk ziyareti miydi?

Türkiye’yi iki kez daha ziyaret etmiş. İlk resmî ziyareti 1950’li yıllarda. Türkiye’ye ilk gelişi ise, 1936’da olmuş.

-1936’da İstanbul’a gelişinin sebebi neymiş?

Sahte pasaportla, bir Rus gemisiyle İstanbul’a gelmiş. Pera Palas Oteli’nde kalmış. Sonradan Park Oteli’ne yerleşmiş. Fiyat daha elverişliymiş. İki ay süresince Zagrep’den yeni pasaport bekleyen Tito, İstanbul’un hemen her yerini gezmiş ve görmüş. Şiş kebabını ayrıca sevmiş. Mihmandarlığını bir Boşnak yapmış. Zagrep’ten yeni pasaport gelince Hırvatistan’ın başkentine iner ve gazetelerden “Gibraltarda, bir gemide, büyük bir Rus casusunun arandığını; ancak son anda kaçtığını” okuyunca, kahkahalarla gülmüş. Çünkü aranılan gemi kendisinin yolculuk yaptığı gemiymiş, aranılan “Rus” casusu ise kendisiymiş.

-Josip Broz’a neden Tito deniyor?

İş arkadaşları kendisine ‘Stari’ yani ‘ihtiyar’ demişler. Bu devrimci arkadaşlarından daha yaşlı olduğunu gösteriyor. ‘Tito’, "Sen bunu yapmalısın" anlamına gelir. Bir bakıma Tito’nun buyurucu, kesin ısrarcı tarzının ifadesi.

Türkler hem merhametli hem savaşçı

-Tito, insani ilişkilerinde de sert miydi?

Hayır. Türkiye ziyareti sırasında İzmir’den Ankara’ya dönerken uçakta bir olay yaşandı. Hostes, Tito’ya Türk tatlıları getirdi. Tito eliyle tatlıları götürmelerini işaret etti ve “Şekerim var, doktorlarım bana tatlı yememi kesinlikle yasaklıyor.’’ dedi. Ancak, nefis Türk tatlılarının ardından üzüntüyle baktığımı fark etmiş olacak ki, “Sen anlaşılan, tatlı meraklısısın, söyle tatlıları geri çevirsinler. Bildiğim kadarıyla Türkler tatlılara pek düşkün.’’ dedi. Tito herkese karşı çok dikkatliydi. Uçak İzmir’e inmeden önce Tito’ya sütlü kahve ikram ettiler. Sütü ben, kendilerine uzatırken, uçağın ansızın sarsıntısından, birkaç damla Tito’nun pantolonuna döküldü. Çok üzüldüğümü görünce, “Merak etme, onu silecek, temizleyecek hanım var, keyfine bak.” dedi. Ve sıkıntımı hemen hafifletmeyi başardı.

-Tito’nun Ruslara esir düştüğü söyleniyor. Doğru mu?

Birinci Dünya Savaşı’nda Avusturya-Macaristan ordusunda sıradan bir er olarak askerlik kariyerine başlar. Ve bir aylık asker iken çavuş rütbesine yükselir. Ruslara esir düşer. Çar ordusunda Tatar atlılarından biri Tito’yu kılıcıyla parçalamak üzereyken, iki elini kaldırıp teslim olur. Tatar atlı onu kendi atına bindirir ve Tataristan’da esir olarak evinde hizmet etmeye bırakır. Yani, Tatar atlı Tito’yu kendi özel esiri gibi kullanmış. Tito’nun sözlerine göre, kış günlerinde, Tatar ailesinin ova işlerine ara verilince, Kazan şehrinin kütüphanesine gidip Orta Asya halklarının tarihini okuyormuş.

-Bu olay onda Türklere karşı nasıl bir tesir bırakmış?

Tito, Tatar atlının merhameti sayesinde hayatta kaldığını birçok kere tekrarladı. Bu yüzden genelde Türklere vefa borcunu daima tekrarlıyordu. Türklerin çok merhametli ve aynı zamanda savaşçı bir ulus olduklarını belirtirken, bu iki özelliğe herhangi bir millette bir arada pek nadir rastlandığını söylerdi.

-Tito nasıl öldü?

Kangren sonucu ayağının kesilmesinden sonra büyük sağlık sarsıntıları geçirdi. Kangren olmadığı ve ayağının kendisinden izin alınmadan kesildiği söylentileri yayıldı. Sanırım, ayağı kesilmeseydi daha uzun yaşardı. Ancak, her şeye rağmen, iki dünya savaşına katılıp bir ülkeyi tam 35 yıl idare etmek hiç de kolay değil. Üstelik Tito seksen yaşının eşiğindeydi.

-Makedonya’da halkın geçmiş dönemi özlediği görülüyor. Tito gençleri neden celbediyor?

Eski Üsküp’te “Babuş’un yeri’’ olarak tanınan bir pastane var. Özellikle kışın salep içmeye gidiyorum. Bu ziyaretimin bir de özel nedeni var. İçerde Tito’nun büyük bir fotoğrafı var. Onu seyrediyorum. Tito’nun ölümünden sonra, söz konusu fotoğrafın yeri değişmedi. Tito özleminin hâlâ yaşadığını anlatmak istiyorum. Üsküp’ün en görkemli lisesinin ismi de hâlâ Josip Broz Tito’dur, ki burada Türkçe sınıflar da var. Yalnız Makedonya’da değil, eski Yugoslavya’nın tüm birimlerinde Tito özlemi yeniden canlanmış durumda. Birçok kişi bugünkü sosyal durumlarından memnun değil. Tito döneminde işsizlik, yoksulluk bu kadar yoktu. İnsanların çoğu hayatından memnundu. Her şey ucuzdu, insanlar tatile gidebiliyordu. Bugün insanlar, işsiz, aşsız, tatil için para bulamıyor. Bundan dolayı Tito döneminin özlendiğine inanıyorum.

TİTO KİMDİR?

1892 yılında Hırvatistan’ın Kumrovec köyünde Sloven bir anne ve Hırvat bir babanın oğlu olarak doğan Tito -ya da gerçek adıyla Josip Broz- Birinci Dünya Savaşı sırasında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ordusunda görev yaptı, savaşta yaralanarak Ruslara esir düştü.

1917 Rus Devrimi’nde Bolşeviklere destek verdi. 1918 yılında savaşın bitmesiyle, daha sonra Yugoslavya adını alan Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı’na döndü. Doğduğu ülkeye dönüş sebebi, yasadışı Komünist Parti’nin örgütlenmesini sağlamaktı. Yakalanarak hapse atıldı ve 1928’den 1934 yılına kadar cezaevinde kaldı. Hapishane günleri sırasında ‘Tito’ takma adını aldı. Hapisten çıktıktan sonra önce Komünist Enternasyonal’de görev yapmak için Moskova’ya gitti. 1936 yılında Komünist Parti’yi resmen kurmak için Yugoslavya’ya geri döndü ve 1937’de Yugoslav Komünist Partisi’nin (YKP) Genel Sekreterliğini üstlendi. Nazi Almanyası 1941 yılında hem Yugoslavya’yı hem de SSCB’yi işgal edince Tito tüm Yugoslavları Nazilere ve onları destekleyenlere karşı direnmeye çağırdı. 1942 yılında geçici bir hükümet kuran Tito, bu hareketiyle Çetnikler (Monarşi isteyen aşırı milliyetçi Sırplar) ve Uştaşlarla (Faşist Hırvatlar) karşı karşıya geldi. 1944 yılında savaşta Almanya’nın karşısında yer alan müttefiklerin de desteğini alan Tito, Mart 1945’te devlet başkanı seçildi. Almanları ülkeden kovmayı başaran Yugoslavlar birleşti ve tüm kontrolü Tito hükümetine devretti. Monarşi’den demokrasiye geçişle ilgili herhangi bir referandum yapılmadı. Çünkü Tito, ülkeye tek partili sistemi getirmişti. 35 yıl boyunca Sosyalist Yugoslavya Federasyonu Başkanlığını yürüttü. Bu süre zarfında, Soğuk Savaş’ın gerilimli ortamında “Bağlantısızlar Hareketi”ne de öncülük etti. Josip Broz Tito, 4 Mayıs 1980 tarihinde Slovenya’nın başkenti Ljubljana’da hayatını kaybetti.

4 Aralık 2008 Perşembe

ATALARIM


PEÇENEKLER, UZLAR VE KUMAN(KIPÇAK)'LAR

Orta Asya'dan batıya Türk göçlerinin son büyük dalgasını (9. 11. asır- lar) meydana getiren Türk boylanndan ilki, Peçenekler, Gök-Türk hakanlığına dahil kütlelerden biri idi. îhtimal On-ok'ların (Türgişlerin) bir kısmını teşkil etmek üzere Isık göl-Balkaş dolaylarında yaşamışlar, Batı Gök-Türk hakanlığının çözülmesinden (7. yüzyıl ortaları) sonra da, belki Karluk devle- tinin kuvvetlenmesi üzerine Seyhun nehrine doğru gelişen Oğuz hareketi karşısında Batı Sibirya'ya çekilmek zorunda kalmışlardır (8. asrın 2. yarısı). Kaşgarlı Mahmud'da Peçeneklerin bir Oğuz boyu olarak gösterilmesi ' , bu Oğuz-Peçenek itişmelerini ve komşuluğunu belirtir. Bizans imparatoru K. Porphyrogennetos'a göre, geriden gelen Oğuz baskısı sonucunda batıya çekilen Peçeneklerden bir bölük Oğuzların yanında kalmıştır ("Oğuz Peçe nek") ki, Kaşgarlı'daki Oğuz boyları listesinde yer alan "Peçenek" bunlar olmalıdır.
Çeşitli kaynaklarda "Patzinak" (Bizans), Pecenaci, Pacinacae, Pezengi, "Bissenus" (Latin), "Peçenyeg" (Rus), "Badzinag" (Ermeni), "Beşenyö" (Ma- car) adları ile zikredilen Peçenekler, Cim ve Yayık (Emba ve Ural) nehirleri havalisinde bulundukları 9. asnn ilk yarısında, herhalde baskınlarla, Hazar doğu ticaret yollarının emniyetini tehlikeye düşürmeleri sebebiyle doğan Hazar-Oğuz ittifakı baskısına dayanamıyarak, kalabalık kütleler halinde Volga'yı geçip, yurtlarından çıkardıkları Macarların yerine: Don-Kuban havalisine gelmişlerdi (860-880 sıralan). Bu, büyük göçün ilk hareketi oldu.
Macarları önlerinden süren Peçenek("Türk Peçenek")'lerin gerisinde Oğuzlar, onların da gerisinde Kuman(Kıpçak)'lar Karadeniz kuzeyinden ba tıya yöneliyorlardı. Sibirya'ya doğru daha geride de Kimekler bulunuyordu Peçenek'ler 889-893 yılında Etel-küzü'deki Macarları Karpatlar-Tisa'ya, uzaklaçtırmak suretiyle, Don nehrinden Dnyeper'in batısına kadar uzanan bozkırlara yayıldılar. împarator K. Porphyrogennetos tarafından yazılan D Admmistrando İmperio'da. (948-952'lerde) kaydedildiğine göre, Peçenekler boy halinde idiler: Ertim (Erdem, Baçbuğ; Bayça, sonra Yavdı), Çor (ba' buğ: Kügel, sonra Küerçi), Yula (başbuğ: Korkut+an, sonra Kabukşın), Kü hey (başbuğ: îpa, sonra Suru), Karabay (baçbuğ: Kaydu+m), Tolmaç (ba buğ: Kortan, sonra Boru), Kapan (başbuğ; Yazı), Çoban (baçbuğ; Bata+n sonra Bula). Aralarından üçü (Ertim, Çor ve Yula) Türkçe "cesur" manasındaki "Kangar" adı ile zikredilen bu boylar 10. yüzyıl ortalannda, Karadeniz'e dökülen nehirlerin kıyılarında olmak üzere, şöyle sıralanmışlardı Çoban (Don), Tolmaç (Don'un denize döküldüğü bölgede), Külbey (Donetz), Çor (Dnyeper doğusu), Karabay (Dnyeper-Bug arası), Ertim (Dnyes ter), Yula (Prut), Kapan (açağı Tuna). İlk üçü, Uzlar, Hazarlar, Alanlarla Kırım bölgesi ile temas halinde; Yula "Türkiye" (Macaristan) ile Kapan Tuna Bulgarları ile sınırdaş bulunuyorlardı. Boy adlarından bir kısmı eski Türk unvanları (Yula, Çor, Kapan=Kapgan, Kül, Bey) olup, başbuğ isimleri de daha ziyade renk ifade ederler: Küerçi= gök, mavi; Kahuşkın = ağaç kabuğu rengi=solgun, sarımsı; Sulu=kül rengi; Boru=boz; Yazı=esmer (bozkır rengi); Bula=alaca; Yavdı=parlak. Kaynağımızda her boyun kendi adı ile bitişik şekilde kaydedildiği bu renklerin, her boyun aynı donlarda (yani boy adının yanında, söylenen renkte) atlara sahip olduğunu göstermesi mümkün olduğu gibi , boylann ayrı ayrı bayrak renklerini ifade etmesi da ha muhtemel görülmektedir. 13. asırda boy sayısı 13'e yükselen Peçenek lerde şahıs adları arasında şunlar vaîdır.Aba, Balçar, Bator, Bıçkılı, Yeke, îl- beğ, Kure, Karaca, Temir, Teber, Sol. Aynca şu kelimeler Peçeneklere ait kale adlarıdır: Salma, Saga, Kerbahg. Peçenek kalelerinden diğer dört tanesi- nin adı henüz çözülememiştir. Bu kelimelerden Peçenek dilinin daha ziyade Kıpçak Türkçesi tipinde olduğu sonucuna varılmıştır.
Peçenekler, tarihleri süresince, her biri kendi başbuğunun idaresinde olarak yalnız boy teşkilatı çerçevesinde kalmışlar, bir devlet (II) bütünlüğü düzenine girmemişler, fakat, savaş ve müdafaa zamanlarında bir arada ve ortak hareket etmesini bilmişlerdir (Kumanlar ve Uzlar da böyledir).
Peçeneklerin en geniş sınır komşusu Kiyef Rus knezliği idi. 915'de knez îgor zamanında bu araziye ilk Peçenek akını yapıldı ve Peçeneklerin Rus larla yanyana yaşadıkları 1036 yılına kadar, 121 sene içinde, 11'i büyük çapta olmak üzere akınlar tekrarlandı. Rus vakayinamelerine göre Peçenekler Rus kasabalannı yağmalıyorlar, halkı esir alıp götürüyorlardı. Yıllıklar buna benzer şikayetlerle dolu olmakla beraber, düşmanlık çok kere Ruslann te-cavüzlerinden veya Peçenek düşmanlarmı korumağa kalkışmalarından ileri geliyordu. Bazan da Peçenekler, Rus topraklarına birbirleri ile döğüşen knezler tarafından çağrılıyorlardı. Igor 944'deki Kınm seferinde de Peç- neklere müracaat etmiçti. Peçenek-Rus mücadeleleri, İtil ve Tuna Bulgarla rına karşı sefer açan, 965'de Hazar hakanhğını yıkan, Rusların "Büyük îs kender"e benzettikleri, fakat Peçenek örneğine göre yetiştiği için "bir Peçe nek başbuğu vasfında olan" knez Svyatoslav zamanında (946-972) kızşçtı. Peçenekler 968'de Kiyefi kuşattılar ve nihayet Bizans'la savaştan dönen Svya-toslav'ı aşağı Dnyeper'deki kayalıklara sıkıştırarak mağlüp ve telef ettiler. Knez Vladimir zamanında da (972-1015), Ruslann Peçenek arazisine nüfüz ederek müstahkem mevkiler kurmağa çalışmaları yüzünden mücadele şid det kazandı. Peçenekler bu teşebbüslere karşılık verdiler (992, 996, 1015 yıl larında). O sırada Ruslarla mücadele eden Polonya kralı Boleslavv I (992-1025) ile de münasebet kurdukları anlaşılan Peçenekler bu suretle, Hazarlar ve sonraki Kumanlar gibi, Rusların Karadeniz'e inmelerine mani oldular. Bu da dolayısiyle Bizans menfaatlerine uygun düşüyordu. împa rator K. Porphyrogennetos eserinde "Peçenek'lerle mutlaka iyi geçinmek gerektiğini" kaydetmişti.
Peçenek-Bizans dostluğu, Ruslara ve Tuna Bulgarlarına karşı askerî desteğe ihtiyaç duyan imparator Konstantinos Porphyrogennetos'un güney Kınm'da Khersones'teki kumandanı aracılığı ile Peçeneklerle temas kurmak istemesi üzerine, 915'de başlamıştı. Istanbul'dan Peçenek başbuğlarma sık sık elçiler, hediyeler gönderiliyordu. Iki taraf arasında ticarî faaliyet de canlı idi. Bizans'dan gelen kumaş, baharat, boya ve Peçenek kadınlarının çok düşkün oldukları süs eşyası ve mücevherata karşılık balmumu, tutkal, kıymetli deri vb. satılıyordu.
Fakat Peçenekler doğuda pek huzurlu değildiler. Kendilerini Volga ötesi yurtlarından çıkaran Uz (Oğuz)'lar batıya doğru ilerliyor ve geldikleri Oka-Sura çevresinde Peçenek doğu cephesine baskılarını arttınyorlardı. Neticede Peçeneklerden bir kısım 942-970 arasında Macaristan'a gidip yer leşirken, asıl kütle yavaş yavaş batıya kaymağa başlamıştı. 11. asrın ilk çeyre ğinde Peçeneklerin Turla (Dnyester) boyuna ve bugünkü Besarabya'ya indikleri görülmektedir ki, Karadeniz düzlüklerindeki Peçenek hakimiyetini iyice zayıflatan bu durumdan yine Ruslar istifade ettiler. Knez Yaroslav, Normanlar, Slovenler ve Novgorodlularla takviyeli ordusu ile Kiyef civanndaki savaşta Peçeneklere ağır darbe indirdi (1036). Peçenekler adeta gözden silindi, aradaki siyasî münasebet kesildi. Diğer taraftan İmparator Basi- leos II ("Bulgarokton")'un Bulgar işini hallettiği 1018 yılından beri Bizans'ın artık dış yardım isteği kalmadığı için, imparatorlukla Peçenekler arasında "devlet seviyesi"ndeki temaslar da sona ermiş bulunuyordu. Bu durum Peçenek akınlarım Balkanlar üzerine çekti (1026, 1035, 1036). Bulgaristan, Makedonya, Trakya tahrip edildi. Fakat Bizanslı tarihçi Kedrenos (11. asır)'a göre "Dnyeper nehrinden Pannonia (Batı Macaristan)'ya kadar Tuna'nın kuzey sahasını işgal etmiş olan" Peçeneklenn bir ara 11 boyunu kendi idaresinde toplamağı başardığı anlaşılan başbuğ Turak ile hakimiyet davasına kalkan diğer başbuğ Kegen arasındaki mücadele (1048) ve ikincinin Bizans'a sığınmasımn yol açtığı Trakya akını felaketle neticelendi. Kegen Hıristiyanlığı kabul etmiş, Turak da savaşta esir düşerek Hıristiyan olmuştu. Bundan sonra bir yandan Peçenek-Bizans mücadelesi devam etmekle beraber, diğer taraftan Peçenek kütlelerinin Bizans sınırları içine (Bulgaristan'a) bekçi olarak yerleştirildiği, birçok Peçeneğin Bizans ordusunda hizmet aldığı ve bilhassa 1048'den sonra sayıları artan bu ücretli askerlerin Selçuklulara karşı Anadolu'ya gönderildiği bilinmektedir. Ancak, bunlardan imparator Konstantinos Monomakhos'un emri ile Üsküdar yakasına geçirilen 15.000 Peçenek atlısı, Bizans kaynaklanna (Kedrenos, Zonaras) göre, böyle bir vazifeyi kabul etmeyerek -Boğaziçi'ndeki gemiler kasten kaldrıldığı için- başbuğ Katalın'ın idaresinde atları üstünde -Boğazı yüzerek Rumeli sahiline çıkmışlar ve Tuna'ya dönmüşler (1050), daha sonra da 1071 Malazgirt muharebesinde Bizans ordusundaki bir kısım Peçenek kuvvetleri soydaşları tarafına geçmişlerdir.
Peçenekleri yukarıdaki iç mücadeleye sürükleyen sebep, gerilerinden gelen, fakat kendileri de Kuman(Kıpçak)'ların önünden boyuna çekilerek bir kısmı 1048'de Tuna'yı geçmek zorunda kalan Uzlar karşısında mukavemet edememeleri idi.
Rus yıllıklarında doğrudan doğruya "Tork" (= Türk. Diğer şekilleri:Torky, Toruky vb.; nadiren Torkmen = Türkmen. Rusça'da "ü" yoktur), Bi zans kaynaklarında ise kısaca "Uz" diye anılan bu kavim, Oğuzlardan bir kı-sım olup, yukarıda söylendiği gibi, Peçenekleri Volga-ötesindeki yurtlarından atarak orayı işgal etmişler (860-870'ler) ve sonra da batıya geçmişlerdi. 985'de knez Vladimir'in îtil Bulgarlarına karşı açtığı sefere (ihtimal Kiyef knezliği-Oğuz Yabgu devleti ittifakı neticesi) bazı "Tork" unsurlarının katıldığı Rus vekayinamelerinde kaydedilmiş ise de, Ruslarla gerçek temas kurmak üzere onların kütle halinde Kiyef knezliği sınırlarına göçleri, herhalde, 1036'da Peçeneklerin mağlüp olarak Rusya'da sahneden çekilişlerinden sonra vukübulmuş olmalıdır. Çünkü Rus kronikinde Torklarla ilgili bu vasıf ta ilk kaydın 1054 yılına ait olduğu bildirilmektedir.
1048 harekatı asıl Uz kütlesinin Dnyeper bölgesine, Kiyef Rusyasının güneyine kadar yayıldığını göstermektedir. Fakat Rus knezleri toplanarak kendi bölgelerinden Uzları uzaklaştırmayı bildiler. 1060 senesindeki ani hücum karşısında yenilerek batıya çekilen kalabalık Uzlar (Bizans tarihçisi Attaleiates'e göre 600 bin kişi) 1065'de Bizans ve Bulgar mukavemetini kıra rak Tuna'yı geçtiler ve Peçeneklerin arkasından, Trakya ve Makedonya'yı yağmaladılar, Selanik'e, hatta Peloponezos'a kadar ilerlediler. Bu beklen medik hadise Batı dünyasını merak ve korkuya düşürdü. Ancak bu süratli istila, bir işgal mahiyetini alamadı. Şiddetli soğuk yüzünden Uzlar arasıda çıkan salgın hastalıklara, onlardan öç almak isteyen Peçeneklerin hücumları eklendi. Uzlar kırıldı. Geri kalan bir kısım Uz Macaristan'a akın teşebbüsünde (1068) başarı elde edemedi. Artık bir kuvvet olmaktan çıkan Uz ka lıntıları Bizans ordusuna alındılar, kısmen çeşitli bölgelere dağıtıldılar; Gü-ney Rusya'ya dönenler de Kiyefetrafına yerleştirildiler.
Uz baskısı yüzünden Balkanlara intikal ederek, 1050-1051 yıllarında Bizans'a karşı şiddetli ve başarılı savaşlar veren Peçenekler749'in kendilerini toparladıkları görülmektedir. Nitekim Bizans ile şiddetli çatışmaları imparator Aleksios 1 Kommenos zamanında (1081-1091 yıllarında) da devam etmiş ve herhalde bu savaşlar, bazı araştırıcılann dikkatini çektiği gibi, Anadolu'nun Selçuklular tarafından fethini kolaylaştırmıştır. Peçenek başbuğu Çelgil'nüti, yanında Macar kralı St. Laszlö ve kuvvetleri olduğu halde Lüleburgaz'a kadar ilerledikten sonra, savaşta yaralanarak ölümü (1086) üzerine Peçenekler, Tatuş'un başbuğluğunda ve Kumanlarla takviyeli orduları ile Derster (Silistire)'de, 1087'de, İmparator Aleksios kumandasındaki Bizans ordusunu hezimete uğrattılar . 1088-1090 yıllarında devam eden savaşlarda yine imparator idaresindeki Bizans kuvvetlerini yer yer mağlüp ederek, Filibe ve civarından sonra Edirne'ye ve Keşan'a kadar Trakya'ya hakim ol-dular, 1090 sonlarında Çekmece'ye yaklaştılar. Bizans imparatorluğu, tarihinin buhranlı anlarından birini daha yaşıyordu. Çünkü Peçenekler Anadolu'daki soydaşları ile işbirliğine girişmişlerdi: 10 yıla yakın bir zamandan beri kuvvetli donanması ile adalardan bazılarını zaptederek Ege denizine hakim olan, Oğuzlann Çavuldur boyundan, îzmir Beyi Çakan İstanbul'u zaptetmek üzere Peçenek başbuğları ile temas kurmağa muvaffak olmuştu. Edirne'de Peçenekler, Ege'de Çakan'ın donanması, Marmara sahillerinde Sel- çuklular tarafından üç ağızlı Türk kıskacı arasına alınmış olan Bizans'ın 1091 ilkbaharındaki durumu, Fatih'in îstanbul'u fethinden hemen önceki günleri hatırlatıyordu. Durumun ağırlığı dolayısiyle împarator, Avrupa Hı- ristiyan dünyasına müracaata başlamış idi ki, bu rica Haçlılann bir an evvel

harekete geçmelerini sağlamıştır. Aleksios Batı'dan zamanında yardım göremedi ise de imparatorluğunu bu tehlikeden yine Türklerin eliyle kurtarmayı başardı: Uzların arkasından Balkanlara kadar gelmiş olan Kumanlann Tııgorkan (veya Tugor Han) ve Bönek (Bonyak) adlı başbuğlan ile anlaşarak onları, Çakan'ın sahillere yanaşmasını beklemek üzere Meriç nehri kenarında Lebunium (Omurbey mevkiinde)'da karargah kurmuş olan Peçenek kuvvetleri üzerine saldırttı. 40 bin Kuman süvarisinin baskınına uğrayan Peçenekler tamamiyle ezildiler (29 Nisan 1091). Siyasî tarihleri böylece nihayete eren Peçeneklerden arda kalanlar dağıldılar. Macaristan'a gidenler Peşte çevresinde ve Fertö vilayetinde yerleştirildiler. Bir kısmı da Uzlar ve Kumanlarla karıştı. Balkanlarda kalanlar daha ziyade Vardar nehri boyuna iskan edilmişlerdi. Makedonya'daki Megleno-Ulahlan ile Sofya etrafındaki Şop-Bulgarların Peçenek neslinden oldukları söylenir. Anadolu'da, Sırbistan, Rusya, Macaristan ve Kafkaslarda bazı yer adları ve halk efsanelerinde Peçeneklerin hatıraları yaşamaktadır .
Orta Macaristan'da ele geçen meşhur Nagy Szent Miklos hazinesinin al tın kaplan üzerindeki Gök-Türk yazılı Türkçe kitabelerin Peçeneklere ait olduğu, kitabeleri okuyan Gy. Nemeth'in tesbiti ile ortaya çıkmıştır. Ayrıca güney Rusya'da Poltava'da bulunan Perescepine hazinesi de Peçeneklere ait sayılmaktadır.
Adlarının mana ve menşei ile kavmî terkipleri 60 yıldan beri münakaşa edilegelmekte olan Kumanlar kaynaklarda başka başka isimler altında zikre-dilmişlerdir. Bu bakımdan bozkırlı Türk toplulukları arasında istisna teşkil ederler. Onlara Bizanslılar ve Latinler "Kumanos, Kumanoi, Cumanus, Ko- mani", Ruslar "Polovets", Almanlar ve diğer Batılı milletler "Falben, Falones, Valani, Valwen, Pallidi", Ermeniler "Khartes", Macarlar "Kun", îslamlar Kıpçak" (Kıfşak, Khıfçakh) demişlerdir. Ruslar, Almanlar, diğer Batılılar ve Ermeniler tarafından verilen isimler aslında renk (san, sanmsı, açık san, sa man sarısı) ifade eder. Adlarının ilk defa geçtiği Rus Kronikinde (1055-1056'lardan hatıra) Türkmen, Peçenek ve Tork (Uz)'larla aynı cinsten olduklan belirtilen Kumanlar anlaşıldığına göre buralarda, daha ziyade dış görünüşleri ile tamtılmak istenmiştir. Gerçekten doğulu, Batılı bütün kavnaklar Kumanların, kumral saçlı sanşın olduklarında fikir birliği halindedirler.
îbn Hurdadbih (885'lerde)'den itibaren îslam ve sonra Gürcü kaynaklarında geçen Kıpçak adı Türkçe olarak ("öfkeli, birden kızan") şeklinde açıklanmakta, Kuman ve Kun adlarının Türk lehçelerinde de "sarımtrak", "solgun" manasına geldiği bildirilmektedir.
Kuman-Kıpçakların menşeine dair ilk geniş araştırmayı yapmış olan J. Marquart'ın Kumanlan Uzak Doğu'da Amur nehri dolaylarında yaşadığını ileri sürdüğü "Murqa" adlı bir Moğol kavminin "Kun" kabilesine bağlama iddiası, onun kaynaktaki bazı kelimeleri yanlış okuması (Arapça "fırka" sözünü kavim adı sanarak "Murqa") dolayısiyle kabul edilmemiştir. "Kun" is minin, yine bir Moğol-Tibet karışımı olan T'u-yü-hun kavim adından kısaltma olabileceğine dair G. Haloun'un düşüncesi de ikna edici görünmemiştir. Çünkü beyaz ırkın seçkin vasıflannı taşıyan Kumanlann çehrelerinde ve bedenî yapılannda hiçbir Moğol çizgisi bulunmadıktan başka, Ku- man-Kıpçak dilinde de Moğolca unsurlara rastlanmamaktadır. Fakat Ku- manlann ırkî özellikleri bazı araştıncıları, onlarla Arî'ler (Hind-Avrupalılar) arasında ilgi kurmağa sevk etmiştir. Gerek soy, gerek kültür bakımından Türk'ü Moğol'dan pek ayıramadıkları bilinen ve aralarında J. Marquart, P. Pelliot, W. Barthold, D. Rassovsky vb.'nın da bulunduğu Batılı bilginler, Türkler'e ait saymadıkları Kuman tipinin nihayet Moğol bölgesinde Türkleşmiş bir Hind-Avrupalı kavimden ileri gelebileceği üzerinde durmuşlardır. Hatta Rus Grum-Grzimajlo Çin'in kuzeyinde böyle bir topluluğun yaşadığını keşfetmek iddiasında bulunmuştur. Buna karşılık, M.Ö. 2. yüzyı da Tanrı Dağları'nın kuzey yamaçları ile Isık Göl dolaylarında oturan ve başbuğları "Kun-mo" veya "Kun-mi" (Kun-beğ, Kun-bî?) diye anılan Hun soyuna ve kültürüne mensup ve Türklere mahsus bir kurt efsanesine sahip ve miladdan sonralan da varlıklarını sürdüren Wu-sun (veya U-sun) kavminin Çin kayıtlarında (Han devri) "kırmızı saçlı (kumral), mavi-yeşil gözli olduğu belirtilmiştir. Diğer taraftan îslam kaynaklarından (El-Bîrün 1050 sıraları, Mervezî, 12. asrın ilk çeyreği) anlaşıldığına göre, Orta Asya'da Kun adlı bir Türk kavmi, 10. yüzyıl başında Kuzey Çin'de kurulan Moğ( K'i-tan devletinin bilhassa 936'da Çin'de Liao sülalesi olarak bütün kıt'a' ele geçirme teşebbüsü karşısında, yerlerini terkedip "Sarılar ülkesi" (Şar ya)'ne doğru çekilmişdir. Bu "Sarı"larla, adları aynı manaya gelen Kunların, menşe bakımından ilgisi üzerinde durulmuştur: Mervezî'ye göre, -hiç olmazsa bir kısmı- Aral gölüne kadar çekilmiş olan bu "Sarı"ların ya "Sarı-Uygur"lar(yk. bk. Kan-çou Uygur Devleti)dan olabileceği veya belki dı "Sarı-su" ırmak adında ve Türgiş hakanının başkenti civarındaki (Çu'nun batısı?) îbn Hurdadbih'in bahsettiği "Sarigh" kasabasında hatırası mevcut "Sa Türgiş"lerle birleştirilebileceği düşünülmüştür. Üstelik Kimek ülkesin uzandığı sanılan yol üzerinde Gerdizî'nin (Ulu Kuman?) diye kaydettiği bir bozkır sahası bulunmaktadır. Kun-Kuman-Sarı-Kıpçak meselesine dair son araştırmalara göre durum şöyle görünmektedir: (Kumanların batıya göçünden önce) Orta Asya'da itil-Seyhun-İrtiş arasında Oğuzlar; Tobol, îşim çevresinde Kıpçakla buradan Altaylar'a doğru Kimekler; Isık Göl etrafmda Karluklar bulunuyor daha doğuda Nan-şan bölgesinde (Mervezî'deki Şariya) Sarı-Uygurlar yer alıyordu. Huang-ho dirseği dolaylarında Nesturî (Hıristiyan) Öngüt'ler vardı. îşte bu sıralarda Kunlar da bu civarda bir yerde yaşamakta idiler (Zira Mervezî, ihtimal Örgüt'lerle karıştırarak, Kunlann Hıristiyan olduklarıı söyler). "San"ya gelen Kun(Kuman)'lar beraberlerinde Sarı-Uygurlardan bir kütleyi de sürükleyerek, Cungarya kapısından Türkmen (Karluk) bölgesin oradan da kuzeyde Kıpçaklar sahasına geldiler. Eğer "300 bin çadır halkın;Çin'den çıkarak" Kara-Hanlı ülkesine saldırmak istediklerine, fakat Balasa-gun'a 8 günlük mesafede Kara-Hanlı Togan Han tarafından geri atıldıkları na dair İbn'ül-Esîr'deki haberi bu hadise ile ilgilendirmek mümkün ise, büyük Kun-sarı göçünü Kıpçak topraklarına çeviren sebebin Kara-Hanlı mukavemeti ve karşı taarruzu olduğunu kabul etmek gerekir. Aslında Batı Gök-Türk topluluklarından olan Kıpçak kütlesi, eski Çik'lerin 10. asırdaki devamı olduğu anlaşılan, îrtiş boylanndaki Kimek- lerden îşim-Tobol vadilerinde oturan bir kol idi. Kaşgarlı, Yimek (İmek) kavminden ve bu kavim Kıpçakların büyüğü sayıldığı halde Kıpçaklann kendilerini ayrı tuttuklanndan bahseder. Bundan, Marquart'a göre, o sırada (11. asrın son yarısı) ikili federasyon (Kimek=İki Yimek, 2 tmek) halinde yaşayan Kimeklerde idareciliğin Kıpçak kolunda olduğu anlaşılmaktadır. Bu iktidar değişikliği herhalde asrın başlarında vukua gelmiş ve Kıpçaklar Balkaş'tan İrtiç'e kadar hakim bulundukları sırada güneyden Kun (Kuman) Sarılann gelmesi ile daha da kuvvet kazanarak, bu sefer hep birlikte (ihtimal doğudan K'i-tan baskısı veya daha ziyade yer ve otlak darlığı sebebi ile) Volga üzerinden batıya yönelmişler ve sonra, önlerindeki Uz kütlesinin 1048'de Balkanlar'a çekilmesi üzerine, Güney Rusya sahasına intikal etmişlerdir. Bu suretle Rus kronikinde Kumanlar (Polovtsi) ilk defa 1054 yılında görünürler. Hakimiyetleri Dnyeper'e kadar yayılan bu devirde doğuda "Kıpçak" adı muhafaza edilirken, Batıda, baş tarafta zikrettiğimiz adlarla anılmağa başlamışlardır.
Kuman (Kıpçak)'ların, Moğol istilasına kadar 1.5 asırdan fazla bir müddet Karadeniz kuzeyi bozkırlarını hükümleri altında tutuşlan Rus ve Balkanlar tarihinde derin izler bırakmıştır. 1055 yılında Pereyaslavl knezi ile bir anlaşma yapan başbuğ Boluş'tan sonra Kumanlar 1061'de Rusları yendiler ve 1068'de, kendilerinden kaçan bazı Uz ve Peçenek gruplarını hizmete aldığı gerekçesi ile yine Pereyaslavl'a girerek Rus knezlerinin birleşik ordusunu perişan ettiler (Alta ırmağı savaşı. Kiyef yanında); Çernigov knezliğine kadar sokuldular. Kiyef knezi Lehistan'a kaçtı. 1071'de Rostovtsev, Neyatin bölgesine, 1079'da Voin kasabasına, ertesi sene Novgorod sahasına akınlar yapan Kuman (Kıpçak)'lar, 1080'lerde hakimiyetlerini, Don-Dnyester ağırlık merkezi olmak üzere, Balkaş gölü-Talas havalisinden Tuna ağzına kadar yaymışlardı. Kafkaslarda Kuban bölgesini de içine alan bu arazi, kuzeyde Oka-Sura nehirleri boyuna, yani îtil Bulgarları sınırına uzanıyordu. Doğu Avrupa-Batı Sibirya bozkır bölgelerinin tamamını teşkil eden Ku- man-Kıpçak sahası o zamandan itibaren îslam kaynaklarında "Deşt-i Kıpçak" ("Kıpçak-Bozkın") adını almış, Batı kaynaklarında (îdrîsî, Rubruquis, Plano Carpini vb.) "Comania" (Komanya) diye anılmıştır. D. Rassovsky'ye göre, Rus, Bulgar, Alan, Burtas (Mordva), Hazar ve Ulah'lann Kuman tabiiyetinde yaşadıkları bu devirde Kuman-Kıpçak ülkesi 5 kısım halinde idi: Orta Asya, Yayık-Volga, Don-Donetz, açağı Dnyeper, Tuna. Buralarda Kuman-Kıpçaklar, herbiri kendi başbuğ("han")larının idaresinde olmak üzere ayrı bölükler olarak yaşıyorlardı ve 1091'de de Edirne yakınındaki Lebunium savaşında Bizans'ın müttefikleri, şüphesiz ancak "Tuna" bölüğü mensupları idi. Bu tarihlerde Altunapa, Sarııhan adlı başbuğlar "Kıpçak Bozkın"nda rol oynayan başlıca simalardı. Kumanlar 1091'de Macaristan'a, 1092'de Le- histan'a girdiler, 1093'de tekrar Bizans topraklarında göründüler. 1093-1094'de Rus bölgesine akınları devam etti. Anlaşılıyor ki, maksatlan toprak işgali değildi. Peçeneklerde de gördüğümüz gibi, bölgede, Hazarlar dahil herhangi bir bozkır-Türk siyasî topluluğu için geçerli olmak üzere, bozkır ikliminden harice çıkılmıyor, kendi hayat tarzlarına en uygun arazi- nin muhafazasını, dış tehlikeden uzak kalmasını sağlamak gayesi ile bozkırlar ötesindeki siyasî toplulukların daima baskı altında tutulmasına çalışılıyordu. Türk topraklarının güvenliği şartları içinde gerçekleştirilen barışlar, çok kere, karşı taraf sözünden dönmediği müddetçe, sürüp gitmekte idi. Bu durum bazan evlenmelerle de sağlamlık kazanıyordu. Bir anlaşmaya göre Tugorkan (veya Togur Han)'ın kızı, Kiyef knezi Svyatopolk ile (1094); sonra Çernigov knezi Oleg, başbuğ Osuluk (Uzluk)'un kızı ile evlendi. Böylece bir ara knezlerin ve ileri gelenlerinin hatunlarmdan çoğunu Kuman prenses ve kızlan teşkil etti. Bununla beraber, Kuman-Rus münasebetleri pek huzurlu değildi. Çünkü knezler kendi aralarındaki mücadelelerde birbirierine karşı Kumanlardan destek sağlamağa çalışıyorlar (mesl. Oleg 1095'de), veya yanlarındaki Kuman başbuğlarının adamlarını, fırsat buldukça, ortadan kaldırı yorlardı. 1096 başlarında Kiyefe gönderilen iki elçi (îtler ve Kıtan) maiyyetleri ile birlikte öldürülmüşlerdi . Hadise bir savaşa yol açtı. Tııgorkan ile başbuğ Küre bazı kasabaları yaktılar, Kiyefi ve civarını yağmaladılar (Mayıs 1096). Fakat knezlerin ittifakı karşısında savaşı kaybettiler, muharebede Tugorkan ile oğlu ölmüşlerdi. îki oğlu Kuman başbuğlarının kızları ile evli Kiyef prensi Vladimir Monomakh daha ciddî davrandı; 1097'de Liyubec kasabasında tertiplediği büyük toplantı ile knezleri uzlaştırmağa, Rus mukavemetini teşkilatlandırmağa girişti ve 1103'de bütün knezlerin başında, Kumanlara karşı büyük bir başarı kazandı. Kumanlar buna kısa fasılalarla şiddetli akınlar halinde cevap verdiler (1105-1111 arasında 4 defa) ki, Rus kroniklerini dolduran bu mücadeleler ilk Rus halk edebiyatını zenginleştirmiştir. V. Monomakh'ın ölümünden sonra knezler arasında münazaalar tekrar alevlendiği zaman Kumanlar bundan faydalanamadılar. Devamlı çarpışmalarla gençlerini ve dirayetli başbuğlannı teker teker kaybeden Kiyef civarı Kuman birliğinde zayıflık emareleri belirmişti. Tuna Kumanlarından bir kısmı Macaristan'a giderek askerlik yapmakta idiler. 12. asrın 2. yarısında Dnyeper Kumanlarının biraz toparlandıkları görüldü. Bunlar Könçek ile Kobyak (Köpek)'in başbuğluğunda Pereyaslavl knezliğine karşı taarruza geçtiler (1177, 1179). Aksu (Bug) civarındakiler Kiyefe doğru akınlar yaptılar, fakat 1184'de knez Svyatoslav idaresindeki şiddetli baskında birleşik Rus kuvvetlerine mağlüp oldular. Rivayete bakılırsa verdikleri 7000 esir arasında 417 bey veya beyoğlu bulunuyordu . Ancak Kumanların mukabelesi de şiddetli oldu: 1185 baharında Novgorod-Seversk knezi İgor kumandasındaki birleşik Rus ordusunu, aşağı Don boyunda Kayalı (bugünkü Kagalnik?) ırmağı kıyısında kuşatarak imha ettiler. Başbuğ Könçek'in idare ettiği bu savaşta prens İgor dahil Rus ordusundaki knezlerin hepsi de yakalanmıştı; esirlere iyi bakılmış, -sonradan kaçmağa muvaffak olan- îgor'un yaralan tedavi edilmişti.
Rus edebiyatının şaheseri olduğu söylenen Rus millî destanı (Slovo o Polkıı Igoreve)'mn başlıca konusu bu 1185 karşılaşmasıdır. Bu îgor destanın- da seferin ayrıntıları, tabiat, kahramanlık, üzüntü, İgor'un karısmın feryatları ustalıkla anlatılmıştır. 1800yılındaki ilk neşrinden zamanımıza kadar Rusya'da defalarca yayınlanmış ve incelemelere tabi tutulmuş olan metnin sonradan uydurulduğuna dair iddialar ileri sürülmüş ise de, tarihî hadiseyi aksettirdiğinden şüphe edilmemektedir ve aynca dil, savaş tekniği, donatım,madencilik vb. bakımlarından Ruslar üzerine Türk tesirlerini göstermesi itibariyle belge değeri büyüktür.
Don ve Kuban dolaylarındaki Kuman(Kıpçak)'ların da Gürcülerle yakın münasebetleri olmuş, bu vesile ile Kumanlar Kafkaslar'ın güneyine geçmişlerdir. Gürcü kıralı Bagratlı David II (1088-1125) Büyük Selçuklu împaratorluğunun en kudretli çağına tesadüf eden hükümdarlığının başlarında, îslam-Türk baskısına karşı durabilmek ve mümkün olduğu takdirde Abhaza ülkesini ve baçka Gürcü bölgelerini Selçuklulardan geri almak için, aralarında yavaş yavaş hıristiyanlığın yayılmakta olduğu Kıpçaklardan kendine en yakın birlik ile temas kurarak askerî destek sağlamağa çalışmış; onlardan aldığı yardımlarla güney yönünde bazı harekatta bulunmuş (1109-1110'da) ve güzelliği ile meşhur bir Kıpçak prensesi ile evlenmişti. Bu kız, yukarıda adı geçen başbuğ Saruhan(Charaghan)'ın torunu ve onun yaşlılığı dolayısiyle yerine başbuğluğa getirilen oğlu Atrak (Atraka)'m kızı idi. Atrak da kralın daveti üzerine kendine baglı kalabalık kütlelerle (40 bin aile) Gürcistan'a gitti (1118. îlk büyük göç). Bu Kuman-Kıpçak kütleleri Çoruh, Kür dolaylarını "görülmemiş bir kudret ve genişlikle canlandırdılar"; Selçuklulara bağ lı Müslüman emîriikleri idarelerine aldılar ve sayısı 40 bin tahmin edilen bir süvari ordusu ile Şirvan'a, Azerbaycan'a seferler yaptılar. 1121'de Borçalı çayı havalisini ele geçirdiler. 1123'de aldıkları Tiflis'i Gürcü kırallığı başkenti yaptılar. 1124'de îspir ve Oltu'ya kadar ileriediler. Şirvan şahlarını vergiye bağlamışlar, Saltuklu, Sökmenli, Mengücüklü ve Artuklu beyleri ile ve daha sonralan Azerbaycan Atabeyliği ile devamlı mücadele etmişlerdi Kral Giorgi III (1156-1184) zamanında Gürcü askerî gücünü meydana getiren Kıpçaklar 1177'de, asî ordu kumandanı îvane Orbelian'dan, kralı himaye etmek suretiyle başkumandanlığı devralan ünlü başbuğ Kubasar ile büsbütün hakim duruma geldiler. Devlet adamı Kutlu Arslan gibi Kıpçak beylerinin idaresinde başlayan -anası tarafından Kıpçak- güzel kraliçe Thamara (1184-1213) devrinde Gürcü devleti, kuzeyden Kıpçaklar başbuğunun kardeşi Sevinç idaresinde yeni kütlelerin ülkeye gelmesi ile de (ikinci büyük göç: "Yeni Kıpçaklar") askerî, siyasî alanda, tarihinin en parlak çağını yaşadı. Bugün Kür, Çoruh ve Çıldır gölü havalisinde Kıpçak Türkçesine yakın bir dil konuşan ahalinin, buraya o tarihlerde gelen Kuman-Kıpçak kütleleriyle yakın ilgisi olduğu, bölge halk edebiyatında bazı motiflerin o devir hatıralarını taşıdığı bildirilmektedir. Selçuklu çağının tanınmış şahsiyetlerinden, Azerbaycan Atabeyliği (1146-1225)'nin kurucusu, İl-Deniz de Kafkaslar'dan gelmiş bir Kıpçak Türkü idi.
Gürcistan'a gelmeleri dolayısiyle Don boylarını belki tamamen, Kuban bölgesini kısmen boşaltmış olan Kumanlardan Kırım yarımadasında kalan- lar şehiriere yerleşerek ticaret hayatına atılmış, hatta bazı küçük kasabalar da kurmuşlardır.
Fakat, 1203'de Kiyefi işgal etmelerine ve 1219'da Ruslarla birlikte, kısa bir müddet için, Galiçya'yı Macarlardan almış olmalanna rağmen, 13. asır başlarında artık "Deşt-i Kıpçak" bütünlüğünde siyasî kudrete sahip bir Ku-man topluluğu kalmamış gibidir. Doğudakiler Kıpçak, Kanglı, Yimek, Uran vb. adlar altında bozkırlarda eski kabile yaşayışı içinde iken Harezmşahlar Devleti ile -bilhassa Sultan Ala'üddin Tekiş (1172-1200)'e hatun olarak bir prenses verdikten sonra- temaslarını arttırarak, bu Türk-İslam devletinde askerî vazifeler almışlar, sınırların genişlemesinde büyük hizmet görmüşler ve sonra Moğollann Orta Doğu'yu istilasının arifesinde Harezmşahlar im- paratorluğu askerî gücünün hemen tamamını meydana getirmişlerdir. Fakat bu ordu Moğollar tarafından yok edildi (1220).
Moğollar karşısında başarısızlık Deşti Kıpçak'ta da görüldü. 13. asır başlanndan itibaren Rusların adeta yardımcısı durumuna giren Kumanların Kırım çevresindeki zümreleri, Karadeniz'in büyük ticaret limanı Suğdak ile dolaylarını Anadolu Selçuklularına terk etmeğe mecbur kalmakla (1226) iktisadî yönden uğradıkları sarsıntıyı gideremediler. Daha 1223'de, Cebe ile Subatai kumandasındaki iki Moğol tümenine Ruslarla birlikte mağlüp olan Kuman-Kıpçaklar (Kalka savaçı), Cengiz'in torunu Batu idaresinde, Deşt-i Kıpçak içlerine ilerleyerek îtil Bulgaryası'nı çiğneyip geçtikten sonra, bir anda Rus knezlerinin askerî güçlerini perişan eden Moğol ordusu karşısında tutunamadılar. Don-Donetz havzasında başbuğ Köten kumandasındaki kuvvetler dağıldı (1239) ve başbuğ, kurtulabilenlerle Macaristan'a iltica etti. Kuman-Kıpçakların kalabalık bir kısmı da îtil Bulgaryası'na gitti ve ore da adeta nüfus çoğunluğu kazanarak Kıpçak Türkçesinin, Bulgar lehçesi ye rine, umumîleşmesine yol açtı. Bütün Kıpçak Bozkırı Moğol istilasına uğrayıp Altun-ordu devleti kurulduktan (1256) sonra, "Deşt-i Kıpçak" tabiri da ha uzun müddet kullanılmakla beraber, Kuman-Kıpçakların artık hiçbir rolü kalmamıştır. Kuman-Kıpçaklar, o sıralarda, Mısır'da varlıklarını daha iyi ortaya koymuşlardır. 13. yüzyıl başlarından itibaren dağınıklıklan ve gittikçe daralan imkanları yüzünden hayat şartlarının zorlaştığını gördüğümüz Ku man-Kıpçaklar, bilhassa kıtlık ve hayvan hastalıklannın zuhur ettiği yıllarda Kıpçak Bozkırında İslavlar dolayısiyle eski tarihlerden beri devam edegelen bir geleneğe uyarak, sıhhatli, gürbüz çocuklarını para karşılığmda başka ve daha müreffeh ülkelere göndermeğe başlamışlardı. Mısır'da Eyyübî dev leti askerî gücünü yabancılardan sağlamak durumunda olduğundan, Deşt- Kıpçak'tan ve Kafkaslar'dan getirilen Kıpçak, Oğuz, Çerkes gençlerini se vinçle kabul ediyor ve onları hususî kışlalarda eğitiyordu. îşte bu sırada Mı sır'a hayli Kuman-Kıpçak delikanhsının gelerek orduda vazife aldığı görül mektedir. Nihayet İzzüddin Ay-beg'in 1250'de Eyyübîler yerine sultan ilaı edilmesi ile kurulan Mısır "Türk Devleti" kısa zamanda Kuman-Kıpçak unsurunun eline geçti. Bunlardan ihtimal Kıpçak olan Sultan Kotuz'dan son ra, Sultan Beybars hem kudretli bir asker, hem yüksek devlet adamı bi Kıpçak Türkü olarak kendini gösterdi (1260-1277). İslam hilafetini ihya et mek, Moğolları Suriye'den uzaklaştırmak gibi icraatı ile zamanın seçkin bi hükümdarı oldu. Yerine geçen Sultan Kalavun (1279-1290)801 da bir Kıpçak idi. O da Moğol-Ermeni-Frank birleşik ordularını yenilgilere uğratan "En büyük îslam hükümdarı" olarak, anayurdu ile bağlantıyı devam ettirmiş, Altun-ordu ile dostane münasebetlerde bulunmuş - ve Mısır-Türk Devletindı ilk hükümdar sülalesinin kurucusu olmuştur. Evlatları, iktidar Çerkes köle menlerine geçinceye kadar, devleti idare etmişlerdir (1290-1382). Bu devrı içinde devlet "Türk Devleti" (Ed-Devlet'üt-Türkîya veya Devlet'ül-Etrak) diye anılmış. Mısır ve Suriye "Türkiye" adını almıştır. Çoğunluğu Arapça konuşan yerli halkın dışında kalanlar için umumî dil Türkçe ve kültür Türk kültürü idi ki, Çerkes idaresi devresinde de durum böyle devam ederken ülke Osmanlı Türklerine intikal etmiştir (1517).
Hindistan'da Delhi Türk sultanlığında 2. hükümdar ailesinin kurucusu olup, daha ziyade Uluğ Han diye anılan Sultan Balaban (1266-1286) da, gençliğinde Delhi'ye giderek devlet hizmeti almış Kıpçak büyüklerinden idi.
9.-13. yüzyıllar boyunca Doğu Avrupa-Batı Sibirya bozkırlanna hakim olan Peçenek-Uz-Kuman(Kıpçak)'lann tarihî rolleri şimdiye kadar saydıklarımızdan ibaret değildir. Bunların, izleri zamanımıza kadar sürüp gelen başka mühim hatıraları vardır. Önce, bu Türk boyları Rusların Karadeniz'e inmelerine ve Balkanlar'a sarkmalarına izin vermemişlerdir. Sonra, Dağıstan havalisi, Terek boyu ve sair bölgelerin Türkleşmesinde tesirli olmuşlardır. Rus vakayinamelerinde knezliklere yerleştirilmiş olarak geçen ve adlarının hatıraları o bölgelerde hala muhafaza edilen Berendi'lerin Peçeneklerden bir bölük olduğu, Kiyef knezliğinde sınır bekçiliği yaptıklan ileri sürülen Kara-Kalpaklar'da Peçenek-Uz-Berendi karışımından meydana geldiği bilinmektedir. Bunlardan bir kısmının sonraları Ceyhun ağzına giderek bugünkü Kara-Kalpakları teşkil etmiş oldukları anlaşılmaktadır. Bugün Romanya'da, açık sarı saçları ve mavi gözleri ile etraftaki topluluklardan ayrılan Çango'ların da Kumanlardan indikleri kuvvetle ileri sürülmektedir.
1223 Kalka savaşından sonra Moldavya'daki Kumanların başbuğu Borç Han'a bağlı kütleler, o zaman "Cumania" denilen bu bölgede (Kuzeydoğu Romanya) Hıristiyanlığı kabul edip kendileri için piskoposluk kurulmuş (1233), 1239 yenilgisi üzerine Köten idaresinde Macaristan'a göçenler Tuna-Tisa arasına yerleştirilmişlerdir. Buradaki yer adlan onların hatıralarıdır (Kis-Kunsag, Nagy-Kunsag= Küçük ve Büyük Kumanlar; Debrecen-DoJu Macaristan'da büyük üniversite yhn-Kartsag şehri vb.). Macar dilinde mevcut Türkçe sözlerin "orta tabakası" Kuman-Kıpçakça'ya aittir.
Vaktiyle Avarlann îslavları teşkilatlandırması gibi, Peçenek ve Kuman idarecilerinin de Balkanlar'da benzer büyük hizmetleri görülmüştür. 1185-1237 yılları arasında Tuna'nın güney bölgesinde kalabalık halde yaşayan Kumanların, Bizans'a karşı Bulgar istiklal mücadelelerinde (1185-1195) başlıca rolü oynadıkları anlaşılmaktadır. Mücadeleyi kazanarak 2. Bulgar devletinin başına geçen ve Ulahların (sonraki Romenlerin) teşkilatlanması tarihinde yeri olan Çar Asen(l 187-1196)'in Kuman menşeinden geldiği, ayrıca daha sonraki Bulgar hükümdarlarından bir kısmının Kuman olduğu belirtilmiştir. Bizans-îznik împaratoru J. Vatatzes (1222-1254), Moğollann önünden çekilen Kumanlardan çoğunu -toprak karşılığı askerî hizmet yü kümlülüğü ile- Trakya'da, Makedonya'da ve batı Anadolu'da iskan etmiştir.
Peçeneklerin, Uzların ve Kuman-Kıpçakların doğu Tuna çevresindeki etnik ve siyasî durumun teşekkülündeki tesirleri de ziyadesiyle dikkat çekicidir. Halen Romanya'da yaşayan ve ana dilleri Türkçe olan Gagauzların 13. yüzyılda oraya giden Selçuklularla ilgili oldukları iddia edilmiş ise de, bunlann daha ziyade Hıristiyanlaşmış bir Uz kütlesi olması ihtimali üzerinde durulmaktadır. Romanya'da bazı Türkçe yer adları (Teleorman, Dereh- lui (vadi), Turlui (tuı\u=tuz\u),Arges, Baragan, Cumana, Peçineaga, Carais- nan vb.) ile Romen dilinde mevcut Türkçe kelimelerden çoğu o devrin hatı ralarıdır. Aynı bölgede 1330'larda teşekkül ettiği bilinen ilk Romen devletinin de Kuman-Kıpçak unsuruna dayanan bir başbuğ ailesi tarafmdan kurul- duğu görülmektedir. Kurucusu Tok-temir oğlu Basar-aba idi (basmak fıilınden basar-t-aba).(=apa, Türkçe unvan) eki ile yapılan adlar Oğuzlarda (Ay-aba, Boz-aba) ve Doğu ve Orta Avrupa ve Mısır Kıpçak-Kuman çevrelerinde (Altın-aba, Tomuz-aba, It-aba, Arslan-aba vb.) yaygındır. Romanya'nın kuzeyindeki Basarabya bölgesi de aynı adı taşır. Basar, Baseroğul tarzında isimlendirmeler Deşt-i Kıpçak'taki Moğollarda da görülüyorsa da, kelime aslen Türkçe olduktan başka, Moğol hakimiyeti devrinde Türkçe konuşulduğu ve halkın büyük çoğunluğunu Türklerin teşkil ettiği dikkate alınırsa, "Türkleşmiş Moğollardan olduğuna ihtimal verilen Basaraba Türk kültürünü temsil ettiği anlaşılır. 15.-16. yüzyıllardaki Romen devlet büyüklerinin halis Türkçe olan adları Akbaş, Akkuş, Bozdogan, Bilik, Berendey, Barak, Bars, Beğbars, Buga, Belçir, Kara, Kızıl, Kazan, Şişman, Temirtaş, Tok, Ötemiş vb...819'de bu görüşü desteklemektedir.
14. yüzyılın 2. yansında, Dobruca'da kurulan "devlef'i de, Kuman Türklerine bağlamak mümkün görünüyor. Bir yandan Bulgar, bir yandan Bizans iktidarlarının zayıf düştüğü bu devirde, Bizans imparatoriçesi Anna tarafından yardımına müracaat edilen (1346'da) açağı Tuna bölgesi mahallî başbuğlanndan Balika (Türkçe, balık'dan)'nın oğlu Dobrotiç (Dobruca, bundan geliyor) 1354'lerden itibaren -sonra kendi adıyla anılacak olan- bölgenin ha-kimi olarak, 1385 yılına kadar Balkanlar ve Karadeniz'de mühim siyasî rol oynamıştır. Bakır paraları ele geçmiş olan oğlu îvanko zamanında (14. asır sonlarına doğru) bir aralık Romen tabiiyetine girdiği sanılan bu küçük Türk "Dobruca Devleti"nin topraklan 1417'de Osmanlılara intikal etmiştir.
O tarihlerde Asya içlerinden Macaristan'a kadar yayılan bütün Türklerin konuştuğu ve ilim dünyasında "Kıpçak lehçesi" (Batıda "Lingua Coma- nesca") diye anılan Kuman dilinin belki en mühim hatırası 1303 yılında Kırım'da İtalyan, Alman misyoner-tacirleri tarafından hazırlanan ve "Codex Cumanicus" adı ile tanınan Kumanca-Latince-Farsça ve Kumanca-Almanca lügat (ve gramer) kitabıdır ki, Kumanların Hıristiyanlık devri ile ilgili olmakla beraber, Türk dilinin seçkin yadigarlarından biri kabul edilmektedir.