10 Mayıs 2008 Cumartesi

TÜRKİYE’Yİ TÜRKSÜZLEŞTİRME OPERASYONU

TÜRKİYE’Yİ TÜRKSÜZLEŞTİRME

OPERASYONU

(Bir coğrafyayı milletinden ayırmanın anatomisi)


Behiç Gürcihan 2004


“Türkiye Türklere bırakılamayacak kadar önemli bir ülkedir”

Yukarıdaki söz Anadolu coğrafyası üzerinde emelleri bulunan küresel güçlerin Türkiye’deki ağızlarından birisi tarafından dile getirilmiştir. Dünyanın hiçbir ülkesinde, kendi vatanı hakkında böyle bir söz söyleyeni hala aydın statüsünde tutup, ona medyasında yervermeye devam edecek bir başka ülke yoktur fakat aydını derin aşağılık kompleksleri ile yoğrulmuş ve bu aydınları çeşitli dış kaynaklardan fonlanan bir ülkede de buna pek fazla şaşırmamak gerekir.

Merkezinde Türkiye’nin bulunduğu coğrafi ana kara üzerinde yeni küresel planlarını 11 Eylül ile birlikte devreye sokan egemen güçlerin Türkiye’ye biçtikleri rolün dışa vurumunun kimin ağzından çıktığının nedenlerinden çok; bu planın özüne dair bir inceleme yerinde olacaktır.

Temelde bu operasyon; Anadolu’yu Türksüzleştirme, Türk’leri de millet bilincinden sıyırma operasyonudur.

28 Şubat 1997’de geliyorum diyen bu yeni kaos dalgasının ikinci ayağı 17 Ağustos 1999’da çakıldı ve 2001’de yaşanan ekonomik krizle ile ekonomik olarak derinleştirilen bunalımın son kulvarına 3 Kasım sonrasında yaşanacak savaş süreci ile girilecek. Topraklarımız dışında yaşanacak bu savaş içeride bir çok operasyon içinde bahane oluşturacak. 3 Kasım sonrasında oluşacak siyasi tablo bünyesinde birilerinin bu bahaneyi yaratması hiç de zor olmayacak.

28 Şubat’la orduyu pasifize edenler, 17 Ağustos’ta toplumla-devlet bağını iyice koparmakla kalmayıp hem ekonomik krizin temellerini attılar hem de Türkiye’nin en kritik toplumsal havzasında yabancı istihbaratın kuluçkalanmasına neden oldular. 2001’deki ekonomik kriz Türkiye’nin milli sermaye altyapısının altına dinamit koymakla kalmadı, Türkiye’nin finansal sisteminin de belli odaklarının iyice kontrolü altına girmesinin dinamiklerini yarattı. (Eskiden uzaktan izledikleri sistemin sahibi oldular da denebilir).
Şimdi önümüzde ABD-İngiltere-İsrail üçlüsünün Ortadoğu operasyonunun Anadolu toprakları üzerinde yaşanan “Türksüzleştirme” operasyonunu iyi tahlil etmek gerekiyor.

Bu operasyonun üç ana kulvarı bulunmaktadır :

a) Üretimde (Sermaye) Yabancılaşma
b) Toplumsal Yabancılaşma
c) Coğrafi Yabancılaşma


Üretim(Sermaye) Yabancılaşması

Operasyonun en kolay icra edilen ayaklarından bir tanesidir. Pazar dinamikleri maskesi altında; 10 milyon dolarla borsanın oynatılabildiği, her köşe başına özerk kurulların hakim olduğu bir ekonomide, geriye sadece gayrimilli sermaye odaklaşması kalmaktadır. 28 Şubat sürecinde ‘yeşil sermaye’ öcüsü yaratılarak sindirilen Anadolu sermayesinin tabutuna son çivi de 2001 krizi ile çakılmış ve krizin hemen sonrasında Baba Bush’un temsil ettiği Carlyle Grubu (Dünyanın en büyük finans-yatırım şirketlerinden) , Rahmi Koç ile özel bir toplantı yapmıştır. Bu toplantı Türk ekonomisinin küresel güç baronları arasında paylaşıldığı toplantılardan sadece birisidir.

Türkiye’nin üretim tabanının gayrımilli odaklara devredilmesi sürecinde en önemli unsurlardan bir tanesi finans sektörünün teslimiyetidir ve Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu bu alanda bazıları için paha biçilmez bir rol oynamıştır. Finans sektörünü rehabilite etmeyi değil budamayı tercih eden bu kurumun en son Pamukbank operasyonu, finans sektörüne yönelik bu operasyonun arkasındaki niyeti açıkca ortaya koymuştur. Benzer bir şekilde Demirbank bağlamında gerçekleşenler, küresel güç baronlarının küreselleşmedeki neşteri görevini gören global finans sermayesinin Türk finans piyasasına hakim olmaları yönünde attığı ilk işaret fişeğidir. Doğrudur; küresel finans sermayesi Türkiye’deki finansal dalgalanmalar üzerinde zaten birkaç yabancı finans-yatırım kurumu ve bunların beslediği birkaç parasever ‘Türk’ evladı ile hakim durumdaydı. Bu noktada küresel güçlerin hakim olduğu yeni dinamik; Türkiye’deki finansal dalgaları etkileme gücünün ötesinde üç ana unsuru barındırmaktadır:

a) Türkiye’deki büyük sermayeleşme eğilimlerinin önünü kesebilecek konum
a. Hangi sermaye grupları boylarını aşacak girişimleri hedefliyor; kimin büyümesi kontrol dışı gerçekleşiyor; mevcut sermaye dengelerine tehdit içerecek dinamikler mevcut mu?
b) Türkiye’nin üretim altyapısı ve sermaye/finans hareketleri ile ilgili paha biçilmez istihbarat
a. Hangi şirket ne üretimini yapmakta, ne yönde hareket etmekte, hangi pazarları ve dışarıya rekabet yaratabilecek ortamları hedeflemekte, üstüne vazife olmayan alanlara gözünü dikmiş mi?
c) Ekonomiyi daha mikro düzeyde kontrol yetisi
a. Kimlere kredi verilir, ne kadar verilir, hangi durumlarda bu krediler geri çekilir


Demirbank’ın yok pahasına devredildiği HSBC bankasının Asya’da ABD’nin istihbarat örgütlerinden CIA’in kara parasını akladığı yolundaki suçlamalar dikkate alındığında, Türkiye’deki finans/ekonomi istihbaratının en ince ayrıntısına kadar kimlerin eline ve kontrolüne geçtiğini görmek daha kolay olacaktır. Genlerinin haritasını kaybetmekten kaygı duymayan bir milletin parasının bilgisini kaybetmesi ne kadar kaygı vericidir ayrıca tartışılabilir.

Finans sermayesi alanında yapılan operasyonun tamamlayıcı ayağı üretim alanında gerçekleşmektedir ve bu alanda Türkiye burjuvazisi maalesef milli bir burjuva olmaktan çıkıp, küresel kraliyetçilerinin taşeronu konumuna düşmüştür. Günümüzde Türk milletinin ‘saygıdeğer’ diye tanıdığı ve maalesef ‘Türk’ olarak addettiği (kısacası kendinden bildiği) bir çok isim, bu operasyonun gönüllü maşası konumundadır. Kendilerine bu görevi verenlerin gönlünden kopacak payların onları fazlası ile ihya edeceğinin bilincinde olarak.


Bugün, ekonomideki köşe başlarının Türk olmayan unsurlar tarafından tutulduğu bilinmelidir. Bu çerçevede IMF tarafından, dış sermaye çevrelerinin Türkiye’ye verdiği borçları kazasız belasız tahsil etmek için yollanan Kemal Derviş isimli zat sadece bir karikatürdür; yıllardır bu ekonomi içinde yer alıp vatan hainliğine varacak derecede bu ülkeye yapılacak yatırımları engelleyenler veya bu ülkeyi yanlış yatırımlar yolu ile dışa bağımlı hale getirenler gözönüne alındığında.

Dışarıdaki patronlarının çizdiği küresel konjonktür doğrultusunda kendilerine biçilen rolü kabul eden komprador burjuvazi ne yazık ki sıranın kendisine de geleceğinin farkında değildir.

Bugün Türkiye’deki komprador burjuvaziyi görevlendirenler, Türk sermayesinin çerçevesini belirlemişlerdir:

a) Türk sermayesi küresel ekonomi için temel hammaddeleri üretme, işletme, değerlendirme ile ilgili sektörlere el atmayacak; devletin bu alanlara el atması engellenecek

b) Türk sermayesi ağır sanayi alanında faaliyet göstermeyecek; bu sanayinin ancak taşeronluğu ve/veya yan sanayi alanında faaliyet gösterecek.
c) Türkiye’deki beyin gücünün büyük bir yoğunlukla yurtdışına göç etmesinin sağlanmasına müteakip, Türkiye’deki bilişim firmaları uluslararası bilişim firmalarının yan sanayi olarak faaliyet gösterebilir; bölgesel temsilcilikler aracılığı ile bölgesel etkinliklerini arttırabilirler
d) Türk sermayesi halkın büyük tüketim potansiyelinden gelen ve yoğun günlük nakit akışı olan alanlarda (perakendecilik, gıda, v.s.) yabancı sermaye ile birlikte faaliyette olacaktır ve bu alanda da komprador burjuvazi boy gösterecektir.
e) Türkiye’nin tarımı ve hayvancılığı ile ilgili eklemlenecek bütün sektörler dış ortakların denetimi altındaki komprador burjuvazinin kontrolü altında olacaktır. Tarım sektörü üreteceği ürünlerin pazarlama kanalları aracılığı ile komprador burjuvaziye eklemlenecektir.
f) Komprador olmayan yerli burjuvazi yan sanayii alanında faaliyet gösterecektir.
g) Yoğun işgücü; hizmet sektörü aracılığı ile; Türkiye’ye yerleşecek yabancı sermayeye hizmet edecek hizmet sektörü firmalarınca emilecektir. Türkiye’nin bir ihracat ve dağıtım üssü haline getirilmesi durumunda dahi yerli sermaye o da komprador burjuvazinin alt taşeronu olarak hizmet/altyapı sektöründe faaliyet gösterecek.
h) Anadolu coğrafyasındaki kritik noktalara küresel baronların küresel stratejilerine ters düşecek yabancı sermaye odakları yerleştirilmeyecektir.

Yukarıda ana hatları ile verilen bu yeni paylaşım planının göstergesi olarak birkaç olaya dikkat çekmek gerekir.

Madde H’ye aykırı davranışa örnek

Sabancı Grubu, Özdemir Sabancı’nın öldürülmesi öncesinde Japon sermayesini ciddi şekilde Türkiye’ye getirme yolunda adımlar atmış ve Toyota ile ciddi ortaklıklar kurmuştu. Fakat anlaşılan Avrupa’nın dibine yerleşecek olan Japon sermayesi birilerini kızdırmış olmalı ki, DHKP-C’nin taşeronluğunda gerçekleştirilen bir eylem ile Sabancı tröstüne gerekli mesaj verildi. Bu olay sonrasında Sabancı’lar mesajı aldı ve araba üretiminden çekilerek, Avrupa’lılarla gıda ve perakendecilik alanlarında ciddi yatırımlara girişti. Bugün, Toyota’nın o görkemli açılışını hatırlayan bile kalmadı Türkiye’de. Türk pazarının Japon otomobillerine kaptırılması birkaç kurşun ile engellendi.

Sabancı yanlış ata oynamıştı.

Madde C’ye uygun davranış

Son zamanlarda Koç Grubu’nun telekom alanında,arkasında Yahudi sermayesi olan ve ABD’nin en büyük telekom şirketlerinden SBC’in de ortağı olduğu Amdocs firmasını Türkiye’ye soktuğu görülüyor. Kimdir bu Amdocs firması? ABD’de FBI tarafından hakkında casusluk suçlaması ile soruşturma açılmış ve daha sonra bu soruşturması örtbas edilmiş bir firma. ABD’deki 27 telekom firması bünyesinde kullanılan faturalandırma yazılımı aracılığı ile ABD’deki bütün telefon görüşmelerinin kayıtlarının bir kopyasının İsrail’in eline geçmesi ile suçlanan bu firmanın İsrail adına casusluk yaptığını bilmeyen kalmadı. Türkiye’dekiler dışında. Ve Türkiye’de bu firma Koç tröstü aracılığı ile Aycell üzerinden Türk Telekom’a girmiş durumda.

Küresel kraliyetçilerin istediklerini uygulama konusunda hiçbir zaman sıkıntı çekmeyen Koç’un bu itaatkarlığının onun bekaasını sağlayacağını söylemek ise çok zor.


Madde C ile paralel olarak Türkiye’de bilişim sektörü yabancı şirketlerin yan sanayii ve/veya temsilcisi olarak teşekkül etmekte ve Türk sermayesinin, elindeki müthiş beyin gücü potansiyeline rağmen bu alanda bağımsız ürünler ve hizmetler geliştirmesini teşvik edecek politikalar güdülmemektedir. Bu tür ürün ve hizmetleri geliştirecek olan beyinlerin ise yabancı firmalar aracılığı ile yurtdışına transferi yolunda ise son krizle birlikte ciddi adımlar atılmıştır.

Türkiye’nin madencilik, tarım ve hayvancılık alanında geldiği nokta ise hiçbir örneği gerektirmeyecek kadar açık bir şekilde ortadadır.

Çağdaşlığın simgesi şeklinde birer tüketim abidesi olarak her tarafa dikilen alışveriş merkezleri ve hipermarketler Türk insanının yabancı marka tüketim bağımlılığını pekiştirme ve derinleştirme yolunda bilinçli olarak kullanılan kanallar haline gelmiştir. Öyle ki Türk ekonomisine katkısı neredeyse orada üç beş kuruşa çalışan üç beş elemandan ibaret kalmaktadır. Satılan malların çoğunun yurtdışından ithal edildiği ve/veya karlarını rahatça yurtdışına transfer edebilen yabancı firmalar tarafından üretildiği bu merkezler, komprador burjuvazinin bekçiliğinde gelişen sektörlerdir.

Sonuçta;

Türkiye ekonomisi, komprador burjuvazinin kendisine verilen küresel görev çerçevesinde; yerli sermayenin belirlenen çerçevede üretim yapmasını sağlamakla görevlendirilmiştir. Ve ne yazıktır ki; ekonominin bu geçiş döneminde küresel kraliyetçilere hizmet eden komprador burjuvazinin şimdiden yedekleri bulunmaya başlanmıştır.Ve kürenin patronları yeni hizmetkarlarını şimdiden ısındırmaktadırlar. Kendilerini bugün Koç gibi hissedenlerin, kendilerine biçilen görevi tamamlamaları ile birlikte yarın aynı hissi taşıyamamaları kuvvetle muhtemeldir.

Unutulmamalıdır; Türkiye’de bir çok holding; küresel sermaye lobilerinin maşa olarak kullandığı ve işi bittiğinde atacağı kabuk kuruluşlar haline gelmişlerdir.


TOPLUMSAL YABANCILAŞMA
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Cumhuriyet’in 80. yılına girilirken, ulus devlet olma yolunda sürekli gerilemiş ve bugün gelinen noktada AB propagandası altında neredeyse nüfusunun üçte birini teşkil eden bir etnik grup azınlık olarak kabul edilme noktasına gelmiştir. Keza birkaç sene öncesine kadar kendi etnik kimliklerini telafuz etme ihtiyacını bile duymayan gruplar, yeni dinamikler doğrultusunda açıkça etnik kimlikleri doğrultusunda kültürel, sosyal ve hatta politik etkinliklere girişir olmuşlardır. Etnik parçalanmanın ötesinde toplum bir de ayrıca belli düşünce kalıpları çerçevesinde bölünmüş ve dondurulmuştur.

Dünyada Türkiye Cumhuriyeti kadar toplumsal fay hatları üzerinden sürekli bir polemik kazanında kaynatılan bir başka devlet bulunmamaktadır. Ve ne yazık ki, bu fay hatları ile ilgili olarak yetkili makamlar sadece haritalandırma çalışması yapmakta; bu fay hatlarının üzerindeki yapıların toplumsal sallantılara dayanıklı hale getirilmesi ve bu fay hatlarının giderilmesi konusunda gösterilen çabalar yetersiz kalmaktadır.

Türkiye yabancı istihbarat örgütlerinin rahatlıkla televizyon kanalı kurabildiği, partilerin içine sızabildiği, çeşitli fonlardan besledikleri kanaat önderleri aracılığı ile toplumun önüne her türlü polemiği, kavramı ve tartışmayı sürebildiği ve devletin gözü önünde devletin aleyhine propaganda yapılabildiği; ülkenin küresel hegemonlara devredilmesi maksadı ile her türlü kavramsal maskelemenin yapılırken gerçeklerin milletten gizlenebildiği bir psikolojik savaş sirkine dönmüştür.

Bu kavramsal karmaşa arasında Türk milleti her türlü düşünsel nirengisini kaybetmiş bir şekilde geleceğini kontrol edemeyeceği bir noktaya sürüklenmektedir.

Toplumsal yabancılaşmanın bir ayağı da toplum katmanları arasında ekonomik olarak açılan uçurumun görsel ve kavramsal boyutta da derinleştirilmesi aracılığı ile gerçekleştirilmektedir. Bu yönde medya yine müstesna bir rol üstlenmiş ve bir yandan yaşam savaşı veren kitleler üzerinden devlet ve siyasi kuruma saldırmanın platformu haline gelirken, bir yandan da; ekrana getirdiği sosyete yaşam sahneleri aracılığı ile iktidarın merkezinden savrulmuş kitlelere yalnızlıklarını ve farklılıklarını sürekli hatırlatmaktadır.

Toplumu kendi içinde yabancılaştırmanın bir diğer ayağı ise; bu coğrafya üzerindeki en köklü unsurlar üzerinden yapılmaktadır ki bu da İslam’dır. Türkiye’de İslam hem kendi içinde, hem kendi dışında sürekli manipüle edilen bir öğe haline gelmiştir ve toplumun önüne sürülen ‘dini liderlerin’ çoğu bu kafa karışıklığını çözümlemekten çok, derinleştirme yolunda işlev görmektedir. Laik/İslamcı ayrımının yanı sıra; önümüzdeki süreçte mezhebsel ve azınlıklarla bağlantılı olarak gayrimüslim cemaatler nezdinde yeni kışkırtmalara gebe bir ortamı da beraberinde getirecektir. Anadolu’nun ezilmiş müslümanlarını arkasına alarak ezici bir çoğunlukla iktidara gelen AK Parti’nin seçim bildirgesinde türbandan söz etmezken, ‘mülkiyet haklarına saygı’dan söz etmesi; Türkiye’de ‘mülkiyet hakkı’ sorunu ile kimlerin karşı karşıya olduğu sorusunu da beraberinde getirmektedir.

COĞRAFİ YABANCILAŞMA

Türkiye’de strateji üreten çevreler ve kurumlar üzerinde uygulanan yabancılaşma operasyonudur. Küresel kraliyetçilerin bizzat kendi ağızlarından ve/veya bunların maşalarının ağzından duymaya başladığımız “Türkiye’nin en önemli ihraç ürünü ordusudur” ifadesi bu yabancılaşmanın bayrağı haline gelmiştir.

Mevcut ekonomik buhranın kendiliğinden oluşturduğu baskı ortamını da fırsat bilenler, Türkiye Cumhuriyeti devletini küresel güçlerin bölgesel jandarmalığını üstlenmeye ikna etmeye çalışmaktadırlar ve maalesef bu baskılar, Türkiye’nin çıkarlarının küresel güçlerle eşgüdümlü olarak hareket etmekten geçtiğine inanan bazı iç odaklar üzerinde fazlası ile etkili olmaktadır. 260 milyon dolar karşılığında Afganistan’da görev yapan Türkiye’nin bu macerasının ilk provaları Somali’de yapılmıştır ve Irak ile nihai şeklini alacaktır. Türkiye neredeyse gözünün önünde kurulan bir Kürdistan’ın garantörlüğünü üstlenecek noktaya getirilmiştir.

Türkiye’nin son 10 yıl boyunca müdahil olduğu dış olaylar gözönüne getirildiğinde, ülkenin her olayın çeperinde destek gücü olarak yeraldığı görülmektedir ve daha da kötüsü Türk Ordusu, emperyal güçlerin küresel operasyonlarında “İslami tatlandırıcı” olarak işlev görmeye başlamıştır. “Terörle Savaş” görüntüsü altında küresel egemenlik alanlarını İslami coğrafya üzerinde genişletmeye başlayanların jandarmalığını üstlenmek 600 yıllık bir imparatorluk geçmişi bulunan millete dar gelmeye mahkum bir elbisedir.

Azerbaycan’da Elçibey’in devrilmesine engel olamayıp, bölge petrollerinden aldığı pay %25’lerden %5’e indirilen;

Kosova’da NATO’ya sağladığı bütün lojistik desteğe rağmen, bölgedeki bir köyün koruması dışında kendisine hiçbir etkinlik alanı tanınmayan ve bölgedeki kültürel/sosyal ortamı ABD destekli Suudi sermayesine bırakan;

Kuzey Irak’ta bütün sert uyarılara rağmen, gözünün önünde bir Kürdistan kurulmasına engel olamayan;

Bütün silahlanma altyapısını, kendisine bu rolü biçenlerin stratejik planlamalarına uygun şekilde gerçekleştiren; bağımsız bir silah sanayi kurmakta aciz kalan;

Kendi toprakları üzerinde tarihi emelleri bulunan ülkelerle stratejik işbirliği kuran;

Semalarında yabancı uçakların cirit attığı, toprak altında ve üstünde kontrol dışı yabancı askeri unsurların bulunduğu bir ülkedir Türkiye.

Bu ülke hinterlandındaki coğrafyaya hakim olamadığı gibi, bu coğrafya üzerinde paralı asker konumuna getirilmek istenmektedir ki; bu coğrafi yabancılaşmanın kemikleşmesi anlamını taşıyacaktır.

Kendi coğrafyası üzerinde, kendi insanına karşı her türlü operasyonun senaryosunu kurgulamaya ve uygulamaya cesaret eden stratejistlerin; Ardahan’ın doğusu, Kırklareli’nin batısı, Silopi’nin güneyi söz konusu olunca küresel egemenlerle uyumlu bir gözlemci ve/veya uygulayıcı konumuna razı olmaları coğrafyasına yabancılaşan bir milletin tipik özelliklerini taşımaktadır.

Unutulmamalıdır ki; Türkiye Cumhuriyeti Anadolu kozasında kaldığı ve Anadolu’yu bir üs olarak kullandırdığı sürece Anadolu’yu koruyamayacaktır. Bu millet bu toprakların bekçisi değil; sahibidir. Bunu önce yabancıların değil; bazı “Türk”lerin kabullenmesinde büyük fayda bulunmaktadır.


Saygılar
Behiç Gürcihan

Hiç yorum yok: